16 Ekim 2010 Cumartesi

Kediden Geçmek




Bir insan olarak iki ayağımız üzerinde durduğumuzu kabul etmiyorum. Biz de dört ayaklı bir varlığız ve bunu inkar ederek ancak kendimizi kandırırız. Bu ayaklardan ikisi zaten bizim görebildiğimiz ayaklarımız; yürüdüğümüz, tekme attığımız(!), ezdiğimiz(!)... Diğer ikisi vicdan ve hayatta kalma inancı. Hatta altı ayaklı olan insanlar da var, bunların birer ayağı geçmiş ve gelecekte.. Ben çoğunlukta olan dört ayaklılardan bahsedeceğim ama şu küçük alıntıya yer vermek istiyorum öncelikle, bu öyküden sonra daha net anlaşılacak anlatmak istediğim;


" ...

  Martin J.Duxer makalesinin bilim dünyasınca küçümsenmesine şaşırdığını belirterek başladı az miktarda katılımın olduğu basın toplantısına. Makalesinin konusunun gayet bilimsel ve net olduğunu, bugüne kadar ortaya çıkan verilerle uyumlu sonuç veren tek savın kendi savı olduğunu ileri sürdü. Geçmişte olduğu gibi yine bir doğruyu kabul etmek için gereken sürecin işlediğini söyleyen Duxer bu sürecin ; "alay et-karşı çık- kabul et" olduğunu ve diğerlerinin de bunu bildiğini sözlerine ekledi. M.J. Duxer makalesinde bugüne kadar alışılagelmiş evrim ve yaradılış teorilerini bir potada erittiği savını şu şekilde özetledi:

Bugüne kadar aynı düzlemde birbirine zıt kabul edilen evrim ve yaradılış teorileri aslında farklı düzlemlerde ve birbirleriyle kesişim içersindedir. Bu Tanrı'nın yarattığı insan ve Doğanın ürettiği insanın aynı tür kabul edilmesiyle başlatılan alan savaşının sonucu olarak hep çözümlenememiş bir sorun olarak gözümüzün önündeydi.

Tanrı'nın yarattığı insan düşünme becerisi ve sahip olduğu ahlaki değerlerle kendi belirleyebildiği bir "yaşam" amacı olan bir insandır. BU yaşam amacını gerçekleştirmek için hırs, sebat ve izafi düşünme yetileriyle donatılmıştır. Kendini, sahip olduklarını bu amaç için feda edeilecek yapıya sahiptir. Bunun ispatı tarih boyunca binlerce insanın hayatıdır. Bu insanlar "iç güdü" denilen ve hayatta kalmak için doğadaki bütün canlılarda doğanın bir hediyesi olan mekanizmaya aykırı hareket ederek bunu ispatlamıştır. Doğanın yarattığı insan olsaydı eğer o zaman doğa bütün türlere armağan ettiği bu güdüden neden bu insanları mahrum bırakmıştır? Çünkü bunlar doğanın içinden ama doğaya ait olmayan birşeyler eklenerek oluşturulmuş özel bir yapıdır. Tanrı'nın yarattığı insan değerli olduğunun farkındadır, bu bilinçle doğar.

Doğanın yarattığı insan az önce bahsettiğim içgüdü ile dünyaya gelen varlıktır. Bu canlıda fedakarlık, merhamet, aşk, sevgi gibi soyut değerler bulunmamakta olup idraak ve düşünme becerisi hayatı kolaylaştırma, hayatta kalma ve türünü devam ettirme üzerine evrimleşmiştir.  Bu süreç içersinde kendisini güdülerin ihtiyaçlarına götüren soyut kavramlar türden türe aktarılabilecek düzeyde öğrenilmiş olabilir (Örnek: Aşk, üremeye götüren bir araçtır). Doğanın insanı doğanın "ekonomiklik" ilkesine göre hareket eder. Yani ihtiyacından fazlasında gözü yoktur. Ancak bu insan özündeki vahşilikle kendi yaşamını korumak ve devam ettirmek için her şeyi yapabilir. Doğanın insanı dayanıklı, hayatta kalmak için kolay adapte olabilen ve sadece fizksel ihtiyaçlar için düşünebilen bir varlıktır.

Şu an dünya üzerinde her iki insan türününde saf ve karışmadan devam ettiği yerler varolmakla birlikte genel itibariyle bugünki toplum bu iki türün genleri ve mayaları iç içe girmiş karışımıdır. Bu acı karışım Doğanın insanına hırsı, Tanrı'nın insanına güdülerine boyun eğmeyi hediye etmek demektir. Bu tabloya göre raslantısal olarak dağıtılan karakter özellikleriye daha canavarca yada daha hümanist insanların oluşacağı bu insanların toplum tarafından baskı altında tutuluabileceği ama asla değiştirilemeyeceği aşikardır. Bizler "yaşam amacını" keşfetmek için çıktığımız bilim yolculuğunda bu amaca hizmet etmek yerine kendi güdülerine giden her yola koşullanmış insanlarla karşılaştığımızı itiraf etmeliyiz. Bizler belki doğanın Tanrı'nın insanından esinlenerek geliştirdiği amatörce kopyalarız ve ne olmak istediğimize karar vermeliyiz.

... "



Peki bizler saf olan Tanrı'nın insanları mıyız? Yoksa doğanın duygulardan yoksun insanı olarak gerçek insanlardan hırs ve sebatı alarak yaşamayı yegane amaç bilen üvey evlatları mıyız? Eğer öyle değilsek yok yere yapılan bu kıyımları, bu hırs ve kibir gösterilerini, ziyan edilen vakti, emeği, ekmeği, canı.. Nasıl açıklanır dünyanın uzaydan görülen gri rengi? Bir insanın kendi hırsı için Roma'dan, milyonca insanın hayatından, tarihin mirasından vazgeçmesi ile bir kediden vazgeçmesi arasında zerre fark varmı? Bence hiç yok.. Eline geçen ilk fırsatta sırf eğlencesine bir canı ayaklar altında ezerek öldüren bir insan(!) yarın eline geçecek fırsatta neler yapabileceğini göstererek kendini ihbar ediyordur sadece.

Ey İnsan! Sen de dört ayaklısın! Hayatta kalma inancın hayattan zevk almya dönüştükçe, diğer ayakların ne kadar küçük kalıyor, topallıyorsun. Aşk ve muhabbete  Mevlana, Mecnun, Ferhat, Kerem, Veysel, Köroğlu, Yunus Emre ve nicesinin aldığı yola hayretle bakıyordum önceden, şimdi çok net anlıyorum. Çünkü aşk gibi Saf insana yakışan bir his, günün karışmış toplumunda paha etmez.. Bu çağda doğmuş, büyümüş biri bu aşktan birşey anlamaz.

Bu aşk seni yatağa götüren bir kapı değildir. Bu aşk insana can'ı sevmeyi öğreten, kendini feda ettiren bir yoldur. Bu aşkta verilen bedel yoktur, çünkü zaten herşey bu aşk için emanettir bize. Hayatının her zerresine sinmedikçe tat vermez bir meyvedir..

Şimdi kendinden geçmek için bahane arayan insanoğlu, her hatasını kendi diken parmağı delik deşik kör bir terzidir. Onun için önemli olan hala kendine ait sandığı şu dünyada hükümdarlığına toz kondurmamaktır, elbete keseceği cezada yine kendinden değil kediden vazgeçecektir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder