Kafamda ne çok düşünce vardı... Ben buraya bu yazıyı yazdığımda her şeyi anlamış olmanın vicdani rahatlığında olacaktım. "Anladım ve düzelttim her şeyi!" Neden böyle? Neden yüzyıllık bir ağaç birkaç dakikada kesilebiliyor? Neden yıllar süren ömür, can, bir anda teslim ediliyor? Neden bu konuşmada düşüncelerimde açan filizler bir gece ayazında donup ölüyor?
Evet, bu yazıyı yazacak adam değilim fakat yazmak zorundayım. Amacım bu yazıyı okuyanlarla konuşmak değil, kelimelerin kırılıp döküldüğü, bir kum fırtınasının göğü kapattığı ve güneşin bilgeliğinin bittiği yerde konuşulanları anlatmaktı. Ben kendimi rüzgâr sanıyordum, bir anda fersah fersah yol almıştım. Yüzyıllık ağaçların, yıllar süren ömürlerin tecrübelerini bir çırpıda katmıştım bünyeme ki...
Bu yazıyı yazmak zorundayım, tarafımı belli etmek zorundayım. İçimde kıtaları ayıran bir deprem, mesul olduğum günah ve o günaha diktiğim rengârenk bahaneler... Hepimiz enkaz altında kalmıştık. Küçümsediğim, karıncalar birer birer geçiyor önümden. Onların evleri yeraltında, onlar benim gibi göğe yükselen bir kule dikmeye kalkışmadılar... Bunca zaman aynı topraklarda yaşadığım her şeyle arama tuzlu bir gözyaşı denizi giriyordu. Tanrıyla konuşmaya kalkan adama bakın! Şimdi başka kıtlarda olan kayıp yanlarına boğazı patlayıncaya kadar sessizlik haykırıyor, duyuramıyor kendini. İşte burada yazılanlar bu toprakların bilmem kaçıncı kuşağında yetişen gözü kara evlatlarına haykıracak birer kitabe.
Belki gerek kalmaz, belki akıllanırım ve şuan kaldığıma inandığım topraklarda birbirine karşı duran kaç cephe varsa hepsinden birer nefer alıp koyacak bir gemi yaparım. Bu büyük kıtadan kalan parçalarımı gezerim tek tek, yerleşmek istesem de yerleşemem hiç birine... Nasıl ki seviyor-sevmiyor’a kurban edilmiş bir papatyanın beyaz bir papatya yanında alımı yoksa... Öze yolculuğumda kopup giden toprakların hiçbiri o bütünün güzelliğini yaşatmaya yetmez.
Ben işte bu yüzden rüzgâr olmak istedim, bu geminin yelkenine dolup her toprakta her şeyden biraz bırakayım diye... Hiç yorulmadan bütün topraklarıma özgürce dolayım diye. Fırsatım da oldu üstelik... Ben her şeyi anlamıştım, rüzgâr olmayı öğrenmiştim ama...
Bütün büyük güçlere bakıyorum. Güneş, hayat veriyor ama ona yaklaşmanın yok olmak olduğunu da inkâr etmiyor. Saçtığı ışık bir sarayı da aydınlatıyor, bir fare deliğini de... Ayrım yapmıyor! Mehtap örneğin; kadehteki rakıda da bayraktaki hilalde de gocunmadan duruyor ve diyor ki ben size nefes veremem. Hepsi kibrinden arınmışlar ve kendi gerçekliklerini (asında yazmak istediğim bu değil ama) inkâr etmiyorlar. Aynı fırsat bana verilse ve ben su olsam, can veren hayata... Topraktan çok bulutta olmam mı? Selleri ve o sellere de yıkılan evlerin suçunu rüzgâra atmam mı? Ben her daim duru ve berrak kalmaya çalışmam mı? Hayır demeyi çok isterdim, ama diyemiyorum. Ben kanımdaki sarhoşluğu inkâr etmeden bu sarhoş hal kanımı inkâr etti... Benim oldum sandığım rüzgâr, burnunu deliğinden çıkarmış farenin korkak nefesiydi... Konuşma boyunca yüzüme çarpan bu kum taneleri ise ki göğü kapladığını söylemiştim, benim rüzgar olmama engel nedenlerdi.
