İnsanların sadece kendi aralarında yaptıkları antlaşmalarla bugünlere gelmiş olsaydık belki bugün kahramanlık, coşku, hüzün, mutluluk ve ya güven duygularını hissederek andığımız pek çok olay tarih kitaplarımızda olmazdı. Çünkü toplumsal olarak hareket eden insan, kendisinden farklı toplumlarla karşılaştığında ilk düşüneceği şey kendi çıkar ve haklarıdır. Bu meşru temelde karşısındakini yok etmeyi ya da onunla işbirliği yapmayı seçebilir ve ona nerde durması gerektiğini hatırlatan başka bir kural olmadığı sürece bu iş bir soy kırıma ya da sömürüye dönüşebilir.
İnsanlığın varoluşunda ona yön veren, onun aşırılıklarını törpüleyen ruhsal bir yanı var. Barbar ve inançsız bir kavim ya da kendi arzularını yerine getirmeleri için onlara açık çek veren bir tanrı inancına sahip toplumlar dışındaki tüm milletlerde böyle aşırılıkların depreştiği dönemlerde çoğunluğa karşı doğruyu haykıran sesler hep vardır, var olmalıdır. Çünkü bu, insanların inandıkları tanrıyla yaptıkları yazısız bir antlaşmanın koşuludur. Bizim gibi dünya yaşamını ahiret hayatına geçmeden önce bir sınav olarak gören bir inançta ise bu aynı zamanda inancın kuvvetini gösteren bir işarettir. Tüm dünyaya barış ve huzur getireceğine emin olduğunun böyle bir inancı hiç bir karşılık beklemeden anlatmaya ve yaymaya çalıştığında bile bu sınavda başarısız düşebilirsin. Çünkü hedefin kadar ona giderken takındığın tutum, izlediğin yol da çok önemli. Karşında iki kelimeyi bir araya getiremeyen, senin kadar okumamış, jargona ve bu konuda edilmiş binlerce söze hakim olmayan birinin samimi bakışlarını ve dikkatini sana çevirmesini istediğinde ona gerçekten ne vermek istiyorsun? Gerçekten mutlu bir hayat mı yoksa sadece senin hanende kabul gören bir sayı olmayı mı? Peki bu pek bilmeyen ama gerçekten birşeyler yapmak isteyen insanı teşvik etmek için ne kullanacaksın? Gerçekten herşeyi olması gerektiği gibi yaşadığı için duyduğu hazzı mı yoksa böyle yaşamazsa dışlanma,yalnız kalma ve cehenneme kadar varana aşağılanma dolu bir yola sürüklenme hikayesi mi?
Bu sorulara vereceğimiz cevap bilgisiz ama doğruyu yaşamak isteyen insanın değil bilakis ona birşeyler öğretme ve onu yöneltme çabasında olan kişilerin sınavıyla alakaladır. Eskinin değerli bilim insanları beşeri bilimlerle ilgili yaptıkları çalışmaları deneylerle ispat etmelerine rağmen bunları yazdıkları notların en altına şu cümleyi yazarlardı;" Şüphesiz ki gerçeği yalnızca Allah bilir." Bu cümle şu anlama gelmektedir: Benim aklım, ilmim ve becerimle ben bu kadar görebildim; elbetteki O'nun kudretinden sual olunmaz ve ancak O'nun dediği olur.. Yani kendi görüşünü kabullendirmek ve onu yaymak için her türlü vebali üstlenmek samimi bir hizmetkar olmaya yetmiyor. Ne kadar emin olursan ol, bizzat içinde dahi olsan bazı olayları durumları kesinlikle tam olarak algılaman imkansız. Bu konuda yapacağın taraflı şahitlik ve ya yöneltme senin iyi niyetli olmana bakılmaksızın tamamen hayatları olması gereken yoldan saptırabilir. Senin anlattığın şekilde yaşayan insanların sayısı milyarlarca da olsa her biri tek tek kendi vicdanlarını senin fikrine dayandıracaklar ve sen bu mes'uliyeti üzerinden atmak için "Ben böyle olduğuna inanıyorum ve yaşıyorum, hakikati sadece Allah bilir!" diyememişsen bu konuda suçsuz olduğunu söyleyemezsin. Bir saatten sonra herkes çoğunlukta olmanın öz güveniyle senin anlattıklarından şüphe etmekten tamamen uzaklaşacaklar ve bu telafisi mümkün olmayan bir hata olarak senin sınav kağıdına yazılacak.
Peki doğrusu nedir? Doğrusu anlatmak kadar yaşamaktır. Sen "kıldan ince kılıçtan keskin adalet çizgisini her ne olursa olsun takip etmek gerektiği"ni savunuyor ancak iş uygulamaya geldiğinde parmağını kaçırıyorsan nasıl samimi olduğunu iddia edebilirsin? Gerçekten doğruyu göremeyen insanları sonsuz bir azap beklediğine inanırken o insanların bu dünyada da acı ve azap çekmesini hangi merhamet ve vicdan hissiyle açıklarsın? Bunun gibi söylenenle yaşanan arasında yüzlerce çelişkiyi farketmeden sana bakan samimi gözlere emin bir şekilde söylediğin her şeyin neleri etkileyeceğinin farkında olmadan yaşıyorsun.
Hayatım boyunca yaşantıma uygun olmayan şeyler yaşayan insanlarla bir arada bulunduğumda hep şu cümle aklıma gelir; Hastaya değil hastalığa düşman ol. Çağımızın en yaygın ve en azılı hastalığı olan" Çıkar" o kadar kuvvetli ve teşhisi o kadar zor bir hastalık ki. Her inanç, düşünce, fikir, eser ve ya görüşü kendisi için eğip bükebilir. Evrendeki haris kara delikler gibi, maalesef bazen dosdoğru ilerleyen ışık gibi gerçekler bile ona boyun eğebilir. İşte bu noktada dizleri üstüne çöküp çaresizce ne yapacağını bilmeden bir ipucu bekleyen insanlar için değişmez bir kitap bırakılmıştır. Onun sözcükleri çıkarın eğip bükemeyeceği bir kudret tarafından söylenmiştir. Sen yaşantını gözden geçirdiğinde bu hassasiyeti gözetip hasta ve hastalık arasındaki farkı anlayarak yaşıyorsan zaten insanlar senin yaydığın şifaya gelecektir. Eğer sen hasta olmamak için bünyeni güçlendirmek yerine tüm hastaların yok olduğu bir dünya peşine düşersen yine çıkar hastalığının avcuna düşmüş bulursun kendini.
Adalet, samimiyet,teslimiyet ve merhamet duygularını çıkar hastalığına yakalanmdan yani eğip bükmeden hayatına yansıtabiliyorsan en büyük hizmeti yapıyorsun demektir.
Tabi yine şüphesiz gerçeği sadece Allah bilir...