22 Eylül 2007 Cumartesi

Görünmezlik


"Sevgililer, güzelliğe zamanla alışıp onu gözleriyle değil duygularıyla görmeye başlarlar. "
Anonim

Bize bahşedilen en güzel lütuflardan biri kuşkusuz görebilmek. Gördüklerimizi beğeniyor, eleştiriyor, seviyor, utanıyor eğleniyoruz. Birileri görsün diye güzel giyiniyor ve bakım yapıyoruz çoğu kez. Güzellik ve çirkinlik görsel nitelikler olarak kazınmış hafızamıza. Görüyor olmaktan çok mutluyuz ve yaşamımız boyunca mümkün olduğunca çok şey görmek-yaşamak anlamında da kullanılıyor ya görmek- istiyoruz. Ama nedense "beşer şaşar" insanlar olarak hatalarımızın görünmemesini diliyoruz. Yada mutluluğumuzun "göze" gelmemesi için "gözden" uzaklarda yaşıyoruz mutluluğu. Fantastik bir düş aklımızın kör kuyularında; Görünmezlik.


Düşünün bir; insanların arasında yürüyorsunuz, siz onları görebiliyorsunuz fakat onlar ne sizin ütüsüz gömleğinizin ne dağınık saçlarınızın farkında. Hata yapmakta serbestsiniz ve mutlu olmaktada tabi! Çünkü bütün gözlerden uzaktasınız, görünmezsiniz! Mümkün olsa ne güzel olurdu. Buna karşın mümkün olmasa bu yazı burada biterdi.


Yazı devam ediyor ve görünmezlik düşüde.


Eskilerin ve şimdilerin büyücüleri atalardan kalma yüzyıllık deneyimlere dayanıyor aslında. Yani içinde bulunduğunuz dünyayı kendinizin yada başkalarının tecrübeleriyle tanıdığınızda aslında nekadar çok şeyin mümkün olduğunu hayretle görüyorsunuz. Görünmezlik uçmaktan daha mı zor? Uçmak fiziksel koşullara-yani %100 nesnelliğe- dayanan bir iştir. Görünmezlik beyindeki zaaflara dayanan algısal bir olaydır. Beyin vücud tepkilerini duygularla ortaya koyuyor. Yani beynin dış dünyaya açılan kapısı duygular ve dış dünyanın beyne girişide bu şekilde olacak. Biraz büyücülük anlatalım;


Çok üzgünsünüz, ağlıyorsunuz; odanıza koşup kendinizi yatağa atıyorsunuz-yani beyniniz dış dünyaya üzüntüyü yollayarak dengeye ulaşmaya çalışıyor. Ardı sıra anneniz geldi ve birkaç teselli sözü söyledi, saçınız okşadı-dış dünyaya gönderilen üzüntü şefkati buldu ve getirdi. Şimdi daha iyisiniz değil mi?-kesinlikle. Birde şöyle düşünelim; aynı sahne yatakta ağlıyorsunuz. Eşiniz geldi, sizden hırsını alamamış olacak ki size hakaret etmeye ve sert tavrını sürdürmeye devam ediyor - yani beyin dış dünyaya üzüntüyü gönderdi ancak bu süre zarfında daha üzücü şeyler almaya devam etti. Yataktan kalktınız ve eşinize bir tokat attınız -beyniniz tehlikenin farkına vardı, sizi yaşatmak için korunma moduna girdi ve tüm gücüyle öfkeyi gönderdi. Yada kalkıp kendinizi dışarı attınız- beyin sevgi, suçluluk hissi gibi nedenlerle öfkeyi açığa çıkaramadı ve bu nedenle ortamdan uzaklaşmayı seçti. Bu bahsettiklerimiz sıradan olaylar ve sadece beynin işleyişini göstermek için anlatıldı. Görünmezlik bunun dahada fazlası.


