22 Aralık 2010 Çarşamba
A. Kan
Kurulmuş duvarlar
depremle çatırtıyordu
"yokluk" sızan ışıkla eriyor
"boşluk" esen soğuk rüzgarla doluyor..
İki kişilik olmayan herşey
birer birer yere gömülüyordu sanki..
Ayakları yerden kesilmiş iki yüz
hiç korkmadan bu zelzeleden
aşağıda kopan kıyameti görmeden
gökyüzünde yükseliyordu
ne biri ne diğeri
sanki nerden baksan tekidiler...
Güneşe yakınlıktan
ve bu çiçek gibi
kendi içine kapanıştan ısınan ten
yağmur olup yağıyor..
ve beden toprak kokuyordu..
Öyle bereketli bir hali vardı ki..
bu toprağa en nadide çiçeği eksen
boy verecek gibiydi.
Kendini sakınmanın bir gereği yoktu
İşte o kusursuz his, işte cennet..
Az önce başlamadı mı kıyamet
ve cennetin sonsuzluğuna giden
ahir yolculuğu.
Sonra bir sis, bulutlar..
Güneşe kucaklayıp götürdüler..
Üşüdü ve titredi..
Bu titreyiş deprem gibi sardı
önce biri oldu, sonra diğeri..
Kıyamet,
az önce ölen tüm tekliklerin
yerden belirmesiyle tamamlandı
Göğün tepesinden yatağa düşen hasta,
yorgun bir kuştu..
Üstelik bu havasızlık, bu ağır koku
ve kaygan soğumuş bir beden az ötesinde
Bir cinayet gibiydi herşey..
kana gerek bırakmıyordu, vücutlardan akan ter.
Onu cennetinden kovan günah
Kurduğu anlık cennetin kendisiydi..
Şimdi bambaşka bakan iki göz
Düşünüyor suskunca;
Nedir söylenecek ilk söz?
21 Aralık 2010 Salı
Rütbe-i Tenzil
Rekabet ve egosantrik düşünce.. ikisi birleşince insan nasıl uzun vadeli bir silaha dönüşüyor.İnsanlar bir okyanus bildikleri bu dünyaya damlattıkları bir nokta kadar mürekkebin yolculuğunu göremeden geçip gidiyorlar şairin dediği gibi "gidenlerin memnun" oldukları seferlerine. Kısa vadede ise bir hastalıklıklı bünyenin çevresindeki bütün kişileri açık veya gizli tehdit etmesini örnek gösterebiliriz. İnsan, hummasını ve ızdırabını taşımadığı birçok hastalığın taşıyıcısı olabiliyor ne yazık ki ve yine bazen bu hastalıkların ızdırap verdiği insanları görmeden göçüp gidiyor. Mezar taşlarında yazar "Hüve'l Baki" yani "Baki olan O'dur" bu göçlerin olacağı hepimizce biliniyor ve hepimiz kendimizce bu hayattan sonrasına hazırlık yapıyor iken arkamızda bıraktığımız dünyanın bizden sonra da dönmeye devam edeceğini ve güneşin doğacağını biliyoruz. Bizi ölümden sonrası için umutlandıran şey; doğan güneşin aydınlattığı dünyada bizimde hala iyi anılır, yaadedilir işler yaptığmızı veya yapacağımızı düşünmektir. İşte bu hoş düşünce bizi önce sınırlı imkan ve mekan gibi gerçeklere ve sonrada başta bahsettiğimiz iki kavrama götürür: rekabet ve benmerkezcilik.
Bizler hayatımızı devam ettirmek veya yararlı olduğunu düşündüğümüz düşünceleri paylaşmak için fikirler üretir ve paylaşırız. Herkesin düşünceleri kendince doğru olmakla beraber bazen bir durum için sınırlı bir mekanda farkı iki görüş karşı karşıya kalır. Toplum için yapılacak en iyi şey en yararlı olanda mutabakat sağlanmasıdır. Bireysel açıdan bakarsak eğer diğer fikir sahibini "ölümden sonra anılır olmak" umudundan eder veyahut en basitiyle aynı zaman diliminde akıl ve ilminin diğerinden daha değersiz bir düşünceye ancak yetebildiği intibası onun içini kemirir. Bu zat, eğer ilimi ve aklına güveniyorsa bu vehime kapılmadan doğruda uzlaşmaya istekli olacaktır. Diğer türlü ise kendi vesfeseli beyni ona oyunlar oynayıp belki daha aşağıda belkide haketmediği şekilde yukarıda bir kadere yükseltecektir; bunu belirleyecek tek şey kişinin sahip olduğu zenginlik ve ait olduğu zümrenin kendisine bağlılığıdır. Aynı konuda iki farklı fikre (hatta daha çoğuna) günde yüzlerce kez raslamamıza rağmen tüm toplumu ilgilendiren ikilikler bazen ayrılıklara ve daha bir çok olaya meydan vereceğinden hassasiyetle incelenmeldir. Bu iş, kişilerin rekabet ve benmerkezci düşüncelerinin bir galip veya mağlup üretecek mücadelesine dönüşmemeli, dönüştürülmemelidir. Aynı durum artık nerdeyse kişileşmiş ve kurumsallaşmış zümrre ve topluluklar için de geçerlidir. Bir zümrenin akıl, ilim ve kalıcılıkla ilgili kendine ait değer yargıları her durumda gerek kendine gerekse toplumun diğer zümre ve kişilerine ispat meselesi yapılmamalıdır. Bir zümrenin rekabet ve benrmezkezci düşünce ile hareket etmesi o zümreyi en değerli can damarından,gelişimden alıkoyar. İlim ve akıl zaman, zenginlik veya çoklukla ölçülebilecek şey değildir. Elli yılda meyva veren hurma ile her mevsim meyve veren kirazı karşılaştırmak ne kadar doğruysa insaların ve zümrelerin bilgi yarışında geçmişi ve tecrübeyi öne sürmeleri o kadar doğru olur. Her daim ilimde ve akılda tek olan eşsiz bir zümre oluşturmak hayaldir, bu hayale kapılmak bir gaflettir ve bu rüyayı gerçeğe dönüştürmenin tek yolu vardır; zümre dışındaki her kesimi ilimden yoksun bırakarak gelişmesini engellemek. Bu sayede asırlarca tek başına akla ve ilme hizmette tek olan bir zümre yetişir ve bu da mürekkebin suya damlamasıdır.
İnsan kavramı önüne eklenerek onu gölgeleyen bütün kavram ve etiketlerin bizleri nasıl bir zümreden diğerine "rekabet ve benmerkezcilik" cephelerinde çarpıştırdığını görmek için ne fazlaca ilme nede yüksek bir akla gerek var. Bütün bunların hepsinde doğru yerde durduğumu söylesem bunu ihtimal dahilinde görür ve göz yumardık. Ama 7 milyar insanın bulunduğu yeri doğru görmesi ve diğerlerini eleştirmesi akla pek yatkın gelmiyor. Bu da iki insandan başlayarak her zümre, topluluk ve millete aynı kanayan yaraya işaret ediyor asırlardır. Söylediğimz gibi bir kişi nasıl yanlış veya eksik düşündüğünü kabul etmekte kendi içinde zorluklar yaşıyorsa bir zümrede aynı zorlukları yaşıyor ve bu nedenle geri adım atmayı kendine yedirmiyor olabilir. İşte bu tür durumlar en başta belirttiğim üzre insanların habersizce yaydığı hastalıklar gibi gelecek kuşaklara ulaşacak ve artık "doğuştan" kabul edilecek sağlıksız düşüncelere neden olabilir. Bu, tıpkı suya damlayan bir mürekkep gibi bize göre asırlar süren ve sonraki nesillerde "normal" kabul edilen bulanıklığa sebebiyet verdiğinde artık ilk saflığa erişmek şansını çoktan kaybetmiş olabiliriz. Bir anlık heyecan, küçük hesaplar ve gerçek anlamda bilgisizlikten kaynaklanan, çoğu zaman tüm bir toplum adına bir çift dudaktan dökülen sözlerin saf bir "ben merkezci" yada "rekabetçi" zihniyetle fanatizm derecesinde savunularak taşınması belkide en çok uğruna dünya cefasını çektiğimiz mutlu bir ahiret" düşüncesini gölgelemekte ve belkide çalmakta olabileceğini bir kere olsun düşünmeliyiz.
Bizler geçmişine ve tarhine değer veren bir miletiz. Atalarımızın adalet ve doğruya verdiği önemi eserlerinde ve yaşayışlarında fazlasıyla görüyoruz. Ancak hala anlaşılmayan ve korkarım bizleri "ölümsüz" yapacağına inandığımız devasız yaralarımız var. Fikirlerimizde doğruya açılan kapıyı hep kendi zümremizde, kendimiz gibi insanlarda arayıp duruyoruz. Çevremizdekilerin" diğerleri" hakkındaki kötü sözlerini (ki bunlar daha çok diğer zümrelere geçişin önüne ket vurma amacıyla ortaya atılır) bir gerçek olarak kabul etmeye dünden hazır halde ve herzaman bizim "akıl ve ilim" güneşimizle huzura kavuşacak bir dünya geleceğinin hayalini inançla kurarız. Diğerlerini de dinlemek gerektiğini söyleyenler "dönek" olur, diğerlerine en kendini kaybetmiş halde nefret duyan ise "kahraman".
İnsanda başlayan ve zümreye sıçrayan bu iki illet hastalık zümreden tekrar insana geçerek döngüsünü tamamlar ve sonunda geçmişten gelen milyonlarca fikir, düşünce ve felsefe kendi karşıtını edinmeyi hiç ihmal etmemiştir. Peki düşünmüyor mu insanlık; Fizik, kimya ve biyoloji gibi ilim kolları son yarım yüzyılda kilometrelerce yol almışken bazı ilim ve felsefe ve düşünce akımları hala ortaçağ insanına hitabeder haldedir? İnsan yaşamı nerdeyse uzaya bile taşarken neden hala doğdukları yerden çıkamayan fikirler inatla doğruluğunu ve geçerliliğini kabul ettirmeye çalışmaktadır? Söyleyeyim: Çünkü onlar içlerindeki bencilliğe ve rekabete yenildiler. Geri adım atmaktansa kendilerini ve gelecek kuşaklarını "güçlü olacakları güne" dek bulanık suyu "saf" görmeye zorladılar. Bu yüzden büyük samimiyetle ama çarpıtılarak yapılan beyanlar veya aktarılan yanlı anekdotlar da bu bulanık suyun en tehlikeli beyin oltaları olarak kullanılmaktan çekinilmemiştir.
Evet, güçlü olmak her kapıyı açtığı gibi insanların fikir kapılarınıda açar. Yukarıda bahsettiğim gibi baskın olan bir zümrenin iki nesil boyunca uygalayacağı bir dayatma politikasıyla bir çok insan ( özellikler kiraz ağacı gibi meyve veren insanlar) artık olayları istenlen şekilde görmeye başlar. Arada direnenler olacaktır elbet (hurma ağaçları) ve işin hazin kısmı işte buradadır; Bu kişiler doğruyu bulma yolunda bu dayatmayı yenecektir amma tarih onlardan son derece önemli bir karar vermelerini beklemektedir:Şimdi onların dediğimi olacak yoksa gerçek doğruya tüm toplumu katarak mı ulaşılacak?
Kuşkusuz bu zor bir karardır. İnsanları "doğrunun kazanması" değil sonuçta kazanmış olmak cezbediyor ve bu zaferden payına düşen ganimeti bekliyor. Sıranın kendilerine geldiğini düşünen ve artık yeni bir dönemim zirvesini hakettiğini düşünen insanlara kendi doğrularınında öncekiler gibi eksik olabileceğini, gerçek doğruya ancak dinleme, anlaşma ve ulaşmaya varılabileceğini söylmemek (yani herkesi karara ortak etmek) her liderin yiyebileceği lokma değil. Bunu söyleseniz bile size o güne kadar bağlılıkla bakan bir toplumu aynı inançla görmek mümkün olmayacaktır.
