Eskiden yazılarıma ilham veren sözleri yazmayı uygun görürdüm. Ancak şimdilerde bu sözlerin kullanımı sosyal paylaşım sitelerinde o denli arttı ki, belki çokça görmekten artık ilham vermemeye başladılar. Paylaşmak iyidir de bakalım bu paylaşımlar amacına göre mi yapılıyor? Sözlerin altına yapılan yorumlara bakılırsa hiç de öyle değil, daha çok birilerine kapak veya hakaret ya da sitem etmek için paylaşılıyor bu sözler. Çoğu düşünürün sarfettiği bu sözler kuşkusuz yılların birikimi olan manalar taşımakta ve kendilerinin hayatı anlamlandırış biçimini ortaya koymaktadır, birilerine kapak olsun veya sitem olsun diye söylediklerini düşünmek mümkün değil. İşte bu konu beni bambaşka bir noktaya götürdü; amaçları iyi olmayan bir insanın faaliyetlerinde ve özünde iyi aramak mümkün mü? Mümkünse "iyi" ne?
Bizler çağın gereklerine uymaya mecburuz, bunu kimse inkar edemez. Ha dün kıllı ve şekilsiz atalarımızı reddettiğimiz ve görmezden geldiğimiz gibi bugün ki koşullarımızı da görmezden gelebiliriz ama bu sonucu değiştirmez. 1990'da bir kişinin teknoloji harikası dediği bilgisayara bugün çöp diyoruz da onun ahlaki tanımlarının tüm anlamlarını bugün aynı şekilde gördüğümüzü nasıl idda edebiliyoruz? Yani eskimeyen şeyleri seçmekde kıstasımızı nasıl ayarlıyoruz? Mesela iyi ve masum kelimelerini kendimiz için kullanırken neleri düşünüyoruz ve 1990 da bir adam aynı şeyleri mi temel alıyordu kendine "iyi" veya "masum" derken? Bunu düşünürken çok büyük amaç ve idealarınızı düşünmeyin; basit, günlük şeylerde arayalım cevabı. Bunu size bırakıyorum ben yalın bir halde gördüğüm şeyleri yazıyorum; insanın en temiz ve beklentisiz hislerle yaptığı işlerde bile kendini düşündüğünü gördüm. Canı acıyınca kendi acısını bu acıya sebep olanlara karşı bir işkence aleti gibi çığlık çığlığa yaşayarak kullanan, ufacık çıkarı için dünyaları yakmaya yeltenen ve kendini basit zevkler uğruna cömertçe sunduğu sofrada hesabı ödemediği için "müşterilerine" çıkışan insanlar bunlardan sadece belli başlı olanları. Gerisi? Gerisi çevrenizde, yeter ki objektif bakmayı bilin...
Yukarda saydığımız kişilerin sesleri masumiyet ve iyilik adına yardım çağrılarıyla yüklü, ya amaçları?
İşte ben burada kendime soruyorum, böyle riyakarca iyi ve masum kavramını takınarak insanlara yaltaklanıp birbirimizin maskelerine göz yumduğumuz bir ortamda neden iyi olayım? Eğer canım yanıyorsa neden buna "öc alma" yerine "hak arama" adını vereyim? Kendi küçücük çıkarım adına bir sürü insanın hayatından vazgeçmeye neden "bencillik" yerine "adalet" diyeyim?
Ben iyi değilim... Kendimden sorumlu olmaya en önce başkalarıyla savaşmayı göze alarak başlıyorsam, ben iyi olamam. Hem benim amacım ne olursa olsun hayatta kalmaksa, rol yapmak niçin? İyi niçin?
(Yazarken: E.Aydın-Tam Dört Yıl)
4 Ekim 2011 Salı
5 Eylül 2011 Pazartesi
Uyanış
Bugün resimlere bakıyordum, resimlerdeki gülen yüzlere... Güzel bir şarkı çalıyordu, resimdekiler benim gibiydiler.. Ama baktığım hiç bir resimde ben yoktum, tanıdığım herhangi biri yoktu. Resimlerde tanıdığım tek şey "geçmiş" duygusuydu. Geçmiş; devası bulunmayan bir yara değil mi? Benim için öyleymiş, onu anladım. Kimin olduğu önemli değil, ne yaptıkları da.. Önemli olan yaşanılan anların tekrar yaşanmayacak, elde kalanın yetmeyecek olması. Bakıp görüyor musun? Sende de var bu yara izi.. Belki benimki kadar sızlamıyor, belki varlığını bile unuttun ama var. Bu sızı geçmişteki güzel anlara özlem değil; işte kanıtı, önümde bambaşka insanların hatıraları ve bendeki hüzün...
Küçükten beri otobüslerde cam kenarına oturup geçtiğimiz yerleri seyretmeyi severim, bunu herkes sever. Hani bazen ilginç yerleri hızlı geçer ya kafanı çevirir arkana bakarsın görüntü gittikçe küçülür, tam göremezsin.. Ben bundan bahsediyorum; yani kısa bir yolculukta katlanılabilir bir duruma ömür boyunca maruz kalmaktan. Zaman otobüsünde yaşamaktan sıkılmadınız mı? Siz farketmiyor musunuz? İşte bu çekilen resimler, sadece bir anlık halimizi gösteriyor, hesabedin hızımızı.. Bana "Gönlünce yaşayamadığın için sana öyle geliyor." diyebilirsiniz, bu doğru olur ama herkes kadar yaşadım; ne eksik ne fazla. Bunun anlamı şu ki hepimiz bu otobüs yolculuğunda her yaş, dönem için belli bir miktar anı alabiliyoruz. Herkes kendince bir cüzdan, bir çanta veya bir sandık getiriyor anılarını koymak için. Benim gönlümde ise koca bir oda var, her bir anı için hemde. Evet bir avuç anı bir cüzdan için şişkin, bir çanta için normal, bir sandık için az gelebilir.. Koca odayı düşünsenize, içinde bir avuç anı... Hepimizin zamandan umduğu ve alması gereken farklı,bizi farklı kılan da bu. Bu yüzden bazısı kendi geçmişine bile dönüp bakmazken benim gibiler başkalarının geçmişlerinde bile hüzünlenir. Evet, zaman herşeyi eşit bölüştürmüştür ve dağıtmıştır. Ama bu odaların tarihi benimle yaşıt, bunları ben yapmadım ki. Bu haksızlık değil mi? Yani bir insana istediği gibi dolduramayacağı odalarla dolu bir ev vermek? Bu insanı umutsuzlaştırmaz mı? Bu geniş ev, insanı yalnızlaştırmaz mı?
Artık cam kenarı falan aramıyorum geçip oturuyorum bulduğum yere. Çünkü bir anlık kareler bana yetmeyecek nasılsa, dönüp baktığımda koca ve boş bir duvara asılı bir tek resim göreceğim. Ne gereği var? Bu hüzünü bana yaşatan şeyi bulmuş olduğuma seviniyorum, çünkü hep dediğim gibi ne olduğunu bilirsem ona direnebilirim.
Yine de içimden bir ses bu duvarları dolduracak günler var diyor, hiç birşey amaçsız değildir. Hayatıma ilkbahar gibi giren o ses, cıvıltı belki o yeşillendirecek bir dal parçası arıyordu ve ben dilek ağacı olmaktan sıkılmış bu çaputlar yerine kendi yapraklarımla giyinmek istiyordum. Bu zamana kadar bu çaputlara yuva olan kollarım neden var diye düşündüm mü? Bak işte şimdi meyve tutmaya başladılar... Seviyorum, ve bu sevginin bana öğrettiği bir şey var; sevgi gücüyle değil sürekliliğyle değer kazanmak istiyor. Ben bu yüzden her kuruyan dalımda sorgulamıyorum sevgimi, sevgilimi. Biliyorum ki her eksilen parçamda kalanlarım güçleniyor. Bir parçam yılbaşı ağacı oluyor, bir parçam sobada yanıyor; yüzlerce yaprakla gökyüzünden bulutları kovuyorum, bir kolumda çocuk gönüllü yarimi sallayarak.. İşte, hayalimdeki ev.
Olacak, bu odaların dolması imkansız değil. Bu zamana kadar hayatıma girenlerin gücü bu kadardı, gönüllerinden kopanı bölüştüler... Geçmişi de, bu hüznü de seviyorum. Bana acizliğimi, azlığımı hissetiriyorlar. Ben yetmiyorum, bu yüzden bu hüznün sonbahar rengini evimden atacak bir ilham perim var..