Haksızlığa uğradığımı iddia edebilirim. Çünkü rüzgâra meydan okumak taze bir fidan için okadar da korkulacak bir şey değildir, nihayetinde koparıp alacağı birkaç yaprak yâda daha yeşil bu fidanın ta kendisi-en fazla. Beni korkutan gölgesinde olduğum Çınarların vebalini almaktı ki bu konuda yemin ettim. Yeraltında duran kökleri- bu dünyada temizlenecek çok nefes olmasından belli ki- yer üstündeki dallarının yanında ziyadesiyle azdı. Ben yağmura, güneşe, rüzgâra ve toprağa kolayca meydan okurum. Ama onlardan kopan tek bir dal, düşen bir taze yaprak bana bir ömür azaptan başka bir şey değildir. Ben onların gölgesinde büyüdüm, güneşi yapraklarından süzerek verdiler bana. YAPAMAM! Benim hakkımda ne düşündüler bilmiyorum, kum taneleri daha da artmaya başladı gökyüzünde. İşte bu kum taneleri bu saydığım nedenlere rağmen yaşayan isimlerdi. Korkmak, ne için olursa olsun, korkmaktı.
Her şeyinle her şey olmaktan korkmak nedensiz mi? Diğerlerine kattıkların ve sana kattıklarıyla herkese ulaşabilmek nasıl bir hayattır? Ben, yanardağlarını söndürmüş topraklarımla ta yaşamın merkezinde duyuyorum bu cevabı... Suyu yatağına, bulutu rüzgâra, tohumu toprağa bırak… BIRAK! Hepsi yolu bulur... Sen kendini sevdirmeye çalışmayı bırak! BIRAK! Kendini sevilmeye bırak... Her şey için bir yol vardır ki mutlak bir ölümün olmadığı bu evrende bu doğru bir çıkarımdır. Seni toprağın altına yatırdıklarında yeniden bir insan olarak çıkamazsın ama o topraktan çıkmazsın diyemez kimse. Çiçek olur, böcek olur toprağın ta kendisi olur yine çıkarsın. Her şeyinle her şey olmadan, iyiye de kötüye de karışmadan ne sen ölümsüzlüğü bulursun ne rüzgâr olup esmeyi öğrenirsin. Su, toprak, ateş, hava... kibirsizliğin ve her şey olmanın son noktasıdır. İşte bu yüzden kimisi cesedini yakıp küllerini rüzgâra savurur, kimisi toprağın altına eker bir tohum gibi ve su döker yeniden yeşermesi için. Nihayetinde temel amaç her şey olabilecek kudreti kendi içinde bulmaktır.
Şuan sahip olduğum herşeyi yeniden düzenlemek demek, bilinen bütün anlamımı silmek demek, bugün dönen dünya üzerinde başaramamış bir salak olmak demek, alay edilen hor görülen ve sevilmeyen bir adam olmak demek. İşte canımı acıtan derinlerden çıkan korkular. Oysa biraz daha sıksam dişimi, onları haksızlığa uğradığıma kendi namıma korku duymadığıma ikna edebilirdim.
Her şeyinle her şey olmayı kim başardı ki? Güneş rüzgâr olabilir mi? Ya da rüzgâr su? İşte gerçeğe giden yol ve bu konuşmada bilgeliği yıkılan dört mağrur element! Bana rüzgâr olmayı siz öğretemezsiniz, çünkü siz her şeyin temelinde birbirine dönüşmeyen, son kalanlarsınız!
Gökyüzü kumlarla doldu birden, güneş kayboldu, rüzgâr kayboldu dört yanım toprak olmuştu sanki kafamın içindeki kabirde sorduğum soruya cevap arıyordum. Çarpan kum taneleri üstümü başımı yırtıyor, beni tüm bahanelerimden, ithamlarımdan ve kibrimden arındırmaya çalışıyordu. Sıra etime gelmişti, kanıyordum dizlerimin üstüne çöktüm, kanım kum tanelerini kızıla boyadı. Sonra her şey durdu, kum taneleri hızla yere düştü: Bir ışık gözlerimi kamaştırıyordu, ben kırmızı bir kilimin üstünde benim gibi bir sürü insanla bir odadaydım, son kalanlarla. Bunca yıllık tarihimde ilk kez bana söylenen her şeyi yapacak kadar suçlu hissetmiştim kendimi. Günahımla yüzleşmek için gözümü ışıktan sakınmadım...
Bugün bunları yazan insanla bunları yaşayan insan, arasında çok fark var diyebilirim. O; dört kıtaya karışan kızıl kum tanelerinin varisi, bu yazıyı yazan ise her şeyden biraz yaşamayı her şeyi yaşamak sanan bir ahmak. Bunu yazmak, korkularını kitabelere yazan nice bilge gibi, soyumda bir gelenektir, bu yüzden yazmam gerek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder