28 Kasım 2008 Cuma

Dönüşüm

resim 

Kafamda ne çok düşünce vardı... Ben buraya bu yazıyı yazdığımda her şeyi anlamış olmanın vicdani rahatlığında olacaktım. "Anladım ve düzelttim her şeyi!" Neden böyle? Neden yüzyıllık bir ağaç birkaç dakikada kesilebiliyor? Neden yıllar süren ömür, can, bir anda teslim ediliyor? Neden bu konuşmada düşüncelerimde açan filizler bir gece ayazında donup ölüyor?

Evet, bu yazıyı yazacak adam değilim fakat yazmak zorundayım. Amacım bu yazıyı okuyanlarla konuşmak değil, kelimelerin kırılıp döküldüğü, bir kum fırtınasının göğü kapattığı ve güneşin bilgeliğinin bittiği yerde konuşulanları anlatmaktı. Ben kendimi rüzgâr sanıyordum, bir anda fersah fersah yol almıştım. Yüzyıllık ağaçların, yıllar süren ömürlerin tecrübelerini bir çırpıda katmıştım bünyeme ki...

Bu yazıyı yazmak zorundayım, tarafımı belli etmek zorundayım. İçimde kıtaları ayıran bir deprem, mesul olduğum günah ve o günaha diktiğim rengârenk bahaneler... Hepimiz enkaz altında kalmıştık. Küçümsediğim, karıncalar birer birer geçiyor önümden. Onların evleri yeraltında, onlar benim gibi göğe yükselen bir kule dikmeye kalkışmadılar... Bunca zaman aynı topraklarda yaşadığım her şeyle arama tuzlu bir gözyaşı denizi giriyordu. Tanrıyla konuşmaya kalkan adama bakın! Şimdi başka kıtlarda olan kayıp yanlarına boğazı patlayıncaya kadar sessizlik haykırıyor, duyuramıyor kendini. İşte burada yazılanlar bu toprakların bilmem kaçıncı kuşağında yetişen gözü kara evlatlarına haykıracak birer kitabe.

Belki gerek kalmaz, belki akıllanırım ve şuan kaldığıma inandığım topraklarda birbirine karşı duran kaç cephe varsa hepsinden birer nefer alıp koyacak bir gemi yaparım. Bu büyük kıtadan kalan parçalarımı gezerim tek tek, yerleşmek istesem de yerleşemem hiç birine... Nasıl ki seviyor-sevmiyor’a kurban edilmiş bir papatyanın beyaz bir papatya yanında alımı yoksa... Öze yolculuğumda kopup giden toprakların hiçbiri o bütünün güzelliğini yaşatmaya yetmez.

Ben işte bu yüzden rüzgâr olmak istedim, bu geminin yelkenine dolup her toprakta her şeyden biraz bırakayım diye... Hiç yorulmadan bütün topraklarıma özgürce dolayım diye. Fırsatım da oldu üstelik... Ben her şeyi anlamıştım, rüzgâr olmayı öğrenmiştim ama...

Bütün büyük güçlere bakıyorum. Güneş, hayat veriyor ama ona yaklaşmanın yok olmak olduğunu da inkâr etmiyor. Saçtığı ışık bir sarayı da aydınlatıyor, bir fare deliğini de... Ayrım yapmıyor! Mehtap örneğin; kadehteki rakıda da bayraktaki hilalde de gocunmadan duruyor ve diyor ki ben size nefes veremem. Hepsi kibrinden arınmışlar ve kendi gerçekliklerini (asında yazmak istediğim bu değil ama) inkâr etmiyorlar. Aynı fırsat bana verilse ve ben su olsam, can veren hayata... Topraktan çok bulutta olmam mı? Selleri ve o sellere de yıkılan evlerin suçunu rüzgâra atmam mı? Ben her daim duru ve berrak kalmaya çalışmam mı? Hayır demeyi çok isterdim, ama diyemiyorum. Ben kanımdaki sarhoşluğu inkâr etmeden bu sarhoş hal kanımı inkâr etti... Benim oldum sandığım rüzgâr, burnunu deliğinden çıkarmış farenin korkak nefesiydi... Konuşma boyunca yüzüme çarpan bu kum taneleri ise ki göğü kapladığını söylemiştim, benim rüzgar olmama engel nedenlerdi.