Küçükten beri otobüslerde cam kenarına oturup geçtiğimiz yerleri seyretmeyi severim, bunu herkes sever. Hani bazen ilginç yerleri hızlı geçer ya kafanı çevirir arkana bakarsın görüntü gittikçe küçülür, tam göremezsin.. Ben bundan bahsediyorum; yani kısa bir yolculukta katlanılabilir bir duruma ömür boyunca maruz kalmaktan. Zaman otobüsünde yaşamaktan sıkılmadınız mı? Siz farketmiyor musunuz? İşte bu çekilen resimler, sadece bir anlık halimizi gösteriyor, hesabedin hızımızı.. Bana "Gönlünce yaşayamadığın için sana öyle geliyor." diyebilirsiniz, bu doğru olur ama herkes kadar yaşadım; ne eksik ne fazla. Bunun anlamı şu ki hepimiz bu otobüs yolculuğunda her yaş, dönem için belli bir miktar anı alabiliyoruz. Herkes kendince bir cüzdan, bir çanta veya bir sandık getiriyor anılarını koymak için. Benim gönlümde ise koca bir oda var, her bir anı için hemde. Evet bir avuç anı bir cüzdan için şişkin, bir çanta için normal, bir sandık için az gelebilir.. Koca odayı düşünsenize, içinde bir avuç anı... Hepimizin zamandan umduğu ve alması gereken farklı,bizi farklı kılan da bu. Bu yüzden bazısı kendi geçmişine bile dönüp bakmazken benim gibiler başkalarının geçmişlerinde bile hüzünlenir. Evet, zaman herşeyi eşit bölüştürmüştür ve dağıtmıştır. Ama bu odaların tarihi benimle yaşıt, bunları ben yapmadım ki. Bu haksızlık değil mi? Yani bir insana istediği gibi dolduramayacağı odalarla dolu bir ev vermek? Bu insanı umutsuzlaştırmaz mı? Bu geniş ev, insanı yalnızlaştırmaz mı?
Artık cam kenarı falan aramıyorum geçip oturuyorum bulduğum yere. Çünkü bir anlık kareler bana yetmeyecek nasılsa, dönüp baktığımda koca ve boş bir duvara asılı bir tek resim göreceğim. Ne gereği var? Bu hüzünü bana yaşatan şeyi bulmuş olduğuma seviniyorum, çünkü hep dediğim gibi ne olduğunu bilirsem ona direnebilirim.
Yine de içimden bir ses bu duvarları dolduracak günler var diyor, hiç birşey amaçsız değildir. Hayatıma ilkbahar gibi giren o ses, cıvıltı belki o yeşillendirecek bir dal parçası arıyordu ve ben dilek ağacı olmaktan sıkılmış bu çaputlar yerine kendi yapraklarımla giyinmek istiyordum. Bu zamana kadar bu çaputlara yuva olan kollarım neden var diye düşündüm mü? Bak işte şimdi meyve tutmaya başladılar... Seviyorum, ve bu sevginin bana öğrettiği bir şey var; sevgi gücüyle değil sürekliliğyle değer kazanmak istiyor. Ben bu yüzden her kuruyan dalımda sorgulamıyorum sevgimi, sevgilimi. Biliyorum ki her eksilen parçamda kalanlarım güçleniyor. Bir parçam yılbaşı ağacı oluyor, bir parçam sobada yanıyor; yüzlerce yaprakla gökyüzünden bulutları kovuyorum, bir kolumda çocuk gönüllü yarimi sallayarak.. İşte, hayalimdeki ev.
Olacak, bu odaların dolması imkansız değil. Bu zamana kadar hayatıma girenlerin gücü bu kadardı, gönüllerinden kopanı bölüştüler... Geçmişi de, bu hüznü de seviyorum. Bana acizliğimi, azlığımı hissetiriyorlar. Ben yetmiyorum, bu yüzden bu hüznün sonbahar rengini evimden atacak bir ilham perim var..
19 Ağustos 2011 Cuma
Unutulmaz
Gecenin bir yarısı ismiyle çağrıldığını duydu, yataktan doğruldu, cam kenarında karanlık bir suret ona bakmadan "Uyuyamıyorum, konuşmamız lazım..." dedi. Bu kim ve evimde ne işi var diye düşünerek bir yandanda rüya görüyor olabilme olasılığıyla yatakta doğruldu.
-Sen kimsin? Benimle ne konuşmak istiyorsun?
-Anlatacağım, herşeyi anlayacaksın.. Ama önce şu uyuyamama işini konuşmamız lazım.
-Niye uyuyamıyorsun?
-Senin sayende. Hayatım hep senin çelmelerin yüzünden yere kapaklanmakla geçti. Senin yüzünden beni mutluluğa götürecek nice fırsat kaçırdım...
-Seni tanımıyorum bile? Sana nasıl bir çelme takmış olabilirim? Banka kuyruğunda seni unuttum da borçlarını ödeyemediğin için herşeyini mi kaybettin? Ne yapmış olabilirim ki?
-Komik şeyler söyle, devam et.. Burda gülecek biri var mı sence?
Ben bir ressamım, hayalimdeki kadınla evlendim, ailem benimle hep gurur duydu... Sevdiğim işi yaparken kimsenin emri altına girmeme gerek yok. Tüm dostlarım kitaplar gibi sadık, bin yıl sonra da kapağını açsam kaldığım yerden devam edebilirim. İki şahane evladım var, annelerinin gözleri ve gülüşü ile ödüllendirdi Tanrı onları. Ne kadar güzel değil mi?
-Evet, hiç de çelme yemişe benzemiyorsun...
-Çünkü ben bir ressamım, bütün bunları hayalimde canlandırmam birkaç saniyemi almadı. Bütün bu güzelliklerine rağmen hiçbir şansları yok. Neden mi? Çünkü onları akatarabileceğim bir kağıdım yok. Kafamın içinde kalacaklar..
-Gerçek değil miydi yani?
-Hayır... Bütün bunlar benim susmam ve senin konuşman yüzünden gerçek olamadı. Gerçekleşmeyen her hayalimde karşına çıkıp hesabını sormak ve seni altetmek için yanıp tutuştum. Hala anlamıyorsun değil mi? Pekala, teker teker gidelim ve önce senden bahsedelim; Sen bir bankacısın, bunun için okudun... Bu mesleği okurken kendine yeni bir üniversite için söz vermiştin. Bu sadece sana ailenin seninle gurur duymasını sağlayacaktı ve tabi biraz da para kazanmanı. Üniversiteden sonra bir bankada işe başladın, yorucu çalışma saatlerine rağmen iş yerinden birini önce çıkmaya sonra evlenmeye ikna edebildin. O senin için mükemmel eşti çünkü aynı iş yerinde çalışıyordunuz ve seni anlayabiliyordu. Çocuğunuz olması için bir türlü vaktiniz olmadı, tabi bunda eşinin imzaladığı anlaşmada doğum yapmamak maddesi de etkili .Müdürünün seninle ilgili bir problemi hiç olmadı, hatta çok nadir konuştunuz.. Ancak onun yerinde gözü olan müdür yardımcısı için bir basamak olmak beraberinde uzun mesaileri getirdi. Bu mesailer yüzünden kendi özel günlerinizi kutlama fırsatı bile bulamadınız.. Dostların bunu bilmeden senden kendileri için vakit ayırmanı istedi, sen olduramadın ve gittikçe telefon görüşemeleri azaldı.. Seni unutmaları için birkaç zaman görüşmemenin yeterli olduğunu görmek canını çok sıktı değil mi?
-Bütün bunları nerden bildiğini sormayacağım... Sabırla hala bu konuşmanın nereye varacağını merak ediyorum.
-Bu senin hayatın, yalan tek bir kelime var mı? Bunu öyle yada böyle sen seçtin, sen yaşadın.. Sen bunları yaşarken ben küçücük bir oda içersinde yıllarca bağırdım, haykırdım. İşkence.. İşekencenin en büyüğü nedir bilir misin? Birinin senin hayallerini paramparça ettiğini bildiğin halde birşey yapamamak... Sonra sesim kısıldı, gücüm tükendi... Bir köşede bekledim, o odada sabırla yıllarca küçücük bir çatlak aradım. O çatlağı büyütüp kaçmak ve hesap sormak için.. Sonunda oldu, karşındayım.
-Ne demeye çalışıyorsun? Benim yüzümden mi girdin o deliğe?
-Hayır, ben o odada doğdum ve orada büyüdüm.. İkimizde orada doğduk, sen ve ben.. Ailen seni seçti, seni büyüttü. Sen mutsuz olacağı en başta belli olan kişydin, sen ölmeliydin. Yaşaması gereken bendim! Peki ne oldu? Onlar da hayal kırklığı yaşadı, kendi hayatını çok ucuza onların istekleriyle kaplamana rağmen.. Babanın istediği bankacılığı seçmene ve annenin istediği gibi kariyer sahibi bir kadınla evlenmene rağmen seni hala kayıp bir vaka olarak görmüyorlar mı? Sen konuşmayı öğrendiğinden beri hep dönüp bizim için kendini feda etmeni bekledim. Doğru olanı yapıp kendi varlığından bizim için vazgeçmeni.. Üniversitede ders notlarına resimler çizerken ve gerçekten aşık olduğun kıza uzaktanda olsa her bakışında bu odaya geri döneceğini ve beni serbest bırakacağını sandım. Benim hayalimi dökeceğim kağıdı sen sadece takvim hesaplamaları ve para hesabıyla doldurdun. Sen ağır ağır yaşamının anlamsızlığını içine sindirirken kafanın içindeki küçük çatlakları tırnaklarımla büyüterek önce eşini sonra aileni koparıp aldım. Onlardan uzakta bu küçük banka şubesi işini kabul etmen belkide hayatında iç huzuruyla verdiğin tek karardır değil mi? Çünkü ben bir tek bu kararda beynini yumruklamadım. Bana ailenin istekleriyle kirlenmemiş ömrün bu köşeside yeter..