Sonuçta bu işe tek bir insandan başladık, ve sonuçta yine tek bir insan olarak çıkmak zor olasa gerek. Dünya tarihi peygamberler haricinde yanlış düşünce ve inançların kurduğu saltanata tamah etmeyen kaç lider ve önder tanıdı ki? Kaç kişi kendi zümresinin ve milletinin çıkararını tehlikeye atmak pahasına tüm dünyaya bir insanlık dersi verdi? Onların kaçı bugün hala koşulsuz bir saygıyla layık olduğu değerde görülüyor? Rekabet ve bencillikten arınmış bu insanların bizim üzerimize her sabah doğan güneşi kıskandıracak bir aydınlıkta olduğunu söyleyebilirim kendi namıma. Böyle insanların çıkmadığı zamanlar için her kesimin tek bir sözü var: "Tarih tekerrür eder. Galibi yeniden mağlup mağlubu yeniden galip eder". Yani verilen her rütbe günü gelindiğinde alınacaktır.
Bizler hayatımızı devam ettirmek veya yararlı olduğunu düşündüğümüz düşünceleri paylaşmak için fikirler üretir ve paylaşırız. Herkesin düşünceleri kendince doğru olmakla beraber bazen bir durum için sınırlı bir mekanda farkı iki görüş karşı karşıya kalır. Toplum için yapılacak en iyi şey en yararlı olanda mutabakat sağlanmasıdır. Bireysel açıdan bakarsak eğer diğer fikir sahibini "ölümden sonra anılır olmak" umudundan eder veyahut en basitiyle aynı zaman diliminde akıl ve ilminin diğerinden daha değersiz bir düşünceye ancak yetebildiği intibası onun içini kemirir. Bu zat, eğer ilimi ve aklına güveniyorsa bu vehime kapılmadan doğruda uzlaşmaya istekli olacaktır. Diğer türlü ise kendi vesfeseli beyni ona oyunlar oynayıp belki daha aşağıda belkide haketmediği şekilde yukarıda bir kadere yükseltecektir; bunu belirleyecek tek şey kişinin sahip olduğu zenginlik ve ait olduğu zümrenin kendisine bağlılığıdır. Aynı konuda iki farklı fikre (hatta daha çoğuna) günde yüzlerce kez raslamamıza rağmen tüm toplumu ilgilendiren ikilikler bazen ayrılıklara ve daha bir çok olaya meydan vereceğinden hassasiyetle incelenmeldir. Bu iş, kişilerin rekabet ve benmerkezci düşüncelerinin bir galip veya mağlup üretecek mücadelesine dönüşmemeli, dönüştürülmemelidir. Aynı durum artık nerdeyse kişileşmiş ve kurumsallaşmış zümrre ve topluluklar için de geçerlidir. Bir zümrenin akıl, ilim ve kalıcılıkla ilgili kendine ait değer yargıları her durumda gerek kendine gerekse toplumun diğer zümre ve kişilerine ispat meselesi yapılmamalıdır. Bir zümrenin rekabet ve benrmezkezci düşünce ile hareket etmesi o zümreyi en değerli can damarından,gelişimden alıkoyar. İlim ve akıl zaman, zenginlik veya çoklukla ölçülebilecek şey değildir. Elli yılda meyva veren hurma ile her mevsim meyve veren kirazı karşılaştırmak ne kadar doğruysa insaların ve zümrelerin bilgi yarışında geçmişi ve tecrübeyi öne sürmeleri o kadar doğru olur. Her daim ilimde ve akılda tek olan eşsiz bir zümre oluşturmak hayaldir, bu hayale kapılmak bir gaflettir ve bu rüyayı gerçeğe dönüştürmenin tek yolu vardır; zümre dışındaki her kesimi ilimden yoksun bırakarak gelişmesini engellemek. Bu sayede asırlarca tek başına akla ve ilme hizmette tek olan bir zümre yetişir ve bu da mürekkebin suya damlamasıdır.
İnsan kavramı önüne eklenerek onu gölgeleyen bütün kavram ve etiketlerin bizleri nasıl bir zümreden diğerine "rekabet ve benmerkezcilik" cephelerinde çarpıştırdığını görmek için ne fazlaca ilme nede yüksek bir akla gerek var. Bütün bunların hepsinde doğru yerde durduğumu söylesem bunu ihtimal dahilinde görür ve göz yumardık. Ama 7 milyar insanın bulunduğu yeri doğru görmesi ve diğerlerini eleştirmesi akla pek yatkın gelmiyor. Bu da iki insandan başlayarak her zümre, topluluk ve millete aynı kanayan yaraya işaret ediyor asırlardır. Söylediğimz gibi bir kişi nasıl yanlış veya eksik düşündüğünü kabul etmekte kendi içinde zorluklar yaşıyorsa bir zümrede aynı zorlukları yaşıyor ve bu nedenle geri adım atmayı kendine yedirmiyor olabilir. İşte bu tür durumlar en başta belirttiğim üzre insanların habersizce yaydığı hastalıklar gibi gelecek kuşaklara ulaşacak ve artık "doğuştan" kabul edilecek sağlıksız düşüncelere neden olabilir. Bu, tıpkı suya damlayan bir mürekkep gibi bize göre asırlar süren ve sonraki nesillerde "normal" kabul edilen bulanıklığa sebebiyet verdiğinde artık ilk saflığa erişmek şansını çoktan kaybetmiş olabiliriz. Bir anlık heyecan, küçük hesaplar ve gerçek anlamda bilgisizlikten kaynaklanan, çoğu zaman tüm bir toplum adına bir çift dudaktan dökülen sözlerin saf bir "ben merkezci" yada "rekabetçi" zihniyetle fanatizm derecesinde savunularak taşınması belkide en çok uğruna dünya cefasını çektiğimiz mutlu bir ahiret" düşüncesini gölgelemekte ve belkide çalmakta olabileceğini bir kere olsun düşünmeliyiz.
Bizler geçmişine ve tarhine değer veren bir miletiz. Atalarımızın adalet ve doğruya verdiği önemi eserlerinde ve yaşayışlarında fazlasıyla görüyoruz. Ancak hala anlaşılmayan ve korkarım bizleri "ölümsüz" yapacağına inandığımız devasız yaralarımız var. Fikirlerimizde doğruya açılan kapıyı hep kendi zümremizde, kendimiz gibi insanlarda arayıp duruyoruz. Çevremizdekilerin" diğerleri" hakkındaki kötü sözlerini (ki bunlar daha çok diğer zümrelere geçişin önüne ket vurma amacıyla ortaya atılır) bir gerçek olarak kabul etmeye dünden hazır halde ve herzaman bizim "akıl ve ilim" güneşimizle huzura kavuşacak bir dünya geleceğinin hayalini inançla kurarız. Diğerlerini de dinlemek gerektiğini söyleyenler "dönek" olur, diğerlerine en kendini kaybetmiş halde nefret duyan ise "kahraman".
