12 Aralık 2007 Çarşamba

Acılardan Memleket


Biz ki nice zaferi ve devleti tarih sayfalarına altın harflerle nakşetmişiz. Övünmek şöyle dursun, dönüp bakmamışız bile birdaha. Kaç safya yırtılmış ardımız sıra umrumuzda olmamış. Bir beyin ardına, gök tanrının eteğine ve hilafetin gölgesine sığınsakta... İçimiz su gibi berrak, ruhumuz nefes kadar özgürde olsa... Bizi bağlamaya yetmedi hiç bir güç. Biz mutluluğun çocukları değiliz, biz iç huzurunda büyüyen çiçek değiliz!


Biz kimiz?

Biz; sen, ben, o.. Sokakta gördüğün herhangi biriyiz. Kavga dövüş büyümüşüz. Oyunumuz cenk olmuş, cengimiz oyun... Bilmem kaç yüzyıl sonra birileri oturtmuş karşısına anlatmış gereksiz ne varsa. İşimizi gücümüzü, neşemizi çalmışlar. Kendi tarihimiz ağır gelir olmuş, alın yazımızı silmeye kadar vardırmışlar işi. Açken ekmeği bölüşürdük ya, sen doymazsın ben doymam. Bizi doyuran paylaştığımız ekmek değil, aynı ciğer acısıydı. Biz acılarda kurulduk, acılarda yükseldik, acılarda varolduk. Yuvasını kaybeden kuşada, babasını yitiren yavruyada ağladık. Biz kanayan etlerimizi kenetleyip kan kardeş olduk. Şimdilerde anlatılan masallara değil, dedelerimizin yaşadığı vücutlarında çizgi çizgi yara izleriyle ispatlı anılara özendik. Askere ölmeye giden kaç nesil kaldı şu namert dünyada? Eğer yediğimiz o büyük miras olmasa, dayanırmıydı bu toprakalr bunca can yitişine... Bizim acıya tesellimiz bile başka acılar olmuş. Damdan düşen tabibi değil, kendi gibi damdan düşeni aramış ilk başta.

Bunca zaman hem yara hem derman olmuşuz kendimize de, şu güne gelip dayanınca ne oldu halimiz? Acılarımızı aldılar elimizden, sanki etlerimizden sinirimiz çekilmiş gibi... Sanki yıllarca başı kesilen, yedi düvelin kin yağında kavrulan biz değilmişiz gibi ve bu alemde yaşamak için savaşmak ayıpmış gibi büktürdüler evladımızın boynunu. Kendi neslimizden utanır olduk, ellerimizin nasırı gitti... Çorbamızda gezinen kaşıklar azaldı, kollarımız birer birer kırılıp yen içine saklandı... Medeniyet denen canavarın avcunda parça parça bir ulus.. Bırak komşunun şehit düşen oğlunu,aynı sütü içtiğimiz kardeşimizi unuttuk... Hayat kavgası, cenk meydanında kılıç şangırtdatmaya benzemedi. Paraya tamah ettik edeli bizde o eski tad kalmadı... Yara yok, kan yok... Yiten can giden torpak yok... Acı yok! Geçmişimizden söküp aldılar hepsini...

Biz ki sinemaya bile ağlamaya giderdik... Kendi kırık pencereli tek göz odamızın halini düşünmeden evsizlere ağlardık. Biz acılarla ayakda durduk nesillerce. Bizi bir arada tutan ve parmak parmak anadoluya yayılmış bu milleti yumruk yapanda acılardı.. İzmirin bağrına diken gibi başka renk bir sancak saplansa Erzurumda kanlı göz yaşı akardı.

Bir sabah kolsuz bacaksız uyandığımızda mı anlaşılacak herşey? Birileri gelip evimize kadar girdiğinde mi? İmdadına, feryadına kapanan komşu kapılarında mı? Kim hatırlatacak bizi biz yapan acılarımızı? Tarihimizi değiştiren ellerin kirini kim görecek? Hani herşeyden önce, sokakta yürüyüp giden insanlara bakınca durup düşünmeli insan; Yüzyıllardır bu toprakların suyu olmuş kanımız. Günde yarım peksimete saatlerce cephede mevzi gözetmişiz. omzumu dayadığımın dili ayrı sırtımı dayadığımın dili ayrı dil, rengi ayrı renk. Ama hep güvenmiş ve inanmışız. Peki ... Biz kimiz?