-Sen.. Sen, ben misin? Bu... Bu nasıl.. Deliriyor muyum?
-Beni gömdüğün o odada uyuyamıyorum artık... Hakkım olanı, hayatımı istiyorum! Sen bunca yılın yorgunluğunu huzur içinde dindirirken ben bizim için yeni bir resim çiziyor olacağım. Şu an ikimizinde konuşuyor olması delilik elbette, birimizin susması gerek. Bu sen olmadıkça bu delilik devam edecek çünkü artık susmaya niyetim yok.
-Bu bir rüya olmalı, sen gerçekte yoksun! Uyandığımda bu saçmalıkların hepsinin boş bir rüya olduğunu göreceğim.
-Rüyada, uyanıkken, bankada veya ailenleyken.. Artık hiçbirşeyin eskisi gibi olması mümkün değil.. Çünkü sen aşık olduğun kızın da seni sevdiğini öğrendin, çünkü rasgele yaptığın bir resim internette hızla yayıldı.. Artık benim sıram, beni zapteden bütün duvarları bu depremlerle yıktın!
-Pekala.. Ne yapmamı istiyorsun? Kendimi öldürmem mi gerek?
-Şimdi bütün iradeni uykuya teslim et, dinlen benim yorgun dostum.. Uyu..
-Ama..
-Uyu dostum, bu bizim hayatımızın ilk gecesi... Güzel bir ömrü çizmek için senin uyumana ihtiyacım var..
Tıpkı uyandığı zaman olduğu gibi kafasındaki onca soruya rağmen bu emre de itaat etti. Gözlerini kapattı, uzun zaman sonra ilkkez başağrısı hissetmeden uyudu. Rüyasında bir karınca olduğunu gördü, sırtında kendinden ağır ve pis kokan bir yükle toprak altındaki karanlık yuvasına girdi. Sırtındaki yükü bir köşeye bıraktı ve rahatladığını hissetti.. O kadar yorulmuştu ki, ömrünün geri kalanını burada huzur içinde dinlenerek geçirmek istedi.
4 Ağustos 2011 Perşembe
Soğuk
Bir adamın en büyük mücadelesi aslında kendisiyledir. Çünkü gücün, sevgin, bilgin.. vb sana ait ne varsa gerçek haliyle görmen gerekir her daim. Oysa dışarda yaşadığın onca olay ve sevdiklerin yalancı aynalar gibi her an bu görüntüyü olduğundan çok farklı gösterebilir. Sen bu durumda bazen dayanamayıp radikal kararlar alabilir, herkese ve herşeye karşı gardını alıp savunmaya geçebilirsin veya herşeyi akışına bırakırsın. Anı anına doğru bakış açısını yakalamaya çalışmak çok zor ve sabır isteyen bir iş; bu nedenle bazıları insanlardan uzakta bir süre kabuğuna çekilerek herşeyden öte sadece kendine ait olanların bir resmini hafızasına kazır. Bundan sonrası ise kolaydır; her durumda aklına o resmi getirirsin ve elini uzatıp dokunduğunda soğuk bir ayna yüzü ile karşılaşma riskini azaltırsın çünkü gerçek senin hangisi olduğunu bilirsin.
Ancak gerçek seni görmek de o kadar kolay bir iş değildir. Kendine karşı dürüst olmayı başaramamışsan bin yıl yalnız kalıp düşünsende gerçek bir sen tanımı ortaya koyamazsın. Arkadaşlarının, ailenin ve tüm çevrenin bildiği veya bilmediği herşeyi masaya koyman ve bunlar arasında mana olarak sende karşılığı olanları ayırman lazım, bu manaların birleşimi senin soyut varlığının sınırlarını yani çizgilerini ortaya koyacaktır. Sana renk verecek olan ise bu manaları yaşadığın yoğunluklardır. Bir gönül macerası pembe ise gerçek aşkın kan kırmızı olacaktır mesela.. Gençken çizgilerin az fakat renk tonları koyu ve parlak, yaşlandıkça artan çizgilere rağmen birçok rengin uçuk bir tona ulaşmıştır. Çünkü hayatın ellerinden kaymaya başladığı anlarda tüm yoğunluğuyla hissettiğin şey korkudur. O da gözbebeğin gibi doğuştan olmasına rağmen tüm renklerin solduğu bu anda tüm koyuluğuyla daha yeni dikkatini çeker.
Sen kendini başkalarının kalemlerine de bırakabilirsin. Bu da keyiflidir, çünkü ailene göre kayıp bir vaka olmanın acısını belki kendi çocuğunun kahramanı olarak atlatabilirsin. Buna birçok örnek verebiliriz çünkü çoğumuz bu yolu seçmeyi daha kolay görür. Ancak bu tür hayatlar belirsizliklere açıktır. Bazen öyle anlar olur ki iki kalemin yolu kesişir; aynı anda farklı iki sen çizmeye çalışan kalemlerin mücadelesi sonucu ya bir kalem kırılır ya da ortaya bir ucube çıkar. Bu öngörülemez ve önlenemez bir durum olduğu için çoğu insan kabuk niyetine genel özelliklerden birkaçını kendini tanıtmak için seçer: Sadık, dürüst, sempatik... vs. Bu genel özellikler kendine bakmadan çizdiği bir resimdir . Geceleri sırt üstü bu resme uzandığında çizgiler dar geliyorsa birşeylerden vazgeçmeye mecbur hisseder kendini ve eğer çizdiği kendi resmi içinde küçük kalıyorsa içindeki boşluğu doldurmak için hayatına katmada seçiciliğini yitirecektir.
Bir adam kendi kendini doğru da tanısa yanlış da tanısa hep mücadele içinde olacaktır zira her an değişen bir dünyada yaşıyor ve sürekli birileriyle birşeyler paylaşıyoruz. Bu paylaşımları doğu algılamak ve doğru yerlere oturtmak kolay bir iş değil. Bu doğruluğu gölgeleyen nezaket hayatımızda oldukça bu algılamalar ve yerleştirmelerde hata payı da mutlaka olacaktır. Ayrıca statülere olan merakımız ve "görevler"imizde bizim kararlarımızı ve bakışımızı etkilemekte.
İnsanların kendi kendini doğru tanıyıp bir servi gibi dümdüz büyümesini sağlayacak benim görebildiğim tek yol arayışların ve isteklerin tükenmesi. Bunun bir yolu beden eğitiminde diğer yolu ise insanları tanımaktan geçiyor. Birinci yolda bedeninin gerçekten iyi yaşaması için ne gerekiyorsa onu vermeyi öğreniyorsun. Bu sayede sen pazarlamacıların, çıkarcıların hedef tahtası olmaktan kurtuluyor ve fazla yüklerinden arınıyorsun. Bu senin hayatın boyunca düşünmek zorunda kaldığın bir çok şeyi silip atmanı ve zaman kazanmanı sağlıyor artı olarak. İkinci yol ise sana insanlardan fazla şey beklememeyi öğretiyor. Tarih boyunca insan düşünce ve inanç yapısını izlediğinde görüyorsun ki film karakterleri gibi kusursuz olan insanlar çok çok az. İnsanlara içini dolduramadığı kostümler giydirip sonra gerisini hayalgücüne bırakarak kendi filmini yazmak olmuyor, mutlaka bir sahnede kusuru görüyorsun. Bu seni en iyi ihtimalle sadece o sahneden en kötü ihtimalle de kendi hayatından soğutuyor.
Bu iki ana yolun da seni aynı zamanda daha da yalnızlaştıracağını da söylemek gerek. Çünkü çevrendekiler rahatlığını yalancı bir nezaketle sorsa da onları esas ilgilendiren görünüşün ve yaşam şeklinin bir kaç pazarlamacının belirlediği çizgiye uyup uymadığı.. Buna göğüs germek oldukça zor. Üstelik ne için? Yalnızlıktan soğumaktansa kendi hayatından soğumayı ve teselliyi kadında, içkide veya kumarda bulmayı yeğlemek daha az yorucu. Kendi gücünün aslında korkundan doğduğunu görmek ve bunla yaşamak akıllıca değil. Basit biyolojik mutualist veya simbiyotik yaşamların "ilişki" ve "dostluk" olarak kulağa daha sempatik geldiği gerçeği ortadayken neden bunların ayrımına varmalı ki?
O halde en başta söylediğim şeyde küçük bir değişiklik yapmakta fayda var; Bir adamın en büyük mücadelesi bildikleri ve yaşadıkları arasındaki farkladır.
