Tüm kuralların, yasaların, görüşlerin ve insanların aksini söylemesine rağmen bir şeye inanmak deliliktir. Peki ya buna bütün herkesi inandırmak?
Sevdiğim bir masal kahramanıdır Don Kişot, deliliği herkesçe bilinir ancak bu delilik o kadar kuvvetlidir ki onu ikna etmek için tüm dostları ilk önce onun dünyasını kabul etmek zorundadır. Don Kişot hayalinde yarattığı dünyayı yaşarken dostları onun zarar göreceğinden endişe edip onu evine geri getirmek derdine düşer. Don Kişot hikayenin sonunda ölür ve Cervantes "Onu mezarından kaldırıp maceralarda yormayın" diye ricada bulunur. Oysa zaten Don Kişot'un maceralara kapılma gibi bir niyeti olamaz çünkü ölmeden önce dostlarına göre akıl sağlığına kavuşmuştur.
Bugün ki hayatımıza Don Kişot'un gözleriyle bakarsak aslında neden akıl sağlığından endişe edildiğini anlayacağız. Don Kişot iyilik yapma, güçsüzlerin hakkını koruma amacındadır. Bunlar insanlığın ortak temennileridir ancak günümüzde en çabuk gözden çıkarılan hatta ciddiye alınmayan bu tür faaliyetler yürüten kurumlar ve ya insanlardır.
Don Kişot varlığını bölüşmeye hazırdır, sahip olduğu herşeyi deliliği süresince bu şekilde harcamıştır. Yine günümüzde böyle insanlar var olmakla beraber bizzat yardıma muhtaç kesim tarafından saflıkla itham edilirler. Bir insanın çevresindekilere yardım etmesinin tek makbul gerekçesi çevresine geniş bir kitle toplamak olmalıdır yani bir bakıma bankta oturup güvercinlere yem atmak gibi. Karşılıksız yapılan yardım alışıldık birşey değildir.
Don Kişot hiç görmeden, hayalinde bir aşk yaşamakta ve bunun için acı çekmektedir. Yaptığı kahramanlıkları bu aşka layık olmak için yapılan birer görev olarak görür. Gerçekte aşkı bu şekilde yaşamak mümkün görülmez, aşıkların ortak görevi evlerini geçindirip ihtiyaçlarını gidermektir. Eşitlik temel ilkedir, hiç kimse bir diğerine yaşadığı aşktan dolayı kendini borçlu hissetmez.
Don Kişot yaralanır, ölümlerden döner, hor görülür, aşağılanır ancak yine de doğru bildiği şeyden şaşmaz. İnandıklarını bir rahibe, bir dosta, bir komutana karşı cesurca savunur. Bizler uzmanlık alanlarımızda dahi doğru olanı savunmada ısrarcı olmayız. Daha çok" ben demiştim" demeyi sevdiğimiz için olayların sonucundan -zararı bize dokunsa dahi- kimsenin bizi sorumlu tutamayacağını düşünür kendimizi rahatlatırız. Biz kanımızın bir damlası karşılığında karşımızdaki insanın en feci şekilde can vermesi gerektiğini düşünürken Don Kişot'un başından akan kanlara rağmen iki parmağı kırık eliyle tuttuğu mızrağının ucunda rakibe sunulan gayet basit bir yaşama yolu vardır; yenilgiyi kabul etmek. Bu seçenek ne olursa olsun vardır ve bu onu zorba bir katil olmaktan alı koyar.
Don Kişot'un yoldaşı Sanşo Panza'yı memnun etmek için elinden geleni yapar. Yaşadığı dönem itibariyle sınıfsal farklılıkları belirgin şekilde ortaya koymaz. Merhametli bir işveren olarak sorumluluğundaki çalışanı olabildiğince korur. Bizim yaşadığımız dünya ise işverenin işçiye karşı tüm sorumluluklarını ödeme şekli paradır. Patronu tarafından takdir edilmeden, hatta itilip kakılan kişiler hak ettikleri saygıyı maaşlarının önünde tutmazlar.
Don Kişot büyülere ve büyücülere inanır, onları cesaretiyle dize getirmek için didinir. Bizler ise yaşanan her olayın ardında Amerika olduğuna inanıyor ve onun dünyayı yönetmek için her türlü imkana sahip olduğunu düşünüyoruz. Cesaret mi? Bir kaçı hariç bunun yetersiz olduğu konusunda hem fikiriz...