İnsanda başlayan ve zümreye sıçrayan bu iki illet hastalık zümreden tekrar insana geçerek döngüsünü tamamlar ve sonunda geçmişten gelen milyonlarca fikir, düşünce ve felsefe kendi karşıtını edinmeyi hiç ihmal etmemiştir. Peki düşünmüyor mu insanlık; Fizik, kimya ve biyoloji gibi ilim kolları son yarım yüzyılda kilometrelerce yol almışken bazı ilim ve felsefe ve düşünce akımları hala ortaçağ insanına hitabeder haldedir? İnsan yaşamı nerdeyse uzaya bile taşarken neden hala doğdukları yerden çıkamayan fikirler inatla doğruluğunu ve geçerliliğini kabul ettirmeye çalışmaktadır? Söyleyeyim: Çünkü onlar içlerindeki bencilliğe ve rekabete yenildiler. Geri adım atmaktansa kendilerini ve gelecek kuşaklarını "güçlü olacakları güne" dek bulanık suyu "saf" görmeye zorladılar. Bu yüzden büyük samimiyetle ama çarpıtılarak yapılan beyanlar veya aktarılan yanlı anekdotlar da bu bulanık suyun en tehlikeli beyin oltaları olarak kullanılmaktan çekinilmemiştir.
Evet, güçlü olmak her kapıyı açtığı gibi insanların fikir kapılarınıda açar. Yukarıda bahsettiğim gibi baskın olan bir zümrenin iki nesil boyunca uygalayacağı bir dayatma politikasıyla bir çok insan ( özellikler kiraz ağacı gibi meyve veren insanlar) artık olayları istenlen şekilde görmeye başlar. Arada direnenler olacaktır elbet (hurma ağaçları) ve işin hazin kısmı işte buradadır; Bu kişiler doğruyu bulma yolunda bu dayatmayı yenecektir amma tarih onlardan son derece önemli bir karar vermelerini beklemektedir:Şimdi onların dediğimi olacak yoksa gerçek doğruya tüm toplumu katarak mı ulaşılacak?
Kuşkusuz bu zor bir karardır. İnsanları "doğrunun kazanması" değil sonuçta kazanmış olmak cezbediyor ve bu zaferden payına düşen ganimeti bekliyor. Sıranın kendilerine geldiğini düşünen ve artık yeni bir dönemim zirvesini hakettiğini düşünen insanlara kendi doğrularınında öncekiler gibi eksik olabileceğini, gerçek doğruya ancak dinleme, anlaşma ve ulaşmaya varılabileceğini söylmemek (yani herkesi karara ortak etmek) her liderin yiyebileceği lokma değil. Bunu söyleseniz bile size o güne kadar bağlılıkla bakan bir toplumu aynı inançla görmek mümkün olmayacaktır.
Sonuçta bu işe tek bir insandan başladık, ve sonuçta yine tek bir insan olarak çıkmak zor olasa gerek. Dünya tarihi peygamberler haricinde yanlış düşünce ve inançların kurduğu saltanata tamah etmeyen kaç lider ve önder tanıdı ki? Kaç kişi kendi zümresinin ve milletinin çıkararını tehlikeye atmak pahasına tüm dünyaya bir insanlık dersi verdi? Onların kaçı bugün hala koşulsuz bir saygıyla layık olduğu değerde görülüyor? Rekabet ve bencillikten arınmış bu insanların bizim üzerimize her sabah doğan güneşi kıskandıracak bir aydınlıkta olduğunu söyleyebilirim kendi namıma. Böyle insanların çıkmadığı zamanlar için her kesimin tek bir sözü var: "Tarih tekerrür eder. Galibi yeniden mağlup mağlubu yeniden galip eder". Yani verilen her rütbe günü gelindiğinde alınacaktır.
Bilgi (Mini Öykü)-1
Küçük Nevra kasabasının zeki ve iş bilir yaramazı Juki babasının peşinden etrafı izleye izleye yol almaktadır. Kasabadan 4 saat uzaklıktaki bir adamın, yani kasabalılara göre Bilge Zemani Usta'nın evine gitmektedirler. Bu adam kasabalarına ilk olarak 3 yıl önce gelmişti. Sadece alışveriş için kasabaya dilsiz uşağıyla beraber iner, ürün aldığı satıcılara ürünler hakkında yararlı bilgiler verir ve bu bilgileri uygulayanların pişman olmadığı görülürdü. Hemen hemen her konuda birşeyler bilen Zemani Usta bu bilgilerini paylaşmaktan çekinmeyecek kadar cömerttir. Onu halkın gözünde büyüten diğer bir husus ise hastalara şifa vermesidir. Onun elinden şifa bulmayan tek kişi yoktur, o geldi geleli ölümler yalnızca yaşlılıktandır ancak bazı saf köylüler onun ölümsüzlüğün sırrını bile bildiğine adı gibi inanmaktadır. Bu hastalardan biri de daha üç gün önce bir gece vakti Zemani usta'nın evine getirilen Juki'nin dedesidir. Zemani ustanın evinde geçirilen birkaç saat sonrasında dedesi, yürüyerek kasabaya dönmüştü. Zemani Ustanın iyi niyetine ve yardımseverliğine güvenen kasaba halkı bildiklerini çocuklarına öğretmesi ve onları da kendi gibi yetiştirmesi için evlatlarını onun yanına getirir ve eğitmesi için rica eder. Zemani usta, gelen bütün misafirlerini dostça karşılar, sohbet eder ancak hiçbir çocuğa kalması yönünde meyil vermez. Kasabalılar onun eğiteceği çocuğun kendilerine getireceği şerefi düşünerek yılmadan 3-4 ay sonra Zemani Ustanın kapısını çalarlar. fakat sonuç değişmez, Zemani Usta eğitim verme konusunda isteklidir ancak gelen çocukların hiçbiri ondan bu eğitimi alacak düzeyde değildir.