Ancak gerçek seni görmek de o kadar kolay bir iş değildir. Kendine karşı dürüst olmayı başaramamışsan bin yıl yalnız kalıp düşünsende gerçek bir sen tanımı ortaya koyamazsın. Arkadaşlarının, ailenin ve tüm çevrenin bildiği veya bilmediği herşeyi masaya koyman ve bunlar arasında mana olarak sende karşılığı olanları ayırman lazım, bu manaların birleşimi senin soyut varlığının sınırlarını yani çizgilerini ortaya koyacaktır. Sana renk verecek olan ise bu manaları yaşadığın yoğunluklardır. Bir gönül macerası pembe ise gerçek aşkın kan kırmızı olacaktır mesela.. Gençken çizgilerin az fakat renk tonları koyu ve parlak, yaşlandıkça artan çizgilere rağmen birçok rengin uçuk bir tona ulaşmıştır. Çünkü hayatın ellerinden kaymaya başladığı anlarda tüm yoğunluğuyla hissettiğin şey korkudur. O da gözbebeğin gibi doğuştan olmasına rağmen tüm renklerin solduğu bu anda tüm koyuluğuyla daha yeni dikkatini çeker.
Sen kendini başkalarının kalemlerine de bırakabilirsin. Bu da keyiflidir, çünkü ailene göre kayıp bir vaka olmanın acısını belki kendi çocuğunun kahramanı olarak atlatabilirsin. Buna birçok örnek verebiliriz çünkü çoğumuz bu yolu seçmeyi daha kolay görür. Ancak bu tür hayatlar belirsizliklere açıktır. Bazen öyle anlar olur ki iki kalemin yolu kesişir; aynı anda farklı iki sen çizmeye çalışan kalemlerin mücadelesi sonucu ya bir kalem kırılır ya da ortaya bir ucube çıkar. Bu öngörülemez ve önlenemez bir durum olduğu için çoğu insan kabuk niyetine genel özelliklerden birkaçını kendini tanıtmak için seçer: Sadık, dürüst, sempatik... vs. Bu genel özellikler kendine bakmadan çizdiği bir resimdir . Geceleri sırt üstü bu resme uzandığında çizgiler dar geliyorsa birşeylerden vazgeçmeye mecbur hisseder kendini ve eğer çizdiği kendi resmi içinde küçük kalıyorsa içindeki boşluğu doldurmak için hayatına katmada seçiciliğini yitirecektir.
Bir adam kendi kendini doğru da tanısa yanlış da tanısa hep mücadele içinde olacaktır zira her an değişen bir dünyada yaşıyor ve sürekli birileriyle birşeyler paylaşıyoruz. Bu paylaşımları doğu algılamak ve doğru yerlere oturtmak kolay bir iş değil. Bu doğruluğu gölgeleyen nezaket hayatımızda oldukça bu algılamalar ve yerleştirmelerde hata payı da mutlaka olacaktır. Ayrıca statülere olan merakımız ve "görevler"imizde bizim kararlarımızı ve bakışımızı etkilemekte.
İnsanların kendi kendini doğru tanıyıp bir servi gibi dümdüz büyümesini sağlayacak benim görebildiğim tek yol arayışların ve isteklerin tükenmesi. Bunun bir yolu beden eğitiminde diğer yolu ise insanları tanımaktan geçiyor. Birinci yolda bedeninin gerçekten iyi yaşaması için ne gerekiyorsa onu vermeyi öğreniyorsun. Bu sayede sen pazarlamacıların, çıkarcıların hedef tahtası olmaktan kurtuluyor ve fazla yüklerinden arınıyorsun. Bu senin hayatın boyunca düşünmek zorunda kaldığın bir çok şeyi silip atmanı ve zaman kazanmanı sağlıyor artı olarak. İkinci yol ise sana insanlardan fazla şey beklememeyi öğretiyor. Tarih boyunca insan düşünce ve inanç yapısını izlediğinde görüyorsun ki film karakterleri gibi kusursuz olan insanlar çok çok az. İnsanlara içini dolduramadığı kostümler giydirip sonra gerisini hayalgücüne bırakarak kendi filmini yazmak olmuyor, mutlaka bir sahnede kusuru görüyorsun. Bu seni en iyi ihtimalle sadece o sahneden en kötü ihtimalle de kendi hayatından soğutuyor.
Bu iki ana yolun da seni aynı zamanda daha da yalnızlaştıracağını da söylemek gerek. Çünkü çevrendekiler rahatlığını yalancı bir nezaketle sorsa da onları esas ilgilendiren görünüşün ve yaşam şeklinin bir kaç pazarlamacının belirlediği çizgiye uyup uymadığı.. Buna göğüs germek oldukça zor. Üstelik ne için? Yalnızlıktan soğumaktansa kendi hayatından soğumayı ve teselliyi kadında, içkide veya kumarda bulmayı yeğlemek daha az yorucu. Kendi gücünün aslında korkundan doğduğunu görmek ve bunla yaşamak akıllıca değil. Basit biyolojik mutualist veya simbiyotik yaşamların "ilişki" ve "dostluk" olarak kulağa daha sempatik geldiği gerçeği ortadayken neden bunların ayrımına varmalı ki?
O halde en başta söylediğim şeyde küçük bir değişiklik yapmakta fayda var; Bir adamın en büyük mücadelesi bildikleri ve yaşadıkları arasındaki farkladır.
28 Haziran 2011 Salı
Emanet
Bir adım atarsın; bir yol biter, bir yol başlar, ölürsün, kurtulursun, mutlu olursun, kedere boğulursun, şaşırırsın, bıkarsın, koşarsın, yorulursun... Bir adım atmakta ne var ki? Bu soruyu kendine soruyorsun; bugün değil belki yıllar sonra geleceğini biliyorum ve bu yazıyı gördüğünde seni ne kadar iyi anladığımı ve beni anlayacaksın.
Bak ben ne kadar mantıklı açıklıyorum herşeyi. Sorduğun soruların az yada çok cevabını biliyorum. Bazı şeyleri çok net ve detaylı hatırlıyorum. Unutmayı tercih ettiklerimi de dahil edersek hafızamda koca bir yer işgal ediyor bütün bunlar oysa hafızamın tamamı bir mercimek kadar.. Bu sana özel birşey değil, bu kimseye özel değil.. Herkes için hafızamda en az senin kadar yer var dolsun ya da dolmasın. Sen bu hafıza dosyasının dolduğu yerdesin; bir adımlık payın kaldı bunu hissediyorum. Herşeyin bambaşka görünmesini istediğim bu sahnede elindeki bütün silahları yere atarak karşımda silahsız kalacağına ve bu halinde kusursuz bir samimiyet olacağına eminim çünkü kalbinin bir yarısında sahene rüzgarına alışık olmayan bir mum alevi var; en ufak bir rolde içini tutuşturur. Ölüm dahil herşeyden geri dönmek için bir adım yeter, sadece bir adım... Verdiğin bütün sözlerden, ettiğin bütün yeminlerden ve tuttunduğun bütün bahanelerden seni çekip alacak tek bir gerçek var: Kaybettiğinden fazlasına sahip olacağını biliyorsun. Bu herzaman mümkün demek isterdim, ama az önce de dediğim gibi bir adımlık yer var hafızamda. Uzun uzadıya konuşacak bir yol yok.
Sende en az benim kadar hayal mimarısın, sen başarılısın çünkü bende senin kurduğun çöksede enkaz olmayan evlerde yaşadım.Senin şehirlerini dolduracak kadar insanlar tanıdım; uzakta kaçtığın yerde de burnumun dibinde de senden hep isimler, resimler taşıdım hafızama. Bugün yürürken.. Yürüyüp müzik dinlerken, bu hafızanın içini dolduran herşeyin bir yedeğini isteyeceğini düşündüm. Hiç anlatamadığım, seni bambaşka çizdiğim anılar... Öğrettiğin isimlerin içlerinden geçenler, dışarıya taşırdıkları.. Yalnızca iki kişilik sandığın; bir şekilde üzerini örtmeye mecbur kaldığım sırların.. Kurduğun dengelerde kilit noktasını neye göre belirlediğim ve nasıl hep doğru tahminde bulunduğum... Daha birçok şey var; buraya sığmayacak. Sen bu yedeği benden aldığında, yada bu geçmişi reddettiğinde ben yürüyüp müzik dinlerken veya eski herhangi birşeye bakarken, otobüsle bir yere giderken, düştüğümde, çok çok üzüldüğümde veya güldüğümde, bir kameraya poz verirken o anı tüm hücrelerimde yaşayacağım. Senin bedelsiz ortaklığın son bulacak.
Merak etme, sen burayı okuyup bendeki bu emaneti almak isteyinceye kadar tek kelime kaybetmeyeceğim, hatta kendiliğinden çıkmadıkça hiç açmayacağım.. Sana ait bu hafızayı benden almaya gelirken yanında getirmen gereken tek şey adın.