Duygular yoğun şekilde dışarıya aktarılırsa (güç, sevgi, şefkat, aşk, nefret, öfke...) insan için muazzam araçlar olurlar. Ancak yoğunlaşma için gerçekten hissedilmesi şart. Yani yoğun duygular gücü doğurur, gücü elde etme isteği yoğun duyguları değil. Beyin dış dünyaya gönderdiği duygularla- duygular pozitif veya negatif enerjilerdir- çevresini etkileyebilir. İşte görünmezlik burda mümkün. Bir an için sevgilinize olan aşkınızı düşünün ve ömürünüz boyunca ondan başka kimseye ait olmayacağınızı. Bunu gerçekten hissediyorsanız, çevrenizde ki insanlar sizin aklınızı çelmeye çalışmayacak-yani kimse için bir sevgili adayı olarak görülmez ve bu şekilde taciz edilmezsiniz. Bu beynin yoğunlaşmış duygusunu- ben kusursuz sadakat diyorum- dış dünyaya göndermesi ve çevresini etkilemesi ile mümkün oluyor. Yada başka bir örnek vermek gerekirse; biri kendini güçlü hissetmek için daha çok kazanmak istiyor ve bu yüzden kazandığı hiçbir zaman kendisine yetmiyor. Diğeri ise güçlü olduğunu biliyor ve nekadar kazanırsa kazansın güçlü kalmayı başarıyor. İlkinde kişi güç duygusunu hissetmiyor onu dışardan bekliyor. ikincisinde ise gerçekten hissedilen güç duygusu çevreyi etkiliyor kişi nekadara kazanırsa kazansın-az yada çok- onun gücü tartışılmıyor. Evren Allah'ın sevgisi, öfkesi, merhameti, şefkati ve gücü ile hergün milyonlarca olay yaşıyor. Biz O'na yalvarıyoruz ve O bize merhametini gönderiyor: Beynin acizliğine karşı gücün merhameti;DUA'lar karşınızda işte.


Görünmezliği yaşamanız için öncelikle görünmeme nedeninizi gerçekten hissediyor olmalısınız. "Sadece bir aşka aidim", "Gücü anlıyorlar, merhametide anlayabilirler.", "Görünüşüm beni rahatsız etmiyor, başkalarıda olmamalı."... Beyin bu yoğunlaşmış enerjiyi dışarıya gönderdiğinde kişilerin kontrolsüz algıları- çoğu kişi beynini kullanmasını bilmiyor ve dışarıdan aldıklarını sorgulamıyor- ile bu durumu kanıksayacak ve nedensiz şekilde sizin istediğiniz gibi düşünecektir.


Biz birer enerji olarak Allah'ın merhametinin, sevgisinin, gücünün ve estetiğinin eseriyiz. Herkes kendini kendi eseri sandığı için bir başkasını güzel yada çirkin olarak nitelendirebiliyor, çünkü okadarını görebiliyor. Oysa "Oku!" diyor yaradan. Kitabı, ayeti olduğu kadar insanı, doğayı oku! Her yerde beni bulacaksın. Peygamberler Allah'ın bilgi ve ahlakını yaydılar. Şeytan; öfkeyi ve isyanı. Siz görünmezliğe ulaşmak istiyorsunuz; size tavsiyem "Oku"yun... Duyguları, insanları..


Bakın size ne anlatıyorlar.

16 Eylül 2007 Pazar

Devlet



"Kuşlar gibi uçmayı, balıklar gibi yüzmeyi öğrendik, fakat bu arada çok basit bir sanatı unuttuk. İnsan gibi yaşamak..."
Martin Luther


Yaşamak için nelere katlanabilirsiniz?



Aşağılanma, kirlenme, art niyetli olma.......... Daha sayamayacağım bir sürü vasıf "yaşam haklarınızı" elinizde tutmak için size ciddi bir destek sağlayacaktır. Ama siz bir hiçsiniz. Geçmişteki milyonca insandan hiçbir farkınız yok. Oksijen tüketiyor, yiyor-içiyor, ihtiyaç gideriyorsunuz. Yani siz yaşam tarzınızda hangi vasıflara sahip olursanız olun bu tamamen sizinle ilgilidir, biraz daha gidersek en fazla sizin çevrenizi bağlar. Bugün küfrettiğiniz şeye yarın iman etseniz herkes bunun sizin "yaşamsal haklarınızı" koruma/geliştirme çabanız olduğunu anlayacaktır yani bu konu SİZİN'dir.