Juki mahallenin elebaşıdır. Babası ve dedesinin sert terbiyesinde yetişmesi onun aşırı hareketlerini engeler, kimseye zarar vermez. Ancak çocukların oynadığı oyunlardan gidecekleri yerlere kadar herşeyi Juki'nin kararı belirler. Hatta bazı konularda büyüklere bile yardımcı olabilmektedir. Yaptığı taklitler, oyunlarla büyüklerin gönlünü fethetmiş bir yumurcaktır ancak bu şakaların hepsinde hedef kendisidir çünkü gülen kalabalık içersinde babasının gözlerinin onun üzerinde olduğunu bilir. jukinin babası Jerge insanlarla dalga geçmeme, onları incitmeme konusunda Juki'nin zekasının sivri yanını elinden geldiğince köreltmiştir. Fakat bu körelme sadece bununla kalmamış zamanla Juki'nin neşesi kendi zekasında biriyle konuşamamaktan ve bu kasabadaki durağanlıktan dolayı sönmeye başlamıştı. Babası artık daha çok düşünüp daha az konuşan evladını hiç istemesede Zemani Usta'ya götürmeye karar verir.Jerge orada eğitim almasını istemiyordu;çünkü bu yaşına kadar kimseden birşey istemeyi kendine adet edinmemişti, üstelik bilginin oğlu üzerinde olumsuz bir etki yaratmasından da korkuyordu. Öyle ya, oğlu bir kibir yumağına dönüşerek birgün ailesini ve kasabasını bırakıp gidebilirdi. Ancak böyle durgun oturması ve bu yaşta derin derin düşünmesi babasının bu korkularını görmezden gelerek onu Zemani ustaya götürmeye itmişti.
Zemani Ustanın kapısına geldiklerinde babası eşeğe asılı duran tavukları ve peynir tekerleiğini, kendilerini karşılayan uşağa verdi. Elini oğlunun omzuna atarak geniş ve gayet düzenli salonda ayakta duvarları süsleyen tablolara, kilimlere bakıyorlardı. Dilsiz uşağın dokunmasıyla ikilen Jerge onun gösterdiği yere oturdu ve tabi oğlu Juki'de tam yanına. Biraz sonra Zemani Usta girdi içeriye, ikiside ayağa kalkmaya yeltendi ancak Zemani Usta ikisinede oturmaları için rica etti ve o da her zamanki köşesine oturdu. Hoşbeşten sonra zemani usta söze başladı:
-Uşağım bize hediyeler getirdiğini söyledi,nezaketin için teşekkür ederiz. Ancak sana bu cömert hediyene karşılık ne verebileceğim beni düşündürüyor.
Bu sözleri duyan meraklı Juki atıldı:
-O konuşabiliyor mu?
Sonra hemen babasının yüzüne baktı, yaptığı kabahatı bildiği kadar babasının yüzündeki kızgın bakışlarıda daha bakmadan görebiliyordu. Hemen başını öne eğerek pantolonun kenarından çıkan ipliklerle uğraşmaya başladı. Jerge söze başlamadan Zemani Usta bu küçük çocuğa şevkatle bakarak:
-Söylemesi için konuşması şart mı? Bu dünyada bizim bilmediğimiz daha nice lisan var ve bu eşsiz kainataki bütün maddeler bu dille anlaşıyorlar. hiç konuşmadan..
Bu sözler Jukiyi etkilemiş, babasının yüzüne bakmadan başını kaldırarak Zemani ustanın gülümseyen yüzüne bakmaya başlamıştı.
Sözünü bitiren ve kendisine hala merakla bakan Zemani ustanın kendisini yanlış anladığını düşünen Jerge ise avuçlarını sıktı, kendisini oğlunu kabul ettirmek için rüşvet veriyor sanması içini titretmişti, yutkunarak cevap verdi:
-Bu hediye sizin verdiğiniz büyük ve paha biçilemez hediyenin sönük ve değersiz bir karşılığıdır. Geçen gece verdiğiniz şifa ile yeniden hayat bulan babam bunları size iletmem için ısrar etti. Bu değersiz hediyeleri kabul ederek onun şifasını tamamlayacağınız söyledi.
Zemani Usta bu sözlerden oldukça memun olmuş gibi gülümsedi. Sanki rahatlamış gibi derin bir nefes alıp verdi. Sonra misafirlerine içecek birşeyler ve her nekadar jerge istemesede yiyecek birşeyler hazırlamasını istedi. Zemani usta yaktığı piposundan bir nefes çektiketn sonra yeniden söze başladı.
-Aslında babana şifa veren ben değilim, baban bana şifa veren kişidir.Yalnız o değil, kasabada herkes bana şifa verir. Küçük yaştan beri bilmek ve öğrenmek arzum bana bugün sahip olduğum hazinemi kazandırdı. Çok zaman bu hazineyi omuzlarım üzerinde gururla taşıdım. Ama bu yükün azabı çok farklıydı. Herkesin hürmet ettiği, saydığı ve danıştığı biri olmak zamanla benim hazinemin kapıalrını kapattı. Artık insanlar onlardan öğreneceklerimi zaten bildiğimi kabul edip susmaya başladılar. Bundan daha çok acı veren ise bildiğim birşeyi bilmiyormuş gibi yapamamaktı. Bir çiçeği ekmek için üç karış kazmam gerekiyorsa, iki karışta yorulup bırakamıyordum. Bildiğim halde yapmamak, tembellik etmek kafamın içinde bir örs gibi beynimi eziyordu. Sonra bildiklerime ihtiyaç duyan insanlara dağıtmaya başladım bu bilgileri.Böylece bu hazine odasının kapısını yeniden açarak oraya gün ışığı gibi doğacak yeni sorular gelmesini bekledim. Her soruya verdiğim cevap tozlu odadaki bir külçe altına yeniden ışıltı veriyordu ve bende bu eksilmeyen hazinedeki herşeyi cömertçe dağıtmaya başladım bu günışığı bana şifa veriyordu çünkü. İnsanlar bunları sevinçle kabul ettiler, onlar benim gibi herşeyi değil sadece kendi işlerine yarayanları öğrendikleri için bu onlara mutluluk verdi ancak bu azap onlarıda esir alabilir.Baban mesela, rahatsızlığının midesinde olduğunu artık biliyor, ona kendisine nasıl bakması gerektiğini söyledim. O bildiği halde yapmazsa, midesinde hiçbirşey olmasa bile o ağrıyı hissedecek. Çünkü bu ağrıyı ona midesi değil, beyni verecek.