Bak ben ne kadar mantıklı açıklıyorum herşeyi. Sorduğun soruların az yada çok cevabını biliyorum. Bazı şeyleri çok net ve detaylı hatırlıyorum. Unutmayı tercih ettiklerimi de dahil edersek hafızamda koca bir yer işgal ediyor bütün bunlar oysa hafızamın tamamı bir mercimek kadar.. Bu sana özel birşey değil, bu kimseye özel değil.. Herkes için hafızamda en az senin kadar yer var dolsun ya da dolmasın. Sen bu hafıza dosyasının dolduğu yerdesin; bir adımlık payın kaldı bunu hissediyorum. Herşeyin bambaşka görünmesini istediğim bu sahnede elindeki bütün silahları yere atarak karşımda silahsız kalacağına ve bu halinde kusursuz bir samimiyet olacağına eminim çünkü kalbinin bir yarısında sahene rüzgarına alışık olmayan bir mum alevi var; en ufak bir rolde içini tutuşturur. Ölüm dahil herşeyden geri dönmek için bir adım yeter, sadece bir adım... Verdiğin bütün sözlerden, ettiğin bütün yeminlerden ve tuttunduğun bütün bahanelerden seni çekip alacak tek bir gerçek var: Kaybettiğinden fazlasına sahip olacağını biliyorsun. Bu herzaman mümkün demek isterdim, ama az önce de dediğim gibi bir adımlık yer var hafızamda. Uzun uzadıya konuşacak bir yol yok.
Sende en az benim kadar hayal mimarısın, sen başarılısın çünkü bende senin kurduğun çöksede enkaz olmayan evlerde yaşadım.Senin şehirlerini dolduracak kadar insanlar tanıdım; uzakta kaçtığın yerde de burnumun dibinde de senden hep isimler, resimler taşıdım hafızama. Bugün yürürken.. Yürüyüp müzik dinlerken, bu hafızanın içini dolduran herşeyin bir yedeğini isteyeceğini düşündüm. Hiç anlatamadığım, seni bambaşka çizdiğim anılar... Öğrettiğin isimlerin içlerinden geçenler, dışarıya taşırdıkları.. Yalnızca iki kişilik sandığın; bir şekilde üzerini örtmeye mecbur kaldığım sırların.. Kurduğun dengelerde kilit noktasını neye göre belirlediğim ve nasıl hep doğru tahminde bulunduğum... Daha birçok şey var; buraya sığmayacak. Sen bu yedeği benden aldığında, yada bu geçmişi reddettiğinde ben yürüyüp müzik dinlerken veya eski herhangi birşeye bakarken, otobüsle bir yere giderken, düştüğümde, çok çok üzüldüğümde veya güldüğümde, bir kameraya poz verirken o anı tüm hücrelerimde yaşayacağım. Senin bedelsiz ortaklığın son bulacak.
Merak etme, sen burayı okuyup bendeki bu emaneti almak isteyinceye kadar tek kelime kaybetmeyeceğim, hatta kendiliğinden çıkmadıkça hiç açmayacağım.. Sana ait bu hafızayı benden almaya gelirken yanında getirmen gereken tek şey adın.
21 Haziran 2011 Salı
Unutmak
Bir isim yada bir kısa anı unutmak ne güzel birşey.. Evet unutmak ne güzel!!
Sakın yanlış anlaşılmasın, kötü ve ya zor zamanları ya da acı veren insanları kastetmiyorum sadece; bütün renkleriyle ömrün kısa bir anını ve ya bir kahramanını unutmak diyorum. Neden mi? Çünkü öyle zamanlar oluyor ki insan bildiği bütün denklem , formül ve planlarıyla olayın göbeğinde çaresiz kalıyor. Yine akla kötü durumlar veya olaylar gelmesin; sıradan ve hayatınızda hafif bir esintiye ihtiyaç duyduğunuz anlar da dahil bu çaresiz kalınan anlara. Böyle zamanlarda "yeni" birine ve yeni şeyler denemeye niyetlensede insan bunun gerçekten doğru şık olduğuna inanması bazen bir kaç başarısızlık sonra olabiliyor. Yine en garanti yol bilindik olanlar; hani susayınca su, acıkınca yemek gibi net bilinen birşey olmalı. Oysa elde bilinen herşey o an için bir türlü sonuca götürmüyor ve kadere razı olup boyun eğdiğin anda unuttuğun birşey çıkıp geliyor. Yüzünde taze rüzgarı hissediyorsun, hatırlıyorsun. İşte o an bu rüzgarın, unutmanın nefesi olduğunu hatırlıyorsun ve hayatında unutmanın acıkmak gibi, susamak gibi seni sonunda küçücük ve sıradan bir anda hazza götürecek bir yol olduğunu anlıyorsun. Unutmadan insan nasıl tadabilir aniden hatırlamanın verdiği hazzı?
Unutmanın kendisi de bu hazzın kaynağı biz hiç farketmesekde; dualarımızda bildiğimiz ve unuttuğumuz şeylerin aracılığını diliyoruz. Birşeyi tamamen kaybetmektense biryerlerde unutmuş olmayı yeğliyoruz. Bazen kendimizi unutup başkaları için yaşıyoruz (bunun kendisi başlı başına bir mutlulukken), sonra tek başımıza "kimsesiz ve yalnız" kaldığımızı sandığımız bir anda keni varlığımızı hatırlayıp bununla teselli buluyoruz. Daha ne çok şey var unutmak ve onun tatlı meyvası hatırlamakla ilgili mutluluk veren; eminim herkes kendi hayatından birşeyler bulabilir. Ben mesela; biten dostlukların ardından yakılmadan kalan bir fotoğraf buldum, onu bir kitap arasında "unutmuşum". Tekrar baktığımda unutmuş olduğuma ne çok sevindim. Öfkemin elinden kurtulmayı sadece unutmam sayesinde başarmış ve şimdi doğru zamanda çıkıvermiş karşıma.
Kötü zamanlar ve acı veren insanlar için unutmanın hikmetini anlatmaya zaten gerek yok. Onları hatırlamak da insanın yüzünü buruşturup bazen gözyaşı dökmesine sebep oluyor ki her ağacın meyvası tatlı olacak diye bir kural yok, bu da hayatın kendi içindeki dengesi. Ben bunca zaman bana sunduğu meyva ziyafeti için beynim ve kalbimi kutluyorum. Çünkü onlar sayesinde bir zamanlar unutamamanın azabını çektiğim şeyleri şimdi sadece hatırlıyorum ve karşıma aniden çıkan bir yüz ya da ismin hiç unutmamış olduklarımdan nasıl daha mutlu ettiğin biliyorum.
Sakın yanlış anlaşılmasın, kötü ve ya zor zamanları ya da acı veren insanları kastetmiyorum sadece; bütün renkleriyle ömrün kısa bir anını ve ya bir kahramanını unutmak diyorum. Neden mi? Çünkü öyle zamanlar oluyor ki insan bildiği bütün denklem , formül ve planlarıyla olayın göbeğinde çaresiz kalıyor. Yine akla kötü durumlar veya olaylar gelmesin; sıradan ve hayatınızda hafif bir esintiye ihtiyaç duyduğunuz anlar da dahil bu çaresiz kalınan anlara. Böyle zamanlarda "yeni" birine ve yeni şeyler denemeye niyetlensede insan bunun gerçekten doğru şık olduğuna inanması bazen bir kaç başarısızlık sonra olabiliyor. Yine en garanti yol bilindik olanlar; hani susayınca su, acıkınca yemek gibi net bilinen birşey olmalı. Oysa elde bilinen herşey o an için bir türlü sonuca götürmüyor ve kadere razı olup boyun eğdiğin anda unuttuğun birşey çıkıp geliyor. Yüzünde taze rüzgarı hissediyorsun, hatırlıyorsun. İşte o an bu rüzgarın, unutmanın nefesi olduğunu hatırlıyorsun ve hayatında unutmanın acıkmak gibi, susamak gibi seni sonunda küçücük ve sıradan bir anda hazza götürecek bir yol olduğunu anlıyorsun. Unutmadan insan nasıl tadabilir aniden hatırlamanın verdiği hazzı?
Unutmanın kendisi de bu hazzın kaynağı biz hiç farketmesekde; dualarımızda bildiğimiz ve unuttuğumuz şeylerin aracılığını diliyoruz. Birşeyi tamamen kaybetmektense biryerlerde unutmuş olmayı yeğliyoruz. Bazen kendimizi unutup başkaları için yaşıyoruz (bunun kendisi başlı başına bir mutlulukken), sonra tek başımıza "kimsesiz ve yalnız" kaldığımızı sandığımız bir anda keni varlığımızı hatırlayıp bununla teselli buluyoruz. Daha ne çok şey var unutmak ve onun tatlı meyvası hatırlamakla ilgili mutluluk veren; eminim herkes kendi hayatından birşeyler bulabilir. Ben mesela; biten dostlukların ardından yakılmadan kalan bir fotoğraf buldum, onu bir kitap arasında "unutmuşum". Tekrar baktığımda unutmuş olduğuma ne çok sevindim. Öfkemin elinden kurtulmayı sadece unutmam sayesinde başarmış ve şimdi doğru zamanda çıkıvermiş karşıma.
Kötü zamanlar ve acı veren insanlar için unutmanın hikmetini anlatmaya zaten gerek yok. Onları hatırlamak da insanın yüzünü buruşturup bazen gözyaşı dökmesine sebep oluyor ki her ağacın meyvası tatlı olacak diye bir kural yok, bu da hayatın kendi içindeki dengesi. Ben bunca zaman bana sunduğu meyva ziyafeti için beynim ve kalbimi kutluyorum. Çünkü onlar sayesinde bir zamanlar unutamamanın azabını çektiğim şeyleri şimdi sadece hatırlıyorum ve karşıma aniden çıkan bir yüz ya da ismin hiç unutmamış olduklarımdan nasıl daha mutlu ettiğin biliyorum.