Haksızlığa uğradığımı iddia edebilirim. Çünkü rüzgâra meydan okumak taze bir fidan için okadar da korkulacak bir şey değildir, nihayetinde koparıp alacağı birkaç yaprak yâda daha yeşil bu fidanın ta kendisi-en fazla. Beni korkutan gölgesinde olduğum Çınarların vebalini almaktı ki bu konuda yemin ettim. Yeraltında duran kökleri- bu dünyada temizlenecek çok nefes olmasından belli ki- yer üstündeki dallarının yanında ziyadesiyle azdı. Ben yağmura, güneşe, rüzgâra ve toprağa kolayca meydan okurum. Ama onlardan kopan tek bir dal, düşen bir taze yaprak bana bir ömür azaptan başka bir şey değildir. Ben onların gölgesinde büyüdüm, güneşi yapraklarından süzerek verdiler bana. YAPAMAM! Benim hakkımda ne düşündüler bilmiyorum, kum taneleri daha da artmaya başladı gökyüzünde. İşte bu kum taneleri bu saydığım nedenlere rağmen yaşayan isimlerdi. Korkmak, ne için olursa olsun, korkmaktı.

Her şeyinle her şey olmaktan korkmak nedensiz mi? Diğerlerine kattıkların ve sana kattıklarıyla herkese ulaşabilmek nasıl bir hayattır? Ben, yanardağlarını söndürmüş topraklarımla ta yaşamın merkezinde duyuyorum bu cevabı... Suyu yatağına, bulutu rüzgâra, tohumu toprağa bırak… BIRAK! Hepsi yolu bulur... Sen kendini sevdirmeye çalışmayı bırak! BIRAK! Kendini sevilmeye bırak... Her şey için bir yol vardır ki mutlak bir ölümün olmadığı bu evrende bu doğru bir çıkarımdır. Seni toprağın altına yatırdıklarında yeniden bir insan olarak çıkamazsın ama o topraktan çıkmazsın diyemez kimse. Çiçek olur, böcek olur toprağın ta kendisi olur yine çıkarsın. Her şeyinle her şey olmadan, iyiye de kötüye de karışmadan ne sen ölümsüzlüğü bulursun ne rüzgâr olup esmeyi öğrenirsin. Su, toprak, ateş, hava... kibirsizliğin ve her şey olmanın son noktasıdır. İşte bu yüzden kimisi cesedini yakıp küllerini rüzgâra savurur, kimisi toprağın altına eker bir tohum gibi ve su döker yeniden yeşermesi için. Nihayetinde temel amaç her şey olabilecek kudreti kendi içinde bulmaktır.

Şuan sahip olduğum herşeyi yeniden düzenlemek demek, bilinen bütün anlamımı silmek demek, bugün dönen dünya üzerinde başaramamış bir salak olmak demek, alay edilen hor görülen ve sevilmeyen bir adam olmak demek. İşte canımı acıtan derinlerden çıkan korkular. Oysa biraz daha sıksam dişimi, onları haksızlığa uğradığıma kendi namıma korku duymadığıma ikna edebilirdim.

Her şeyinle her şey olmayı kim başardı ki? Güneş rüzgâr olabilir mi? Ya da rüzgâr su? İşte gerçeğe giden yol ve bu konuşmada bilgeliği yıkılan dört mağrur element! Bana rüzgâr olmayı siz öğretemezsiniz, çünkü siz her şeyin temelinde birbirine dönüşmeyen, son kalanlarsınız!

Gökyüzü kumlarla doldu birden, güneş kayboldu, rüzgâr kayboldu dört yanım toprak olmuştu sanki kafamın içindeki kabirde sorduğum soruya cevap arıyordum. Çarpan kum taneleri üstümü başımı yırtıyor, beni tüm bahanelerimden, ithamlarımdan ve kibrimden arındırmaya çalışıyordu. Sıra etime gelmişti, kanıyordum dizlerimin üstüne çöktüm, kanım kum tanelerini kızıla boyadı. Sonra her şey durdu, kum taneleri hızla yere düştü: Bir ışık gözlerimi kamaştırıyordu, ben kırmızı bir kilimin üstünde benim gibi bir sürü insanla bir odadaydım, son kalanlarla. Bunca yıllık tarihimde ilk kez bana söylenen her şeyi yapacak kadar suçlu hissetmiştim kendimi. Günahımla yüzleşmek için gözümü ışıktan sakınmadım...

Bugün bunları yazan insanla bunları yaşayan insan, arasında çok fark var diyebilirim. O; dört kıtaya karışan kızıl kum tanelerinin varisi, bu yazıyı yazan ise her şeyden biraz yaşamayı her şeyi yaşamak sanan bir ahmak. Bunu yazmak, korkularını kitabelere yazan nice bilge gibi, soyumda bir gelenektir, bu yüzden yazmam gerek.

20 Kasım 2008 Perşembe

Kaçış





Kırılan oyuncaklarımı düşündüm, en başa sardım yani... Kırıldıktan sonra bir çöpten fazlası değillerdi o vitrin camlarında hayranlıkla izlediğim oyuncaklar. Sosyal yaşamda da farklı olmadı; kötü olarak nitelendirdiğim-yani bozulan- insanlardan uzak durdum, yok saydım ve kaçındım. Bunları neden anlatıyorum? Çünkü kırılmaz oyuncaklarımı kaybettim... Çünkü hiç ummadığım anda omzumda bir el hissettim, bu el beni çok iyi tanıyan ve artık benimde onu daha iyi tanımamı isteyen birinin eliydi.