Jerge bütün bunları dinlerken aklına kendi hazinesi geldi. Tüm hayatı ancak karısı Diyna'nın küçük elişi sandığına sığacak kadar bilgiyle geçmişti. Juki ise şimdiden bir oda açmış ve içine bilgilerini dizmeye başlamıştı ve bu hevesle aklına takılan bir soruya cevap almak için az önce Zemani ustanın cevabından ve gülümsemesinden güç alarak sordu:
-Peki ya bilmeden yapılanlar? Biz babamla birlikte hiç durmadan bir ay boyunca toprağa tohum ektik ama mevsimin bize ne gibi sürprizler hazırladığını bilmiyoruz. Sizce biz de hata mı yapıyoruz?
Çocuğun sorduğu soruyla gülümseyen Zemani Usta'nın gözleri sanki güneşe bakıyormuşcasına kısılmıştı. Jergenin çocuğun baldırını sıkıştırıp gözlerini büyüterek baktığını görünce ona çocuğun konuşmasına fırsat vermesini soru sormanın iyi bir özellik olduğunu söyledi ve çocuğa soru sormada gösterdiği nezaketi aşıladığı için kendisini mutlu hissetmesini öğütledi. Sonra çocuğa dönerek;
-Bilmeden yapılanlar insana en büyük hediyeyi kaybettirir, zamanı.. Bilmeden yaptıkların kontrol edemediğin olaylar yaratır. Öyle ince ve hassas bir denge olur ki, bir karınca bile kolayca bozabilir.Sen, tarlayı sürmeyi biliyorsun ve o toprakta ne yetişeceğinide.Bilmediğin tek birşey var ve sen bilmemeye devam edersen buna "kader" diyeceksin. İnsanlar kontrol edemediği herşeyin yükünü bu kelimeye yükleyerek rahatlarlar. Eğer mevsim iyi geçer ve sen fazla ürün alırsan şanslı olacaksın ama mevsim sert geçer ve tüm ürününü tarlada bırakırsan talihsiz diyecekler. Senin bilmediğin şey doğanın dilidir. Elebetteki bir dil öğrenmek zor iştir, insan bir tercümana ihtiyaç duyar.. Bu tercümansa doğanın içinde asırlardır var olan canlılarıdır. Evet; karıncalar, böcekler, solucanlar, yararsız görülen otlar, ağaçlar, kuşlar.. Daha sayamayacağım nice varlık bu doğanın dilini biliyor ve buna göre yaşıyorlar, sana düşen onları izlemek ve onlara göre hareket etmek bu sayede başkalarına göre kader olan şey sana göre kontrol edilebilir bir gerçek olacak. Senin verdiğin örnekte sadece birşey bilerek daha fazla ürün kazanabilir veya hiç ürün kaybetmeyebilirsin ama bu ikisininde sana kazandıracağı en büyük şey paradan çok zamandır keza kaybıda bu olacaktır.
Juki Zemani ustayı hayranlıkla dinliyordu. Daha önce hiçbir büyüğün bu denli anlaşılır ve mantıklı konuştuğuna şahit olmamıştı. Kasabadakiler verecekleri cevap olmayınca topu kadere atmayı seviyorlardı bunlardan birisi de dedesiydi. Kendisini iyileştiren Zemani ustayı bile kaderin kasabaya hediyesi olarak görüyordu. Babası Jerge bu konularda tam bir kapalı kutuydu. Herhangi bir hata yaptığında kenara çekilip annesinin bütün sataşmalarına rağmen sessizliğini korur ve o her hatasını içine sigara dumanıyla gece boyu defalarca işlerdi. Zemani ustanın bu güzel sözleri Jerge'nin de hoşuna gitmişti, bilgeliğini el öptürmekten çok alçakgönüllüğüyle yükselten bu adama oğlunu güvenle emanet edebileceğini düşünüyordu. Ancak hala konuyu açabilmiş değildi.Dilsiz uşak baba-oğlun nezaketen birer çatal aldığı yemekleri ve sofrayı kaldırmaya başlarken Zemani usta piposunu yeniden doldurarak konuşmaya deavm etti.
-Kasabadakiler çok iyi insanlar, onlara faydalı olmak beni mutlu ediyor. Ancak bu fayda onlarda bir hayranlık oluşturuyor ve çocuklarını tıpkı bir kumaş gibi bana göre ölçüp biçmeye çalışıyorlar. Onları anlamadan, dinlemeden buraya getirip benden onları eğitmemi istiyorlar. Buraya gelen çocukların ilk dikkatini çeken şey sevimli hayvanlarım oluyor. tavşanlarıma ve ördek yavrularıma bayılıyorlar. Bir kısmı güzel çiçeklerime dalıp gidiyor, onların rengarenk büyüsüne kapılıyorlar. Kimisi ise sofrada önüne konulan güzel yemeklerden gözlerini alamıyor ve yemeye doyamıyorlar. Bunlar elbetteki bana hayvanlarım, bahçem ve mutfağım hakkında sorular soruyorlar. Ben onlara cevabı veriyorum ve hatta beğendiği ne varsa mutlaka ona hediye ediyorum. Bir tavşan, ördek yavrusu bir saksı çiçek ve bir tencere yemek.. Babaları her nekadar kalmasını istesede çocukları hep elindekiyle mutlu mesut dönmeye istekli oluyor.
Bana ilkkez bilmenin doğasıyla ilgili soru soran çocuk sensin. Anlıyorum ki gerçekten öğrenmeye meraklısın eğer baban uygun görür ise burada sana eğitim vermek isterim. Bunu düşünmek için babanın süreye ihtiyacı olacaktır.
Jerge söze girerek;
-Aslında bizde bu nedenle gelmiştik. Sizden bunu rica etmeyi düşünüyordum. Benim bu eğtime rızam olduğunu bilmenizi isterim
Zemanı Usta gülümseyerek juki'ye döndü;
-Bak bir örnek daha, baban bilmeden birşey yapıyor;seni bana bırakıyor. Ben seni eğitip yetiştirdiğimde ve sen de benim gibi memleketinden taşıp yeni diyarlara akmak istediğinde baban bu duruma "kader" diyecek. Oysa şimdi düşünmek ve bilmek için oldukça vakti var.