17 Nisan 2011 Pazar
Geri Dönüşüm
Resimlere bakarken, uzun zamandır gitmediğin bir yere gittiğinde, değişen isimler, çoğalan yüzler gördüğünde ve eski bir şarkı dinlediğinde zamanın nasıl geçtiğini anlarsın. Anladım...
Yaşadığın vaktin boşa geçen her saniyesi yakana yapışır... Sustukların, konuştukların.. Karabasan gibi üstüne çöker hatıralar dilsiz, sessiz izlersin. Neden bir koşulu yok bazı şeyleri değiştirmenin? Şunları yapınca zamana hükmedebilirsin deselerdi. Zamanı geri almak için de zaman harcamak gerekecekti ve bu kısır döngüye dönecekti... Aslında bu yazıyı yazmama sebep olan keşkeler veya pişmanlıklar değil. Bu işin doğasına olan hayranlığım. Her nesil istisnasız bu duyguları yaşıyor ama Babil kulesini inşa edenler gibi bir sonraki nesil bir öncekini anlamıyor. Bırak nesilleri insan bile kendini anlamıyor; şu an bilgisayar başında bu yazıyı kendime yazıyorum ve boşa geçen vakitten dem vuruyorum..
Dinlediğim şarkılar o anı birebir geri getiriyor, gözlerimi kapatıyorum... Sonra eski bir resimde buluyorum kendimi, gülümserken inme inmiş gibi, gözlerim sanki konuşuyormuş gibi geliyor, anlamaya çalışıyorum ama nafile.. Eski dostlara rastlıyorum, konuşunca hep gelecekten konuşuyoruz, sanki eskiyi konuşmak gereksiz bir çocuklukmuş ve buna vakit harcamak akılsızlıkmış gibi.. Oysa geleceğin ayaklarını bastığı yer neden önemsiz olsun ki? Bir daha asla yapamayacağımız şeyleri yapma fırsatını kaçırıyoruz.. Bu kafa yapısında gençlerin önüne çıkıp hep yapmamaları gereken şeyleri söyleyerek onların hazlarını neşterliyoruz, neden? Çünkü çok önemli işler yapanların da aklında yapamadıkları var, onların yapamdığını yaparak hayatlarındaki domino taşlarına dokunulsun istenmiyor.
Resimlerdeki gülümseyen yüzler, neden gülümsüyoruz ki? Mutlu olduğumuzu yıllar sonra da görmek için mi? Bu resimleri görenler bizim sürdüğümüz mutlu ömre imrensin diye mi? Resimlerde kameraya bakmamayı tercih eder oldum bu hastalıklı düşünceden kurtulmak için. Artık resme baktığımda nasıl hissettiğimi düşünmek istiyorsam öyle görüyorum kendimi.. Bir gün o resimden daha mutlu oluyorum, bir gün daha keyifli, daha üzgün veya daha sinirli.. Böyle yapınca öfkeden titrerken yüzüme saf saf gülen resmimi yırtmaya da gerek kalmıyor. Ama iş bende bitmiyor ki, geçmişime ortak insanlar hala ve artık artan bir hızla paylaşıyorlar geçmişlerini. Gördükçe hatırlıyorsun, hatırladıkça dalıp gidiyorsun.. Hele benim gibi detaylara takılan biriysen kendine gelmen epey vakit alıyor. Bunun sebebi o günlere duyulan özlemden çok başka birşey.. Tam adını koyamadığım ama bir gün bulduğumda "Evreka!" diye sokaklara fırlatacak birşey. Çünkü o zaman onu yenmenin de bir yolunu bulmak mümkün olacak.
Şimdi dinlediğim şarkı ve baktığım resim de bana bu yazıyı yazdırdı. Resimde denize bakıyor, ben konuştukça dinliyor gibi ben günah çıkardıkça anladı sanıp sanki o günden geçmişimi değiştirmek için harekete geçecekmiş gibi geliyor. Ben susuyorum, o denize doğru bir şarkı söylüyor, duyuyorum.. Hiçbirşeyi değiştirmeye niyeti yok.. Tıpkı bugün ki gibi dünde haylaz... Bazı şeyler binlerce yıl değişmeyebilir. Artık kendimi böyle değişmeyen şeyleri sevmeye adadım.İyi ya da kötü; bu bilinmezliğe nihayet getirecekse sonuçlarına razıyım. Bu dengeyi korumak için harcadığım vakti geçmişe dönmek için uyulması gereken şart sayıyorum. Bu bir nevi ömrün geri dönüşümü...
Resimlerde değil, resimlere bakarken gülen bir ömür için biraz vakit harcamaya değer...
Yaşadığın vaktin boşa geçen her saniyesi yakana yapışır... Sustukların, konuştukların.. Karabasan gibi üstüne çöker hatıralar dilsiz, sessiz izlersin. Neden bir koşulu yok bazı şeyleri değiştirmenin? Şunları yapınca zamana hükmedebilirsin deselerdi. Zamanı geri almak için de zaman harcamak gerekecekti ve bu kısır döngüye dönecekti... Aslında bu yazıyı yazmama sebep olan keşkeler veya pişmanlıklar değil. Bu işin doğasına olan hayranlığım. Her nesil istisnasız bu duyguları yaşıyor ama Babil kulesini inşa edenler gibi bir sonraki nesil bir öncekini anlamıyor. Bırak nesilleri insan bile kendini anlamıyor; şu an bilgisayar başında bu yazıyı kendime yazıyorum ve boşa geçen vakitten dem vuruyorum..
Dinlediğim şarkılar o anı birebir geri getiriyor, gözlerimi kapatıyorum... Sonra eski bir resimde buluyorum kendimi, gülümserken inme inmiş gibi, gözlerim sanki konuşuyormuş gibi geliyor, anlamaya çalışıyorum ama nafile.. Eski dostlara rastlıyorum, konuşunca hep gelecekten konuşuyoruz, sanki eskiyi konuşmak gereksiz bir çocuklukmuş ve buna vakit harcamak akılsızlıkmış gibi.. Oysa geleceğin ayaklarını bastığı yer neden önemsiz olsun ki? Bir daha asla yapamayacağımız şeyleri yapma fırsatını kaçırıyoruz.. Bu kafa yapısında gençlerin önüne çıkıp hep yapmamaları gereken şeyleri söyleyerek onların hazlarını neşterliyoruz, neden? Çünkü çok önemli işler yapanların da aklında yapamadıkları var, onların yapamdığını yaparak hayatlarındaki domino taşlarına dokunulsun istenmiyor.
Resimlerdeki gülümseyen yüzler, neden gülümsüyoruz ki? Mutlu olduğumuzu yıllar sonra da görmek için mi? Bu resimleri görenler bizim sürdüğümüz mutlu ömre imrensin diye mi? Resimlerde kameraya bakmamayı tercih eder oldum bu hastalıklı düşünceden kurtulmak için. Artık resme baktığımda nasıl hissettiğimi düşünmek istiyorsam öyle görüyorum kendimi.. Bir gün o resimden daha mutlu oluyorum, bir gün daha keyifli, daha üzgün veya daha sinirli.. Böyle yapınca öfkeden titrerken yüzüme saf saf gülen resmimi yırtmaya da gerek kalmıyor. Ama iş bende bitmiyor ki, geçmişime ortak insanlar hala ve artık artan bir hızla paylaşıyorlar geçmişlerini. Gördükçe hatırlıyorsun, hatırladıkça dalıp gidiyorsun.. Hele benim gibi detaylara takılan biriysen kendine gelmen epey vakit alıyor. Bunun sebebi o günlere duyulan özlemden çok başka birşey.. Tam adını koyamadığım ama bir gün bulduğumda "Evreka!" diye sokaklara fırlatacak birşey. Çünkü o zaman onu yenmenin de bir yolunu bulmak mümkün olacak.
Şimdi dinlediğim şarkı ve baktığım resim de bana bu yazıyı yazdırdı. Resimde denize bakıyor, ben konuştukça dinliyor gibi ben günah çıkardıkça anladı sanıp sanki o günden geçmişimi değiştirmek için harekete geçecekmiş gibi geliyor. Ben susuyorum, o denize doğru bir şarkı söylüyor, duyuyorum.. Hiçbirşeyi değiştirmeye niyeti yok.. Tıpkı bugün ki gibi dünde haylaz... Bazı şeyler binlerce yıl değişmeyebilir. Artık kendimi böyle değişmeyen şeyleri sevmeye adadım.İyi ya da kötü; bu bilinmezliğe nihayet getirecekse sonuçlarına razıyım. Bu dengeyi korumak için harcadığım vakti geçmişe dönmek için uyulması gereken şart sayıyorum. Bu bir nevi ömrün geri dönüşümü...
Resimlerde değil, resimlere bakarken gülen bir ömür için biraz vakit harcamaya değer...