Peki ya devlet?
Milyonca insanı bünyesinde barındıran bir kurum/birlik yaşam hakkını nasıl korur/geliştirir? Hangi vasıflara sahip olmalıdır, nelere katlanmalıdır? Devleti yaşatmak bambaşka bir durumdur. Kuşaktan kuşağa incecik bir kristal bardak hassasiyetiyle aktarılması gereken bir gelenektir. Tarihimiz -çok şükür- yüzyıllara meydan okuyan devlet yönetimleriyle, bağımsızlıklarla dolu. Yaşamak için hiçbirzaman aşağılanmaya, kirlenmeya ve art niyetli olmaya tenezzül etmedik-biraz da bu yüzden hep yıkıldık. Devleti ayakta tutan kendi "yaşamsal haklarını" bizlere helal etmiş insanlardır. Bir toprak, bayrak ve onun altında yaşayan milyonca insan için yapmayacağı fedakarlık olmayan bir avuç insan.
Devlet, içinde yaşayan milyonca insan değildir! Devlet renginizi belirleyen bir bayrak, sahanızı belirleyen toprak, cesareti ve zekayı temsil eden bir avuç insandır. Geri kalan ise bu oyunda yaralanmaması gereken-oyunu zorlaştıran- dekordur. Tarih onları yazar. Halk devlet nezaman olur? Halk gerçekten kendi çıkarlarını unutup, birbirine kenetlenip sadece DEVLET'i yaşatmak için kendinden vazgeçerse oyuna dahil olur. Halk sürpriz oyuncudur, planlarda asla yer almaz. Ama yer aldığı durumlarda en etkin güçtür. Bu demek oluyor ki tek tek bir hiçiz. Hepimizi toplayınca bir değer arzediyoruz.




Ait olduğumuz topraklar dil ve rengimiz(bayrağımız); bizi bir arada tutan bu kavramların soyutluğu çoğu kez paranın ve rahatın somutluğunun gölgesinde kalıyor. Bu devlet içinde geçerli mi? Bir düşünelim; cesaret ve zeka bir savaşta taraf olmak için yeterliyse eğer bu zeka ve cesaret birgün kendisine döner-ki dönmüştür. Cesaret ve zeka şeytanında çantasında vardır- öyle olmasa isyan etmezdi ve elma olayı da malum. Devlet için gerekli olan en temel şey koşulsuz bağlılık. İşte devleti bizim sıradan hayatlarımızdan ayıran en temel doku.
Devlet yönetimini halka dayandırdırmak-yani bize- büyük bir risk almak demektir. Çünkü hayatında koşulsuz bağlılık nedir bilmeyen çok insan var. Satın alınan oyuncular, dağıtılan rahat hayat garantileri (bir zamanlar papazların sattığı enduljanslar gibi) devleti yokoluşa sürükleyebilir yada süründürür(sömürgeler). Devleti halka dayandırmak sürpriz gücün arada bir oyuna dahil olup dengeleri değiştirmesine engel olmaktır. Devlet kendi varlığını "derin" mekanizmalarıyla garanti altına almış, halka en iyiler arasında seçim yapma şansı sunmuştur(normal bir devlette).




Trajedi zamanı:
Devletin derin mekanizmaları bağlılıklarını yitirir ve etkin güç halk bilinçsizleştirilirse ne olur? Bitkisel hayatta ki bir inek gibi; vücudu süt vermeye devam eder ve istediğin zaman kesebilirsin, bütünüyle senindir. Bu durum acınası bir durumdur. Çünkü bildiğin tanıdığın gelenek değişmiş başka devletlerin her dönem değişen dış politikalarına göre değişen bir yönetim gelmiştir. "Senin toprtaklarında senin önceliğin" yoktur artık, seçtiğin kişiler, kötü bildiklerin yada bağlılığına toz kondurmadığın insanlar toz duman içinde karışmıştır. Senin seçtiğin sana kasteder, küfrettiğin elinden tutmaya çalışır. Derin mekanızmanın son bağlı insanlarıda dışarı alınır ve gol! Artık çok uluslu bir firmanın şubesi olmuşsundur.
Derin mekanizmalar devletin yaşamsal haklarının garantörü ve etkin güç halkı yeri geldiğinde tetikleyen mekanizmadır. Halka dayalı bir yönetimde olmazsa olmazdır. Ancak eğer olurda bu mekanizma bir çıkmaza kitlenirse (öyle yada böyle devre dışı bırakılırsa) son çare halk ve devletin kesiştiği ordudur. Ordu da hem halk hemde devlet bir arada bulunur. Ordu devletin ve halkın arasında güven köprüsüdür. Ordu mekanızmadaki arızaları denetler, hatalıları bulur yokeder ve sonunda devleti eski çalışır haline sokar, çekilir. Kimi devletlerde arızalanan derin mekanizmalar değil ordudur ve ordu sağlam mekanizmaları bozmak için duruma el atar ve kalır. İkisi arasındaki en temel fark şudur; Bozmak için el koyan ordu çoğunlukla dış ülkelerin biri yada bir kaçı tarafından desteklenir. Düzeltmek için gelen ordu ise dış ülkelerin biri yada bir kaçı tarafından çoğunlukla kınanır.




Trajedinin dozu artıyor:
Peki bütün bu sistemlerin hepsi devre dışı kaldıysa? Yani devletin temel dokusu bağlılık çökertildiyse? Başka ülkede yaşayan insanlara verilmek üzre geçiş döneminde size sunulan haklar fazlasıya geri çekilir. Daha az yemeniz, eğlenmeniz ve daha az huzurlu kalmanız istenir. Kendi ülkenizde belkide kendi komşunuzdan korkar hale gelirsiniz. Sadece acı çekmemek için bile birçok şeye razı olmak zorunda kalırsınız. Öyle bir hal alır ki bu durum; kaçarken geride bıraktığınız kendi evladınız bile olabilir.




Ama yinede bir ihtimal var!
Devleti yaşatmak için halk uyanabilir! Kendisini aldatan cesaret ve zeka timsali insanların bağlı oldukları direklerde dalgalanan bayrakları farkedebilir! Oyunun sürpriz oyuncusu, etkin gücü bu oyunu tersine çevirebilir netekim çevirmiştirde! Bilincini, tarihini, kültür ve geleneğini savunabilir! Eğer oyuna halk dahil olursa tüm planlar alt üst olur. Bu planlar tüm bağlılık gerektiren derin mekanizmaları çökertilmiş kendi ülkesinin, kendisi için hazırladığı planlar değildir tabi ki! Bu planlar size ve gelecek kuşakalara her nesilde daha zor bir yaşam içeren başka devletlerin, oyunu kazandı sanılanların planlarıdır!



Devlet; eğer bağımsızlığı, dili, gelenekleri ve yaşayayacak toprağı içeriyorsa bir evlada bırakılacak en büyük "yaşamsal hak" tır. Onu korumak için bütün gönüllü mekanizmalar bozulmuş yada satın alınmış olsada kanında bayrağının kırmızısı olan ve kalbinde ülkeyi kurtaran topların gümbürtüsünü duyan halk bu oyunu kazanır!

13 Eylül 2007 Perşembe

Yalan






Paganlar hristiyanlığın ezilen halk arasında hızla yayılması karşısında onunla savaşmayı kestiler. Hristiyanlık güce değil adalete dayanıyordu o vakit. Peki ne yaptılar? Koca pagan devleti parçalanacak mıydı? Tabiki hayır. Paganlarda hristiyan oldular. Sonra adaleti ve saflığı ile ezilenlerin kalbine giren bu dini papazların, papaların desteğilye yeniden güce dayanan bir inanışa dönüştürdüler. Paganların ismi değişti sadece. Hz. İsa peygamberlikten Tanrı'nın Oğlu mevkiine yükseltildi, ilahileştirildi, pazar günleri (Sunday-Güneş günü, Güneş paganlarda kutsaldı) ibadet edilmeye başlandı vs.. Bunların hepsinin yapılış amacı yalansız ve yansız olan, halk ile peygamberin eşit olduğu adil bir inanışı pagan geleneklerine göre yeniden güce daynan bir sisteme dönüştürmekti.Netekim başardılar.

Şimdi dünyada milyonlarca kişi bu haliyle hristiyanlığa saf ve temiz bir şekilde inanıyor. Şimdi inananlar yalancı değil, onlar sadece buna inandırılımış nesiller. Aslına bakarsanız konu hristiyanlıkda değil. Bu sadece küçük bir örnek.

Bir kuşak önce söylenen büyük bir yalan bir kuşak sonra gerçek olarak filizleniyor. İnsanlar çıkarcı, düzenbaz ve inançsızlaştıkça gözlerinin içine içine ışık tutan bütün doğruları ve güzellikleri yüceltip erişilmez kılmak istiyor. Bunun nedeni güzeli ve doğruyu yapılması gereken doğal olarak beklenen bir davranış olmaktan çıkarıp yalnızca çok yüksek ahlak ve irade ile insan üstü bir hale sokmak. Bu sayede kimse ondan bunları yapmasını istemeyecek ve onu normal bir insan olarak benimseyecek. Şimdi aşkı, sevgiyi ve ona benzer bütün güzellikleri övmeyi ve yüceltmeyi öğrenmiş ve buna safça inanmış bilmem kaçıcnı nesil olarak; Aşkı, sevgiyi, saygıyı vs. hepsini olması gerektği gibi taşıyan bir insan gördüğümüzde onuda yüceltiyor ve övüyoruz. O farklı, o mükemmel, bu ona Tanrının bir lütfu! Laf!

Bütün insanlar olarak kutsal kitaplardaki gerçeklerede sırtımızı dönmüş bir vaziyette kendi yazısız kitabımızı oluşturuyoruz nesillerdir. Bizden beklenen herşeyi yüceltiyor ve uzaklaştırıyoruz, çocuğundan ilaç saklayan anneler gibi en yükseğe kaldırıyoruz onları. Kutsal kitap birliğe beraberliğe davet ederken bizim kitabımız kendine çalışmanın faydalarını anlatıyor.Kitabımızda haram olan şeylerde Kutsal kitaptakinden az. Biz bunlara inanıyoruz! Saf ve temiz olarak! Suçumuz yok. Bu nesiller önce yazılmış bir masal ve artık hayatımız bu masal.

Yalanları yalandan lanetleyip yalanlarla hayatımza katmakta ustalaştık. Artık neyin doğru neyin yanlış olduğunu kestirmek okadar zor ki. Birileri birşeyleri yoketmeye çalışıyor, vicdanın el vermiyor dur diyorsun. Bakıyorsin ki karşında milyonca insan, yoksa bende mi bir hata var diye düşünüyorsun. Birileri ucuz fahişelerin ucuz jigololarla yaptığı bir hafta on günlük maceraları "Aşk" diye dayatıyor, birileri atalarına küfretmeni istiyor ve bunu "çağdaşlaşma" olarak yutturmaya çalışıyor, birileri ölme ve öldürme yetkisini "Alalh için" devralıyor Azrailden... Dünyada artık yazısız bir kitabın ayetleri fısıldanıyor nesilden nesile. Kimin doğru kimin yanlış olduğunu kestirmek, çıkarlara bulanmış yorumlara yapışıp kalmadan kutsal kitabı dorğu anlayabilmek artık daha da zorlaşacak.

İnsanın tek sığınacağı yer "Allahın Evi" camilersanıyorsunuz, değil. Tek adres Kalpleri. İftar için kandillere bakıyorsunuz ya bu Ramazan; birde kalbinizdeki o evde bir mum yakmak için bütün dünyayı karşınıza alma pahasna iftahar edeceğiniz birşey yapın.