Yaşadığımız dönem ile Don Kişot'un hayali dünyası arasında çok fark var. Don Kişot bundan yüzyıllar öncesine ait dünyanın koşullarında kalkanı paslı, başında bir berber leğeniyle sıska atının üstünde mücadele veriyordu. Bugün her guruptan, her düşünceden Don Kişot'lar benzer şeyleri yapmaya çalışıyorlar.. Sayıları az, imkanları kısıtlı ancak delilikleri Don Kişot'tan farklı değil..
Ama bugünün koşullarında geliştirmeleri gereken birşey var. Don Kişot'un "Yenilgiyi kabullen" şartı biraz geliştirmeli değil mi? Yani insanlara düşünemedikleri seçenekleri sunmak için biraz daha çaba gösterilmeli.. E tabi bunun için daha fazla deli gerekli.
18 Ekim 2013 Cuma
12 Ekim 2013 Cumartesi
Od
Seni zapteden neydi bundan önce?
Topraktan koparıp
bir yara kabuğu gibi..
kanamalı bir yokluğa iten neydi?
Düş görmüş, hatta düşmüş olabilirsin
içinde saçılan ganimetine değen gözlere öfke
ama en çok kendi adımına bile hakim olamamanın acısı
İşte ter içinde uyandığın şu gece yarısında
sen davet etmiştin yatağına
sana dünyayı dar eden karabasanı.
tüm dünyayı bir masala çeviren hikayelere aldanma
gerçekte herkes
dünyayı yakabileceği bir ateşin eşiğinde...
Sen ne kadar uzak durursan ocağından
o kadar soğuksun..
Bırak içinde seni zapteden şu korkuyu..
bırak yüreğini kesen zincirleri kopsun..
içindeki boşluğa, sıkışan yüreğinin duvarlarından akan kan
özgürce aldığın nefesi verirken fışkırıp çıksın boğazından
o zaman rahatça söyleyebilirsin;
"herkes kendi kanı kadar feda eder doğruya"
herkes kendi ateşi kadar yakın
çok korktuğu cehennemine..
içinde saçılan ganimetine değen gözlere öfke
ama en çok kendi adımına bile hakim olamamanın acısı
İşte ter içinde uyandığın şu gece yarısında
sen davet etmiştin yatağına
sana dünyayı dar eden karabasanı.
tüm dünyayı bir masala çeviren hikayelere aldanma
gerçekte herkes
dünyayı yakabileceği bir ateşin eşiğinde...
Sen ne kadar uzak durursan ocağından
o kadar soğuksun..
Bırak içinde seni zapteden şu korkuyu..
bırak yüreğini kesen zincirleri kopsun..
içindeki boşluğa, sıkışan yüreğinin duvarlarından akan kan
özgürce aldığın nefesi verirken fışkırıp çıksın boğazından
o zaman rahatça söyleyebilirsin;
"herkes kendi kanı kadar feda eder doğruya"
herkes kendi ateşi kadar yakın
çok korktuğu cehennemine..
Doğum Günümde
Bazı şeyler insana geç gelir... Para, şöhret, sevgili... Bunların dışında cesaret, aşk, mutluluk, pişmanlık ve sabır... Hatta kendi sesi bile geç gelir. Hemde çok geç...
Kendiyle çok konuşan bir adam bile zaman zaman kendi sesini duymakta geç kalabilir. Mesela bu yazıdaki adama... Bir otobüs yolculuğu sırasında duyar kendinden gelen bu eski tınılı sesi. Bu ses ona "Yaşa!" diye bağırıyordur. Ucu öyle açık bir nida ki bu... Bir yanıyla sınırsız bir özgürlük vaadediyor, mutlu ediyor. Ancak hiçbir liman sunmadığı içinde biraz ürkütüyor bu serüven daveti.. O kadar amansız bir hiçliğin ortasında duyulur ki bu ses, göz alabildiğine belirsizlikte bile "rüzgarı kontrol edebildiğine inanan çocuk" gibi emin atılıp gitmek istersin. Oysa bu nida başaramadığın onca işe ve değerlendiremediğin onca fırsata rağmen sürdüğün bu hayatta içinde beliren küçük isyana, hayatın "bu kadarı yeterde artar bile" cevabı da olabilir.