2 Aralık 2007 Pazar

Komplo Teorileri


Kesinlik ve belirsizlik iki uç nokta kabul edilirse eğer bütün ömrümüzü sahip olduğumuz herşeyin varlığını belirsizlikten kesinliğe doğru taşımaya harcıyoruz. Kesinliğin sembolü doğum (varoluş) belirsizliğin sembolü ise ölüm (yokoluş) olunca aslına bakarsanız doğum ve ölüm arasında ölümden doğuma kaçırmaya çalışıyoruz herşeyi. Kesinlik hayatımızda çok önemli ancak hayatımızda birçok durum yüzde yüz kesin değil. Yaşamı anlamlı kılan belirsizliklerle mücadele etme ve nihayetinde tamamen kaldırılmasalar bile kesinliği egemen kılmaktır. İnsanın doğa zekası gelişimini; zihni belirsizlikler üzerine değil kesinlikler üzerine odaklayarak doğru sonuçlara ulaşmaya borçludur. Ortaçağda din önderliğinde insan ölüm ve ölümden sonrası ile fazlasıyla meşgul olduğu için gelişim oldukça yavaş ve kalitesizdi. Çünkü daha önündeki küçük belirsizlikleri kesinliğe kavuşturmadan belirsizliğin en uç noktası olan ölüme kafa yormak koca okyanusa bir salla açılmak kadar umutsuz bir yolculuktur. Çağımızda bilim önderliğinde önce günlük hayattaki belirsizlikler bir bir kesinliğe kavuşturuldu. Daha sonra doğumun kesinliğine odaklanarak ve ondan güç alarak ; yaşam, sağlık, rahat ve huzur gibi kesinliği değişen durumların kesinliği arttırılmaya başlandı. Netekim yaşam ömrü uzayan insan nesli her geçen gün artarak ölümsüzlüğün kapısını yani belirsizliğin kaynağını zorlamaya başladı. Gayet iyimser gibi görünen bu tabloda hayatında ki bütün belirsizliği aşmış bir insanın amaçsızlığını doldurma görevi elbetteki satıcılara düşmekte. Daha çok kazanan ve birçok kesinlikle sıkıştırılımış bir hayat, ışığı sönüp karadeliğe dönüşmüş yıldızlar gibi tüketmeye başlıyor. Bu bir zinicir: kazanan kazandırıyor.


Ancak bu hikayenin daha ilk kısmı.


Doğanın birçok belirsizliğini kontrol altına alan insan toplulukları, kesinliklerine güvenerek tıpkı bireyleri gibi tüketmeye başlıyorlar herşeyi. Ama kabul etmek gerekir ki kürsüye çıkıp milyarlarca insana sadece onbeşbin kişi için onları zehirlemeniz gerektiğini itiraf edemezsiniz. Bunun için ortalık biraz dumanlı olmalı ve bu sözlerin sizin sözleriniz olduğu "kesin" olmamalı. Yani görüntü bulanmalı, renkler karışmalı sadece sizin görünmesini istediğiniz noktalar belirgin kalmalı. Bunu böyle görmesini istediğiniz kişiler, zekası sizinkiyle aynı evrime maruz kalmış kişilerse iş biraz zorlaşıyor, ama asla imkansız değil. Doğanın size oynadığı belirsizlik-kesinlik oyununu siz insanlara oynuyorsunuz. Önce kesin olan ancak sizin tasvip etmediğiniz bütün inanç, düşünce, kişi, kurum veya ulusu tartışmaya açıyorsunuz. Sonra sizin tarafınızdakileri bu tartışmanın tüm saflarına eşit olarak dağıtıp tartışmayı başlatıyorsunuz. Tüm saflardan ayrı ayrı senaryolar yazılıyor ve açıklanıyor. Biz bu senaryolara "komplo teorileri" diyoruz. Sonuçta birinin tamamen haklı olduğu asla kabul edilmez ama tartışılan konunun varolan bütün kesinliğide yitip gider. Artık o kişiden kişiye göre değişebilir birşey olur. Komplo teorileri sadece yıkmak için değil aynı zamanda ortaya konacak ve toplumu olumsuz etkileyecek oluşumların da temelini atmaya, halkı hazırlamaya yarar. Şu bir gerçek ki ortaya atılan bir komplo teorisi herzaman iyi niyeti değil, hatta herzaman farklı kişilerin düşüncelerinide yansıtmıyor ve hatta bazen sadece tek bir kesime yarar sağlıyor. Komplo teorilerinin tek amacı ortalığı toza dumana boğup kesinliği kaybetmek ve belirsizlikten faydalanıp istenilen durumu sağlamak. Her buluş gibi yanlış ellerde bir canavara dönüşebilir.


Nasıl mı?


Bir toplumun "kesinleştirdiği" değerlerini yoketmek o toplumu asırlarca geriye getirmek demektir. Çünkü onları oluşturmak asırlar sürmüştür. Hiçbirşeyden emin olmayan insanlar, dışarıyı sadece camın ardından gören çocuklar gibi savunmasız ve korkaktır. Sığıncak ve etrafında toplanacak hiçbir kesinliği kalmamış, paranoya bir halk kadar çaresiz hiçbirşey yoktur. Geçmişten beri ülkemizde de yapılan aynı oyundu. Netekim şuan halkımız birçok kurum, kuruluş,siyasi parti ve lideri, düşünce ve inanış hakkında pek çok komplo teorisine sahip. Bunun ulus olarak gelişimimize zerre katkısı yok ancak en kolay yol oturduğun yerden konuşmak olduğu için herkes bunu yapıyor. Asırlık Türk kimliğinin birikimini yoketmek okadar kolay değil, keza korumakta.


Zihni bulandırılmış, bulandırılan zihni kalitesiz tv dizilerine bandırılmış halkımızın bunada dur diyeceğine inanıyorum. Tüm iyi niyetli ve "kesin" kaynaklara dayanan çalışmaları tenzi ederek , komplo teorileriyle bulandırlılmış zihinlerin yine aynı yöntemle başka güçler tarafından şimdiki sahiplerine karşı kullanılabileceğini unutmamak gerektiğini söylemek isterim.