Bu karşılaşmadan bir hafta sonra doktorun karşısındaydım, tavsiye edilen bir psikiyatr. Bana klasik çocukluğuna inme yolunu uygulamadı-aslında onunla konuşmalarımız bir çay muhabbetinden farksızdı. Beni merakla dinliyordu, bunun için para aldığını düşünmüyordu, buna eminim. Onunla karşılaşmanın öncesinden uzun uzun bahsettim, yakın geçmişimi bütün detayıyla önüne serdim. Gayet normal bir hayat sürüyordum, kafa sağlığımı bozan şeyi o karşılaşma öncesinde arıyordu.

"Oyuncakların kırılmadı, onları kırdın ve o arkadaşlarının hepsini başkaları bozdu. Biliyorum, çünkü çoğu kez bu oyuncakları ve insanları ben tamir ettim. Seninle yarışıyordum, sende insanlara iyilik dağıttığını söylemiyor muydun?"

Arkadaş ilişkilerim bayağı bir karışmıştı, kimse güvenilmeyi hak etmiyordu. Ardı ardına çekilen silahlar, ortaya dökülen içte kala kala çürümüş sözler beni bir süre okul çevresindeki yabancı kitleye itiyordu. Onlar henüz kokmuyordu ve benim sakin kafayla düzgün adımlar atmam gerekiyordu. Doktorum bana kaçtığım kişileri uzun süre tanıyıp tanımadığımı sordu. Elbette tanıyordum, en yakın dostlarımdı ama bu kaçış bir tür şımarıklıktı, temelde beni rahatsız eden kendi kontrolsüzlüğümdü. Bunu yeni tanıdığım insanlarda kolayca görüyordum; sanki aynı arabadayız ve benim direksiyonu iyi idare edememem onu korkutuyor ve hemen direksiyonu yönlendirmeye kalkıyordu, tam olarak buydu olan.

Ben iyilik dağıttığımı söylemedim, benim yaptığım sadece insanlardan bir vakit ödünç aldığımı onlara geri vermek. Oyunun gerçek kuralı bu değil miydi? "Ama hep yardıma ihtiyacı olmayanları seçiyorsun, kusura bakma ama bu böyle. Ben mesela, bir hamam böceğiyle bir kanarya arasında tek fark görmem; sen ise farkı görmediğini iddia edip kanaryaya giden bahane basamakları döşersin, yanılıyorsam söyle?" Senin yanılman ne mümkün! Tamam, bu benim hatam olabilir ve ben seninde bildiğin en büyük bahaneye sığınırım "Hatasız kul olmaz"


Olmaz! Ben bu arkadaşlarımı bırakamam! Şu dönem geçici bir dönem... Ben sadece onlara bir ders vermek için girdim bu uzak durma oyununa. Hem onlar benim peşimi bırakmaz... Bunca dil dökmeme rağmen doktorumun dediği şey şuydu; Kafanın içinde biriktirdiklerin ete bürünmek için zaman kolluyor, şizofrenin eşiğindesin. Bütün söylemediklerini söyle, boşalt orayı.. Durum ciddiye gidiyordu, keşke çocukluktan başlasaydık.. Hiç olmazsa biraz vakit kazanmış olurduk. Ama hala geç değil, hala ona çocukluğumu anlatabilirim..


"Bir insanın karakteri çocuklukta gelişir. Sen küçükken karıncaları arılara yem eden sonra arıların elinden kurtarmak için çırpınan adam değil misin? Senden küçükleri döven, ağlayınca da cebindeki parayla kendine alamadığın şeyleri ona alan çocuk sen değil misin? Bu iyilikleri hangi sınıfa sokmalıyım sence?" Beni ne kadardır tanıyor böyle! Dediğin gibi ben bir çocuktum! Merhametimin bencilliğimden fazla olmasıyla bile övünmeme izin vermiyorsun! Büyüdükçe taşlar yerine oturdu. Artık insanları ağlatmıyorum, başkalarının ağlattığı insanları güldürüyorum.


Bu bana ne kazandırır? Yani sıfırdan başlamak... Bunca emek verilmiş bunca insan, güven... Hepsinin güvenilmez olduğu yalanmış, şuan bunu düşünüyorsam evet bu düşünce oldukça yanlış. Esas problem şuydu; çoklu hayat kuramı (yani bütün arkadaş çevrelerini birbirinden uzak tutma ilkesi) çatırdıyordu, çünkü kişiler birbirine hızla yaklaşıyordu. Hepsinin bildiği ben aynı mıyım? Şimdi doktoru anlıyordum! Bir anda direksiyona yönelen ve farklı yönlere çeken bir sürü insan! Big-Bang! Ben ne geveze adammışım, her biri bir diğerinin ismini biliyor! Dahası kaleme hızla yaklaşıyorlar, yani kimsenin olmaması gereken yere! Sanırım bazı dostluklar bitecek, en dişli olanlar başta! Birileri ağlayacak, buna eminim..