Daha az yazıp, daha az okuyup, daha çok susarak sıradan bir insan olmaya teslim olmuşken içten içe bu geç gelen nidanın "Bari bundan sonrası için..." anlamında olması için dua ediyordur. Senden mümkün olmayacak şeyler yapmanı beklemeyen yeterince mantıklı sebebin varken bu sesin ortaya çıkması kendi içinde hala özgürlüğünü yaşayabildiğini düşündürüyor ve bu küçük mutlulukla mevcut koşullar içinde yorumluyorsun "Yaşa!"yı.
Yeni bir yaşa girmenin arefesinde içinde yankılanan bu sesin misafirliği sana ve hayatına yansıyacak, bu bir gerçek. Bulabildiğin her fırsatta bu yankıyı dindirecek bir çıkış arayacaksın ve bu çıkış öncelikle kendine verdiğin sözlerden geçmeyecek bir yol üzerinde olmadıkça senin için gökteki yıldızlar kadar uzak olacak.
Bu doğum gününde sana gelen bu ses, bundan sonra eksilmeye başlayacak herşeyin için sana bir dost tavsiyesi... Daha iyi gören gözlerin, daha iyi duyan kulakların... Seni uzun yollar boyu taşıyan daha güçlü ayakların olmayacak... Bu yüzden yaşayabildiğin kadar yaşa tüm bu hisleri, ciğerlerini bu zamanların havasıyla doldur, gözlerin ameliyat masasında değişmeyi bekleyen bu silueti beynine kazısın.. Büyüdüğünü hissettiğin bu yaşını iyice yaşa...
Nice yaşlara..
Kendiyle çok konuşan bir adam bile zaman zaman kendi sesini duymakta geç kalabilir. Mesela bu yazıdaki adama... Bir otobüs yolculuğu sırasında duyar kendinden gelen bu eski tınılı sesi. Bu ses ona "Yaşa!" diye bağırıyordur. Ucu öyle açık bir nida ki bu... Bir yanıyla sınırsız bir özgürlük vaadediyor, mutlu ediyor. Ancak hiçbir liman sunmadığı içinde biraz ürkütüyor bu serüven daveti.. O kadar amansız bir hiçliğin ortasında duyulur ki bu ses, göz alabildiğine belirsizlikte bile "rüzgarı kontrol edebildiğine inanan çocuk" gibi emin atılıp gitmek istersin. Oysa bu nida başaramadığın onca işe ve değerlendiremediğin onca fırsata rağmen sürdüğün bu hayatta içinde beliren küçük isyana, hayatın "bu kadarı yeterde artar bile" cevabı da olabilir.
Daha az yazıp, daha az okuyup, daha çok susarak sıradan bir insan olmaya teslim olmuşken içten içe bu geç gelen nidanın "Bari bundan sonrası için..." anlamında olması için dua ediyordur. Senden mümkün olmayacak şeyler yapmanı beklemeyen yeterince mantıklı sebebin varken bu sesin ortaya çıkması kendi içinde hala özgürlüğünü yaşayabildiğini düşündürüyor ve bu küçük mutlulukla mevcut koşullar içinde yorumluyorsun "Yaşa!"yı.
Yeni bir yaşa girmenin arefesinde içinde yankılanan bu sesin misafirliği sana ve hayatına yansıyacak, bu bir gerçek. Bulabildiğin her fırsatta bu yankıyı dindirecek bir çıkış arayacaksın ve bu çıkış öncelikle kendine verdiğin sözlerden geçmeyecek bir yol üzerinde olmadıkça senin için gökteki yıldızlar kadar uzak olacak.
Bu doğum gününde sana gelen bu ses, bundan sonra eksilmeye başlayacak herşeyin için sana bir dost tavsiyesi... Daha iyi gören gözlerin, daha iyi duyan kulakların... Seni uzun yollar boyu taşıyan daha güçlü ayakların olmayacak... Bu yüzden yaşayabildiğin kadar yaşa tüm bu hisleri, ciğerlerini bu zamanların havasıyla doldur, gözlerin ameliyat masasında değişmeyi bekleyen bu silueti beynine kazısın.. Büyüdüğünü hissettiğin bu yaşını iyice yaşa...
Nice yaşlara..