Bu sözlerden sonra Jergeye dönerek;
-Dostum Jerge, burada çocuğunuz hakkında karar verirken birşeyi iyi düşünün; bu eğitimi alırsa Juki kendi geleceğini yaşayacak; eğer sizinle kalırsa ona uygun gördüğünüz geleceği.. Bu konuyu iyi düşünün ve kabul ederseniz Juki'yi üçüncü gün sabahtan buraya yalnız yollayın. Sizin gelmenize gerek yoktur. Oğlunuz istediği zaman sizi görebilir ve tabi sizde istediğiniz zaman onu.
Zemanı usta makas gibi sözleriyle Jerge'nin korkuları üstündeki tül perdeyi kesmiş ve onları yeniden canlandırmıştı. Oğlunun birgün kendisini bırakıp gideceğini düşünmek Jerge'yi kaygılandırıyordu. Kasabada oğulların babalarına bakması bir gelenekti, ayrıca her yeni doğan günde oğlunun sağlığını düşünerek ve onu görmeden ölmek düşüncesiyle yaşlanmak istemiyordu. Bu yüzden Zemani Ustanın dediği gibi düşünmeye karar verdi. Bir yanda gelinceye kadar Jukinin solgun yüzüne gelen o eski ışıltı diğer yanda birgün evladının ailesini bırakıp gitme korkusu. jerge müsade isteyerek kalktı. Zemani ustanın elini sıktı, ve kapıda bekleyen eşeğine doğru yürüdü.Juki evden uzaklaştıkça batan güneş gibi yüzünün parlaklığını kaybediyordu, ama gitmekte isteksiz değildi. Babasının hissettiği korkuyu anlıyor gibiydi, hem kasabadan ayrılma düşüncesi şimdiki haliyle onu korkutmuştu. Belki, yerini yurdunu bırakmadan da Zeman ustadan ders alınabilirdi. Bu denemeye değerdi.
(Devamı Gelecek)
9 Aralık 2010 Perşembe
Algılar
İnsan algılarının esiridir. Bu gerçeği hepimiz yalan söylerken kullanıyoruz. Bu algılar hayatınızda çok derin yaralar açarken yine aynı algılar bu yaraları sihirli bir şekilde kamufle edebilir, bu algıların oyununda herşeyin mümkün olduğunu anlamak için beynin onun elinde olduğunu ve beynin bunu çözecek tek yapı olduğunu bilmek yeterli. Bazen algıları ihtiyaçlarımız saptırır, bazen baskılar bazense kendiliğinden sapar, anlamayız.
Algılar düşünmediğimiz, düşünmeye gelmeyen şeylerdir genelde. "Kırmızı rengi seviyorum." diyen birisine "Neden?" diye sorduğumuzda bunu açıklamak için bir çok şey söyleyecektir. İşte bütün o söyleyecekleri şeyler bilmediği algı kavramına uygun gördüğü maskelerdir, evet bazen algılar yüzüne bakılmayacak kadar çirkindirler. Günlük hayatımızda otomatik yürüyen işlerde algıyı daha iyi anlayabiliriz. Yere düşen para sesi, sıkıcı bir dersi bitiren zil sesi, beyaz önlüklü bir doktor,sade kahve, soğuk beton ,asfalttan fırlayan gelincik, gölde yüzen bir kırmızı zürafa, duraktan yolcu alan akbil kullanılabilir bir gergedan... Bunların bazıları günlük hayattan aşina olduğumuz şeyler bazıları ise "Nasıl yani?" diye garipsenecek durumlar. Rüyalarda gördüklerimiz, ne kadar imkansız olursa olsun bize gayet doğal geliyor rüyadayken; bu bize güvendiğimiz beynin açık arka kapsını gösteriyor. Biz bu kapıdan kırmızı zürafayı da, yolcu alan gergedanıda öyle rahatça geçiririz ki bunlar günlük hayatımızın sıradan bir parçasıymış gibi gelir.
Bilim adamları,avukatlar, pskiyatrlar, istihbarat birimleri son yüzyılda bu kavrama o kadar çok önem veriyor ve onunla öyle işler başarıyorlar ki; bunun sonucu işte bizleriz. Çok güvendiğimiz beynimiz maalesef söz konusu algılar olunca savunmasız hale geliyor. Beyin kötü yada iyi eller içinde herşey olmaya hazır.. çağımıızn bilim toplumu olmasında en büyük katkı bu keşfe aittir. İnsanları önce alıştırmak, sona mamulü zerk etmek suretiyle hiç şaşırmadan bir çok şeyi kabul ediyoruz. Aslına bakarsanız yeterince vakit verilirse insanlığın bu açık kapıları kullanarak "Mesih" i bile getirebileckelrini ve milyonlarca insanın ona biat ettireceğini düşünmek saçma olmaz. Elbette bu oyuna kanmayan beyinler olacaktır, onlar "isyan eden ruhlar" olarak zaten diğerleri elinde yok olacaktır.
Karşıdaki kişinin "karakter analizini" onun söylediklerine göre çıkarmak isterseniz bu sizi çokça yanıltabilir. soruları ne kadar özenle hazırlarsanız hazırlayın ölçmek istediğiniz özellikle ilişkilendirmeniz gerekecek ve bu da karşıdaki kişiye özellik derecesiyle oynama fırsatı verecek. Ama algılara bağlı çıkarılacak bir "karakter tayfı" bu hatayı ortadan kaldırabilir. Kişinin karşısına konulacak alakasız resimler, nesneler, izletilen filmler... Bütün bu şeylerde asla belirgin özelliğe bağlı kalmadan düşünmesini istemek. İşte o kişinin algı kapısını açacak şey ve o kapıdan hiç bir koruma, gizlemeye takılmadan girebileceğiniz beyin! Bunu işin uzmanları çok iyi kullanıyordur. Başta da söyledim bizlerde yalan söylerken olayların, durumların "algılanması" konusunda küçük bir hile yapıyoruz ve sonuçta başarırsak kişi olayı bizim istediğimizgibi algılıyor.
Günümüzde yapılan en büyük hata olaylara, nesnelere, yeniliklere alıcı gözle sorgulamadan bakmamız. Oysa bugün kullanılan bir çok ürün ve ortaya çıkan bir çok yenilikte asırlardır süre gelen akımların propagandası yapılıyor. Beynimize tam da yukarıda bahsettiğim gibi hiç alakası olmayan bir nesne/olay üzerinde algı kapılarından sorunsuz geçerek yerleşen düşünceler var. Bilmem okuyan var mıdır Ömer Seyfettin'in "Kütük" adlı hikayesi tam da bu şekilde bir olaydır. Birileri sizle hiç boy ölçüşmeden, size hiç bir güç göstermeden yada kullanmadan büyüklüğünü, yenilmezliğini kalıcı şekilde kavratabilir. Algılar kişileri esir alır, çünkü o beynin dış dünyadan ham veriler aldığı (yada ham sandığı veriler) güvenliksiz kapıdır.
