28 Kasım 2008 Cuma

Dönüşüm

resim 

Kafamda ne çok düşünce vardı... Ben buraya bu yazıyı yazdığımda her şeyi anlamış olmanın vicdani rahatlığında olacaktım. "Anladım ve düzelttim her şeyi!" Neden böyle? Neden yüzyıllık bir ağaç birkaç dakikada kesilebiliyor? Neden yıllar süren ömür, can, bir anda teslim ediliyor? Neden bu konuşmada düşüncelerimde açan filizler bir gece ayazında donup ölüyor?

Evet, bu yazıyı yazacak adam değilim fakat yazmak zorundayım. Amacım bu yazıyı okuyanlarla konuşmak değil, kelimelerin kırılıp döküldüğü, bir kum fırtınasının göğü kapattığı ve güneşin bilgeliğinin bittiği yerde konuşulanları anlatmaktı. Ben kendimi rüzgâr sanıyordum, bir anda fersah fersah yol almıştım. Yüzyıllık ağaçların, yıllar süren ömürlerin tecrübelerini bir çırpıda katmıştım bünyeme ki...

Bu yazıyı yazmak zorundayım, tarafımı belli etmek zorundayım. İçimde kıtaları ayıran bir deprem, mesul olduğum günah ve o günaha diktiğim rengârenk bahaneler... Hepimiz enkaz altında kalmıştık. Küçümsediğim, karıncalar birer birer geçiyor önümden. Onların evleri yeraltında, onlar benim gibi göğe yükselen bir kule dikmeye kalkışmadılar... Bunca zaman aynı topraklarda yaşadığım her şeyle arama tuzlu bir gözyaşı denizi giriyordu. Tanrıyla konuşmaya kalkan adama bakın! Şimdi başka kıtlarda olan kayıp yanlarına boğazı patlayıncaya kadar sessizlik haykırıyor, duyuramıyor kendini. İşte burada yazılanlar bu toprakların bilmem kaçıncı kuşağında yetişen gözü kara evlatlarına haykıracak birer kitabe.

Belki gerek kalmaz, belki akıllanırım ve şuan kaldığıma inandığım topraklarda birbirine karşı duran kaç cephe varsa hepsinden birer nefer alıp koyacak bir gemi yaparım. Bu büyük kıtadan kalan parçalarımı gezerim tek tek, yerleşmek istesem de yerleşemem hiç birine... Nasıl ki seviyor-sevmiyor’a kurban edilmiş bir papatyanın beyaz bir papatya yanında alımı yoksa... Öze yolculuğumda kopup giden toprakların hiçbiri o bütünün güzelliğini yaşatmaya yetmez.

Ben işte bu yüzden rüzgâr olmak istedim, bu geminin yelkenine dolup her toprakta her şeyden biraz bırakayım diye... Hiç yorulmadan bütün topraklarıma özgürce dolayım diye. Fırsatım da oldu üstelik... Ben her şeyi anlamıştım, rüzgâr olmayı öğrenmiştim ama...

Bütün büyük güçlere bakıyorum. Güneş, hayat veriyor ama ona yaklaşmanın yok olmak olduğunu da inkâr etmiyor. Saçtığı ışık bir sarayı da aydınlatıyor, bir fare deliğini de... Ayrım yapmıyor! Mehtap örneğin; kadehteki rakıda da bayraktaki hilalde de gocunmadan duruyor ve diyor ki ben size nefes veremem. Hepsi kibrinden arınmışlar ve kendi gerçekliklerini (asında yazmak istediğim bu değil ama) inkâr etmiyorlar. Aynı fırsat bana verilse ve ben su olsam, can veren hayata... Topraktan çok bulutta olmam mı? Selleri ve o sellere de yıkılan evlerin suçunu rüzgâra atmam mı? Ben her daim duru ve berrak kalmaya çalışmam mı? Hayır demeyi çok isterdim, ama diyemiyorum. Ben kanımdaki sarhoşluğu inkâr etmeden bu sarhoş hal kanımı inkâr etti... Benim oldum sandığım rüzgâr, burnunu deliğinden çıkarmış farenin korkak nefesiydi... Konuşma boyunca yüzüme çarpan bu kum taneleri ise ki göğü kapladığını söylemiştim, benim rüzgar olmama engel nedenlerdi.