10 Mart 2011 Perşembe
Bi' Yere Kadar
En güzel yemeği yapan insan olsaydım yada en iyi dans eden veya en iyi futbolcu... En yakışıklı adam olup en güzellerin bile aklını çelebilseydim mesela... Bu benden ne götürür bana ne kazandırırdı? Oradan oraya gezinip boy gösteren bütün yaptığı işle ünlenenler dışında aynı övgüyü hakeden okadar çok kişi var ki. En güzel yemeği yediğimi düşündüğüm kenar lokantasının aşçısını hiç alkışlamadım, resimlerindeki konuları seçişine hayran olduğum amatör ressamdan gidipte bir resim almışlığım da yok. Sadece bir kez şarkı söylediğini duyduğum arkadaşıma yıllar geçmesine rağmen o şarkıyı hala unutamadığımı da söylemedim.. Bende böyle olurdum herhalde, yani bilinen ama asla fazla dillendirilmeyen biri. Saydıklarım gibi bende dünyaya açılma, kendini pazarlama hedeflisi değilim bende amatör ruhu kaybetme korkusu var; üç kuruşluk bir oltayla balık tutmaya gitmeyi severim ama işin içine makarası, balık cinsine göre misinası, yemi iğnesi, saatine göre takım değiştirmesi gibi detaylar girdikçe hevesim kaçar, keyifleri en basit haliyle yaşamak varken bu işi stres yükü haline getirmem.
Oysa meydanlarda boy göstermek için "en iyi" olduğun konuda sürekli ayakta durmak adına her yeniliği ve değişkliği kollaman, hemen gardını alman lazım. Sana sataşanlara hazır cevapların ve dost görünümlü düşmanlara karşı kalın setlerin olmalı. Ben bunca dengeyi gözleyip sürekli bir sonraki hamle için kafa patlatırken köşe başı lokantasının aşçısı ailesiyle güzel güzel sohbet ediyor olacak, ressam sigara almak için girdiği bakkaldan iki birayı da sardırıp çıkacak ve akşam müzik dinleyip içecek.. Ben? Onların benim gibi meydanlara dökülmemesi için her yere yetişmeye her deliği tıkamaya çalışacağım.
Bana satış konusundaki engin tecrübesini aktaran adamın oynamak için aldığı oyun konsolunun 2 ay hiç açılmadan bekledikten sonra çalındığını duyduğumda tamam dedim, senin yolun belli. Kimseyle uğraşmadan ama formdan da düşmeden birşeyler yapmak lazım. Hayat sıradanken güzel, kalem gibi sivrilmeye çalıştıkça seni tıraşlıyor azar azar.
İşini en iyi şekilde yapanlara saygım var, birçok kişi bu özveri sayesinde mutlu mesut yaşıyor ancak bunlar içersinde benim en çok takdir ettiklerim işlerini maddi ve manevi beklentiler için değil kendi öyle istediği için iyi yapanlar. Yani yaşadığı hayatı sevdiği işte hiçbir kaygı gütmeden geçiren insanlar.. Ama arada sırada onlara da bu "iyi"liklerini söylemek lazım. Ben bu konuda öncü olmak adına o şarkıya ayrı bir tat katan sesten başlayacağım.
Oysa meydanlarda boy göstermek için "en iyi" olduğun konuda sürekli ayakta durmak adına her yeniliği ve değişkliği kollaman, hemen gardını alman lazım. Sana sataşanlara hazır cevapların ve dost görünümlü düşmanlara karşı kalın setlerin olmalı. Ben bunca dengeyi gözleyip sürekli bir sonraki hamle için kafa patlatırken köşe başı lokantasının aşçısı ailesiyle güzel güzel sohbet ediyor olacak, ressam sigara almak için girdiği bakkaldan iki birayı da sardırıp çıkacak ve akşam müzik dinleyip içecek.. Ben? Onların benim gibi meydanlara dökülmemesi için her yere yetişmeye her deliği tıkamaya çalışacağım.
Bana satış konusundaki engin tecrübesini aktaran adamın oynamak için aldığı oyun konsolunun 2 ay hiç açılmadan bekledikten sonra çalındığını duyduğumda tamam dedim, senin yolun belli. Kimseyle uğraşmadan ama formdan da düşmeden birşeyler yapmak lazım. Hayat sıradanken güzel, kalem gibi sivrilmeye çalıştıkça seni tıraşlıyor azar azar.
İşini en iyi şekilde yapanlara saygım var, birçok kişi bu özveri sayesinde mutlu mesut yaşıyor ancak bunlar içersinde benim en çok takdir ettiklerim işlerini maddi ve manevi beklentiler için değil kendi öyle istediği için iyi yapanlar. Yani yaşadığı hayatı sevdiği işte hiçbir kaygı gütmeden geçiren insanlar.. Ama arada sırada onlara da bu "iyi"liklerini söylemek lazım. Ben bu konuda öncü olmak adına o şarkıya ayrı bir tat katan sesten başlayacağım.
25 Ocak 2011 Salı
Hasbihal
Uzun zamandır temebellik edip açık açık ve uzun uzun yazamıyordum. Buradan bakınca formatı şiire benzeyen yazıları çok iyi yaptığını sanıyormuş gibi görünmek istemem, sadece uzun yazmaya üşendiğim şeyleri kısaltmayı yeğliyorum... Burdan kazandığım vakti neye harcıyorsam artık...
Belli ki uzun zaman yazamayacağım (ne zaman böyle şeyler söylesem hep imkan buluyorum ya neyse) bu benim kendimle hasbihalim, mevcut durumu değerlendirmem olacak. Şuan uzak bir memlekete gitmek için hazırlık yapıyorum, zor iklim ve zor koşullar.. Ama insan alışıyor, bunca yıllık insan yaşam değişiklikleri bunun en büyük örneği. Alışılmayacak şeylerde vardır tabi, bunlardan birkaçından bahsedeyim;
Bir kere aile çok uzak kalınacak birşey değil. Zaman zaman kapıyı çekip gittiğin, geç saatlerde döndüğün ve geç kaldığında seni arayan bir ev olması insana farklı bir güven veriyor. Ailemden çok uzak kaldım ama hiçbirinde buna alışmadım, alışmayı istemedim..
Dostlarım, bazı şeyler azaldıkça kıymetleniyor tıpkı elmas veya altın gibi. Gittiğim yerlerde tanıyacağım insanlar olacak, ama "boşver" demeyip derdimi anlatacağım insanlar olmayacak, onlar uzakta kalacaklar.
İstanbul, bu şehirde otobüs trafiğe her takıldığında lanet etsemde geçmiş tecrübelerim gösteriyor ki İstanbul diğer şehirlerden farklı olarak uzun yolculuklarında taş, kaya veya ağaç yerine insan manzaraları hatta bazen kısa filmler izletiyor insana. Bu yüzden hergün bindiğim otobüsün beni 40 dakikada evime getirdiğini düşününce çok şaşırmıştım. Bu şehrin ne istediğini bilen insanlara veremeyeceği şey yok. Bunu geç öğrenmiş olmanın verdiği pişmanlıkta bir kat daha zor gelecek bu ayrılık..
Çoğu insan gidişinin ardından yokluğunun hissedilmesini ister, bu aslında hayatta bir iz bırakabildiğini görme isteğidir. Ben bunları görmeden de yaşayabilirim. Bu küçük hesaplar insanı daha iyi şeyler yapmaktan ve yaşamaktan alıkoyar... Küçük hesaplar yapan insanlar için yakalanan bu açık insanı gem vurulmaya müsait kılar. Yaşadığımız devirde sosyalağlar yoluyla hayatımıza giren "beğen" kavramı insanın içindeki keşfedilme isteğini kamçılayıp onu kendinden çok başkalarına göre programlayan bir silaha dönüştü. Bu hayatın tümüne yayıldı ve insanlar artık başkaları görsün diye yaşamaya, fotoğraf çektirmeye ve yazmaya başladılar. Çok genç insanlar çok bilgece lafları taşıdıklarını idda etmeye ve bunu göstermeye çalışıyorlar.. Bendeniz bu zamanda kendi kendime günceler tutarak ilerde veya yakın zamanda tek başıma veya sevdiklerimle değişimi izlemek istiyorum ve bu kısacık geçmişimi taradığımda kendimdeki değişimi görüyorum, bu bana dahası için şevk veriyor.
Gittiğim yer beğenilmek kaygısından daha somut şeylere ihtiyaç duyulacak bir yer. Bir zamanlar bir hedef olan "mesleğini yapabilmek" gerçekleşirken sıradan bir hal olan akşam yemeğine ailemle birlikte oturmak geri dönüşüme dek hedefim olacak. Antalyaya gittiğimde aklımda büyük şeyler olmadı hiç, küçük önemsiz gibi duran şeylere hasret çektim.. Yine aynı olacaktır. Hem çocukluğum, hem gençliğim hemde öğrenciliğimin geçtiği bu şehirde ömürleri birer günü geçmeyen eğlenceleri, bir mevsim kadar süren arkadaşları değil.. Bahçemde bütün bu süreci bilen kavak ağacını, bahçemi özleyeceğim. Şimdi güldüğüm birçok derdimi anlattığım dostlarla sıradan bir günü özleyeceğim.. Kızıp kapısını vurarak çıktığım ve gece yarısı tekrar döndüğüm zamanlarda evimde bana ayrılan tatlıyı özleyeceğim.. Benim kimsenin beğenmesine veya ilgisine ayıracak vaktim olmayacak ki, ben tepeden tırnağa dolu gidiyorum oraya.