İzlediğiniz filmlerde karakterin giyidiklerine, evlerin duvarlarındaki resimlere, sıradan basit kelimelere bile dikkat ederseniz ya da teknoloji harikası ürünlere, onların sizi yönlendirdiği fikirlere, düşüncelere birazcık daha dikkat ayırarak bakarsanız, belki sizde algının nelere kadir olduğunu anlarsınız.
Hayatta herkersin öyle yada böyle ilizyonist olduğu bir durum vardır. Ama bazıları bir iki insanla yetinmeyip tüm dünyayı kandırıp "Tanrı" olduğunu idda edebilir. İşte o zaman aklı başında olan bizler onun cennetinden kovulmakla ödüllendirileceğiz...
Algılar düşünmediğimiz, düşünmeye gelmeyen şeylerdir genelde. "Kırmızı rengi seviyorum." diyen birisine "Neden?" diye sorduğumuzda bunu açıklamak için bir çok şey söyleyecektir. İşte bütün o söyleyecekleri şeyler bilmediği algı kavramına uygun gördüğü maskelerdir, evet bazen algılar yüzüne bakılmayacak kadar çirkindirler. Günlük hayatımızda otomatik yürüyen işlerde algıyı daha iyi anlayabiliriz. Yere düşen para sesi, sıkıcı bir dersi bitiren zil sesi, beyaz önlüklü bir doktor,sade kahve, soğuk beton ,asfalttan fırlayan gelincik, gölde yüzen bir kırmızı zürafa, duraktan yolcu alan akbil kullanılabilir bir gergedan... Bunların bazıları günlük hayattan aşina olduğumuz şeyler bazıları ise "Nasıl yani?" diye garipsenecek durumlar. Rüyalarda gördüklerimiz, ne kadar imkansız olursa olsun bize gayet doğal geliyor rüyadayken; bu bize güvendiğimiz beynin açık arka kapsını gösteriyor. Biz bu kapıdan kırmızı zürafayı da, yolcu alan gergedanıda öyle rahatça geçiririz ki bunlar günlük hayatımızın sıradan bir parçasıymış gibi gelir.
Bilim adamları,avukatlar, pskiyatrlar, istihbarat birimleri son yüzyılda bu kavrama o kadar çok önem veriyor ve onunla öyle işler başarıyorlar ki; bunun sonucu işte bizleriz. Çok güvendiğimiz beynimiz maalesef söz konusu algılar olunca savunmasız hale geliyor. Beyin kötü yada iyi eller içinde herşey olmaya hazır.. çağımıızn bilim toplumu olmasında en büyük katkı bu keşfe aittir. İnsanları önce alıştırmak, sona mamulü zerk etmek suretiyle hiç şaşırmadan bir çok şeyi kabul ediyoruz. Aslına bakarsanız yeterince vakit verilirse insanlığın bu açık kapıları kullanarak "Mesih" i bile getirebileckelrini ve milyonlarca insanın ona biat ettireceğini düşünmek saçma olmaz. Elbette bu oyuna kanmayan beyinler olacaktır, onlar "isyan eden ruhlar" olarak zaten diğerleri elinde yok olacaktır.
Karşıdaki kişinin "karakter analizini" onun söylediklerine göre çıkarmak isterseniz bu sizi çokça yanıltabilir. soruları ne kadar özenle hazırlarsanız hazırlayın ölçmek istediğiniz özellikle ilişkilendirmeniz gerekecek ve bu da karşıdaki kişiye özellik derecesiyle oynama fırsatı verecek. Ama algılara bağlı çıkarılacak bir "karakter tayfı" bu hatayı ortadan kaldırabilir. Kişinin karşısına konulacak alakasız resimler, nesneler, izletilen filmler... Bütün bu şeylerde asla belirgin özelliğe bağlı kalmadan düşünmesini istemek. İşte o kişinin algı kapısını açacak şey ve o kapıdan hiç bir koruma, gizlemeye takılmadan girebileceğiniz beyin! Bunu işin uzmanları çok iyi kullanıyordur. Başta da söyledim bizlerde yalan söylerken olayların, durumların "algılanması" konusunda küçük bir hile yapıyoruz ve sonuçta başarırsak kişi olayı bizim istediğimizgibi algılıyor.
Günümüzde yapılan en büyük hata olaylara, nesnelere, yeniliklere alıcı gözle sorgulamadan bakmamız. Oysa bugün kullanılan bir çok ürün ve ortaya çıkan bir çok yenilikte asırlardır süre gelen akımların propagandası yapılıyor. Beynimize tam da yukarıda bahsettiğim gibi hiç alakası olmayan bir nesne/olay üzerinde algı kapılarından sorunsuz geçerek yerleşen düşünceler var. Bilmem okuyan var mıdır Ömer Seyfettin'in "Kütük" adlı hikayesi tam da bu şekilde bir olaydır. Birileri sizle hiç boy ölçüşmeden, size hiç bir güç göstermeden yada kullanmadan büyüklüğünü, yenilmezliğini kalıcı şekilde kavratabilir. Algılar kişileri esir alır, çünkü o beynin dış dünyadan ham veriler aldığı (yada ham sandığı veriler) güvenliksiz kapıdır.
İzlediğiniz filmlerde karakterin giyidiklerine, evlerin duvarlarındaki resimlere, sıradan basit kelimelere bile dikkat ederseniz ya da teknoloji harikası ürünlere, onların sizi yönlendirdiği fikirlere, düşüncelere birazcık daha dikkat ayırarak bakarsanız, belki sizde algının nelere kadir olduğunu anlarsınız.
Hayatta herkersin öyle yada böyle ilizyonist olduğu bir durum vardır. Ama bazıları bir iki insanla yetinmeyip tüm dünyayı kandırıp "Tanrı" olduğunu idda edebilir. İşte o zaman aklı başında olan bizler onun cennetinden kovulmakla ödüllendirileceğiz...