"Güldürdüğün insanları diyorum bende, sana gülüyorlar. Onlar bunu senin merhametin olarak değil kendi zekâlarının sivriliği olarak görüyorlar. Sen yardım etmiş olmuyorsun, onlar seni kullanmış oluyor". Ondan böyle sözler beklemiyordum, bana iyilik yapmamamı öğütlüyor! "Ben sana iyilik yapmanın da kuralları olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Mademki bu yola girdin o halde gerçekten yardıma ihtiyacı olanla olmayanı ayırt etmen gerekecek. İşte karıncalara bakmakla her birini ayrı ayrı tanımak böyle bir şey... İnsanlar sana yardım ederken rasgele seçmediler seni, gerçekten ihtiyacın odluğunu gördüler."


Onları özlediğimi belli etmemeliyim, böylesi daha kolay olacak. Her zaman ki gibi kendine oyalanacak bir şeyler bul, oyalanacak hayatlar seç... İşte yine o arıyor, kapat!

Doktorum "Alt bilincinde bile akıl hastası olma korkusu var, yoksa bunca hayatı aynı anda bozutmadan nasıl yaşayabilir insan?" diyor, Peki ben neden buradayım?

Benim iyiliklerimi ve bana yapılan iyilikleri biliyorsun, ne diye üzerime geliyorsun? "Sana yardım etmeye çalışıyorum, taşıdığın çuval omzunu çökertmiş, ben diğer omzuna elimle bastırıyorum ve..." Çuvala yardım etmekten kaçıyorsun öyle mi? "Çuvalı taşımayı seçen sensin, bence sadece bir sürü ceset var o çuvalda ve çoktan gömülmeleri gerekiyordu." Daha onlarla işim bitmedi. "Oyuncaklarına can vererek Tanrı olmazsın. Hem onlara giydirecek doğru dürüst bir kıyafet bile yok, üzerindekiler sadece dikkatsizlerin göreceği bir kumaştan dikilmiş. Biri dönüp bir kez daha bakarsa?" Konu çuval değil, benim iyiliklerimdi ve ben gerçekten iyilik yapmak istediğimi, yanlış insanların benim suçum olmadığımı söylüyordum, bir Tanrı olmadığım için insanların içini göremiyorum!

Her ayrıntısına kadar bir bir dinamit yerleştirilmiş bu gemiyi kıyıdan iyice uzaklaştırarak imha etmeye karar verdim, bu doktorumun ve kafamın içinde doğru cevaplar veren yanımın tavsiyesiydi. O kadar alışmışım ki birilerinin kararlarına mühür basmaya.. Bundan sonra sadece tavsiyeler için...

"Sen daha kendini görmüyorsun, ben bile buraya sırf sana yardım etmeye geldim. Bu dokuduğun şey, sen hayat diyorsun, içinde ki güzel şeyleri de alıp gidecek. Gerçek güller satan yapma çiçekçi olacaksın. Sana büyüdüğünü hatırlatıyorum bir kez daha, artık kırılan oyuncakları tamir edebilirsin. Ama kırılmayan oyuncak yoktur ve bozulmayan insanda.. Kendine kırılmayan bir oyuncak ararken bozulup geride kalan sensin. O taşıdıkların, inan o kadar ağır değil, sana ağır gelen omuzların üzerindeki başın.." Geri döndüğümde onları yine güldüreceğim öyle değil mi? "Onların dikkatini gerçekten çekebildin mi?" Bir şey diyemem... "En iyi bildiğin işi yap, attığın karıncaları kurtar."


Doktorumu ilk ziyaretim, tedavi sonrası son derece ferah bir kafam var. Yeni yıkanmış bulaşıklar gibi, kimsenin yanaşıp kirletmesine izin vermiyorum. Söylemeyi unuttum, havaya uçan gemiden yüzerek gelenler var... Onların ne kadar tehlikeli olduğunu şimdi anlıyorum.. Ama bir fırsatları daha olmayacak. Beni buraya getiren karşılaşma, sanırım onu kimsenin detayıyla bilmemesi en hayırlısı. Doktorum bu konuda yeminli olduğunu söylüyor. Eski bir alışkanlık, zaten ona gerçek adım soyadımı vermemiştim...



"Onlara senin için iyi bakacağım, belki bir gün biri karşına çıkar.. Tamir edebiliyorum, beni tanıyorsun"

Artık tanıyorum...