Hayatımın kalan kısmını belirlemek için büyük kararlar alacağım yıl 2011, umarım beklendiği gibi sahip olduklarımı birbirini iliştirmem için bana birkaç hediye verir. Ben, döndüysem ve bu satırları okuyorsam umarım sahip olduğum herşeyinn değerini bir kez daha anlamışımdır
Belli ki uzun zaman yazamayacağım (ne zaman böyle şeyler söylesem hep imkan buluyorum ya neyse) bu benim kendimle hasbihalim, mevcut durumu değerlendirmem olacak. Şuan uzak bir memlekete gitmek için hazırlık yapıyorum, zor iklim ve zor koşullar.. Ama insan alışıyor, bunca yıllık insan yaşam değişiklikleri bunun en büyük örneği. Alışılmayacak şeylerde vardır tabi, bunlardan birkaçından bahsedeyim;
Bir kere aile çok uzak kalınacak birşey değil. Zaman zaman kapıyı çekip gittiğin, geç saatlerde döndüğün ve geç kaldığında seni arayan bir ev olması insana farklı bir güven veriyor. Ailemden çok uzak kaldım ama hiçbirinde buna alışmadım, alışmayı istemedim..
Dostlarım, bazı şeyler azaldıkça kıymetleniyor tıpkı elmas veya altın gibi. Gittiğim yerlerde tanıyacağım insanlar olacak, ama "boşver" demeyip derdimi anlatacağım insanlar olmayacak, onlar uzakta kalacaklar.
İstanbul, bu şehirde otobüs trafiğe her takıldığında lanet etsemde geçmiş tecrübelerim gösteriyor ki İstanbul diğer şehirlerden farklı olarak uzun yolculuklarında taş, kaya veya ağaç yerine insan manzaraları hatta bazen kısa filmler izletiyor insana. Bu yüzden hergün bindiğim otobüsün beni 40 dakikada evime getirdiğini düşününce çok şaşırmıştım. Bu şehrin ne istediğini bilen insanlara veremeyeceği şey yok. Bunu geç öğrenmiş olmanın verdiği pişmanlıkta bir kat daha zor gelecek bu ayrılık..
Çoğu insan gidişinin ardından yokluğunun hissedilmesini ister, bu aslında hayatta bir iz bırakabildiğini görme isteğidir. Ben bunları görmeden de yaşayabilirim. Bu küçük hesaplar insanı daha iyi şeyler yapmaktan ve yaşamaktan alıkoyar... Küçük hesaplar yapan insanlar için yakalanan bu açık insanı gem vurulmaya müsait kılar. Yaşadığımız devirde sosyalağlar yoluyla hayatımıza giren "beğen" kavramı insanın içindeki keşfedilme isteğini kamçılayıp onu kendinden çok başkalarına göre programlayan bir silaha dönüştü. Bu hayatın tümüne yayıldı ve insanlar artık başkaları görsün diye yaşamaya, fotoğraf çektirmeye ve yazmaya başladılar. Çok genç insanlar çok bilgece lafları taşıdıklarını idda etmeye ve bunu göstermeye çalışıyorlar.. Bendeniz bu zamanda kendi kendime günceler tutarak ilerde veya yakın zamanda tek başıma veya sevdiklerimle değişimi izlemek istiyorum ve bu kısacık geçmişimi taradığımda kendimdeki değişimi görüyorum, bu bana dahası için şevk veriyor.
Gittiğim yer beğenilmek kaygısından daha somut şeylere ihtiyaç duyulacak bir yer. Bir zamanlar bir hedef olan "mesleğini yapabilmek" gerçekleşirken sıradan bir hal olan akşam yemeğine ailemle birlikte oturmak geri dönüşüme dek hedefim olacak. Antalyaya gittiğimde aklımda büyük şeyler olmadı hiç, küçük önemsiz gibi duran şeylere hasret çektim.. Yine aynı olacaktır. Hem çocukluğum, hem gençliğim hemde öğrenciliğimin geçtiği bu şehirde ömürleri birer günü geçmeyen eğlenceleri, bir mevsim kadar süren arkadaşları değil.. Bahçemde bütün bu süreci bilen kavak ağacını, bahçemi özleyeceğim. Şimdi güldüğüm birçok derdimi anlattığım dostlarla sıradan bir günü özleyeceğim.. Kızıp kapısını vurarak çıktığım ve gece yarısı tekrar döndüğüm zamanlarda evimde bana ayrılan tatlıyı özleyeceğim.. Benim kimsenin beğenmesine veya ilgisine ayıracak vaktim olmayacak ki, ben tepeden tırnağa dolu gidiyorum oraya.
Hayatımın kalan kısmını belirlemek için büyük kararlar alacağım yıl 2011, umarım beklendiği gibi sahip olduklarımı birbirini iliştirmem için bana birkaç hediye verir. Ben, döndüysem ve bu satırları okuyorsam umarım sahip olduğum herşeyinn değerini bir kez daha anlamışımdır
14 Ocak 2011 Cuma
Yaşlantı
Bende bir hal var,
anlayamıyorum,
okumadan sayfaları çevirir gibi..
sadece
resimlere bakarak yaşıyorum sanki.
gülüşlere ciddi bir yüzle set çekiyorum
gençliğe, o canlılığa kıskançlığım dayanılmaz.
saçlarım,
şimdiden birkaç yıldız ekledi karasına.
herşeyi yaşamış gibi yorgunum.
üstelik,
yaşayamadıklarımı yaşayan
bin bir bahanemi bir anda yıkanlara kızıyorum.
yıkılan her bahanem altında
evsiz kalan biçare hayallerim..
ben, çok uzak mıyım
yüksek sesle şarkı söylediğim caddelerden..
ve yaşlardan?
Ne halim varsa göreyim diye çıktığım yollara
soluklanacak bir bank arayan
ihtiyar gözlerle bakıyorum.
Bende bir hal var..
Sadece bende değil
tanıdığım herkeste bu hal sonbahar sarısı gibi..
bir bank bulsak da otursak,
hiç yürümeden yürüdüğümüz yolları konuşsak
hiç bitmese, tekrar tekrar bıkmadan anlatsak..
oturup kaldığımız banktan baksak dünyaya.
Beden taşıyor kendini
ona ağır gelen ruhun bezginliği.
Yaşamak için her an hazırken
imkansızlıkla fişlenen hayallerle ezilmiş
anne ve babadan ayrı düşmüş
kendi kendimizin yetimleriyiz.
tek tesellimiz birbirimiz kalmışız
ki
teker teker eksileceğiz
biliyoruz...
Bende bir hal var..
sızlanmaya yer arıyorum.
bir diş ağrısı, bir kesik..
eksik bir kağıt parçası yada
bir anı halkası..
geceleri uykusuz kalmaya yetiyor.
kafamda çakan şimşekler
yerini bulutlu ve yağmurlu günlere bıraktı
her düşüncede sığınacak bir saçak arıyorum.
adı bu, yaşlanıyorum..
kızıyorum gençlerin soytarılıklarına
aslında zamanında onlar kadar cesur olmadığım için
kendime..
oturup insanları izlemeyi tercih ediyorum
çünkü yeniler ağır geliyor ruhuma,
tanıyamama korkusunu taşıyamıyorum.
halime üzülmekten başka çarem yok..
yaşlanmayı yaşamaya yeğliyorum
saçak altlarında bekleyip içimden;
"yağmur dinsin söz, koşup gideceğim" desemde
bu yağmur bitmeyecek..
bu benim kendime biçtiğim son bahanem.
keşke..
yeniden sırılsıklam olabilsem.
Bende bir hal var..
sızlanmaya yer arıyorum.
bir diş ağrısı, bir kesik..
eksik bir kağıt parçası yada
bir anı halkası..
geceleri uykusuz kalmaya yetiyor.
kafamda çakan şimşekler
yerini bulutlu ve yağmurlu günlere bıraktı
her düşüncede sığınacak bir saçak arıyorum.
adı bu, yaşlanıyorum..
kızıyorum gençlerin soytarılıklarına
aslında zamanında onlar kadar cesur olmadığım için
kendime..
oturup insanları izlemeyi tercih ediyorum
çünkü yeniler ağır geliyor ruhuma,
tanıyamama korkusunu taşıyamıyorum.
halime üzülmekten başka çarem yok..
yaşlanmayı yaşamaya yeğliyorum
saçak altlarında bekleyip içimden;
"yağmur dinsin söz, koşup gideceğim" desemde
bu yağmur bitmeyecek..
bu benim kendime biçtiğim son bahanem.
keşke..
yeniden sırılsıklam olabilsem.