Haksızlığa uğradığımı iddia edebilirim. Çünkü rüzgâra meydan okumak taze bir fidan için okadar da korkulacak bir şey değildir, nihayetinde koparıp alacağı birkaç yaprak yâda daha yeşil bu fidanın ta kendisi-en fazla. Beni korkutan gölgesinde olduğum Çınarların vebalini almaktı ki bu konuda yemin ettim. Yeraltında duran kökleri- bu dünyada temizlenecek çok nefes olmasından belli ki- yer üstündeki dallarının yanında ziyadesiyle azdı. Ben yağmura, güneşe, rüzgâra ve toprağa kolayca meydan okurum. Ama onlardan kopan tek bir dal, düşen bir taze yaprak bana bir ömür azaptan başka bir şey değildir. Ben onların gölgesinde büyüdüm, güneşi yapraklarından süzerek verdiler bana. YAPAMAM! Benim hakkımda ne düşündüler bilmiyorum, kum taneleri daha da artmaya başladı gökyüzünde. İşte bu kum taneleri bu saydığım nedenlere rağmen yaşayan isimlerdi. Korkmak, ne için olursa olsun, korkmaktı.

Her şeyinle her şey olmaktan korkmak nedensiz mi? Diğerlerine kattıkların ve sana kattıklarıyla herkese ulaşabilmek nasıl bir hayattır? Ben, yanardağlarını söndürmüş topraklarımla ta yaşamın merkezinde duyuyorum bu cevabı... Suyu yatağına, bulutu rüzgâra, tohumu toprağa bırak… BIRAK! Hepsi yolu bulur... Sen kendini sevdirmeye çalışmayı bırak! BIRAK! Kendini sevilmeye bırak... Her şey için bir yol vardır ki mutlak bir ölümün olmadığı bu evrende bu doğru bir çıkarımdır. Seni toprağın altına yatırdıklarında yeniden bir insan olarak çıkamazsın ama o topraktan çıkmazsın diyemez kimse. Çiçek olur, böcek olur toprağın ta kendisi olur yine çıkarsın. Her şeyinle her şey olmadan, iyiye de kötüye de karışmadan ne sen ölümsüzlüğü bulursun ne rüzgâr olup esmeyi öğrenirsin. Su, toprak, ateş, hava... kibirsizliğin ve her şey olmanın son noktasıdır. İşte bu yüzden kimisi cesedini yakıp küllerini rüzgâra savurur, kimisi toprağın altına eker bir tohum gibi ve su döker yeniden yeşermesi için. Nihayetinde temel amaç her şey olabilecek kudreti kendi içinde bulmaktır.

Şuan sahip olduğum herşeyi yeniden düzenlemek demek, bilinen bütün anlamımı silmek demek, bugün dönen dünya üzerinde başaramamış bir salak olmak demek, alay edilen hor görülen ve sevilmeyen bir adam olmak demek. İşte canımı acıtan derinlerden çıkan korkular. Oysa biraz daha sıksam dişimi, onları haksızlığa uğradığıma kendi namıma korku duymadığıma ikna edebilirdim.

Her şeyinle her şey olmayı kim başardı ki? Güneş rüzgâr olabilir mi? Ya da rüzgâr su? İşte gerçeğe giden yol ve bu konuşmada bilgeliği yıkılan dört mağrur element! Bana rüzgâr olmayı siz öğretemezsiniz, çünkü siz her şeyin temelinde birbirine dönüşmeyen, son kalanlarsınız!

Gökyüzü kumlarla doldu birden, güneş kayboldu, rüzgâr kayboldu dört yanım toprak olmuştu sanki kafamın içindeki kabirde sorduğum soruya cevap arıyordum. Çarpan kum taneleri üstümü başımı yırtıyor, beni tüm bahanelerimden, ithamlarımdan ve kibrimden arındırmaya çalışıyordu. Sıra etime gelmişti, kanıyordum dizlerimin üstüne çöktüm, kanım kum tanelerini kızıla boyadı. Sonra her şey durdu, kum taneleri hızla yere düştü: Bir ışık gözlerimi kamaştırıyordu, ben kırmızı bir kilimin üstünde benim gibi bir sürü insanla bir odadaydım, son kalanlarla. Bunca yıllık tarihimde ilk kez bana söylenen her şeyi yapacak kadar suçlu hissetmiştim kendimi. Günahımla yüzleşmek için gözümü ışıktan sakınmadım...

Bugün bunları yazan insanla bunları yaşayan insan, arasında çok fark var diyebilirim. O; dört kıtaya karışan kızıl kum tanelerinin varisi, bu yazıyı yazan ise her şeyden biraz yaşamayı her şeyi yaşamak sanan bir ahmak. Bunu yazmak, korkularını kitabelere yazan nice bilge gibi, soyumda bir gelenektir, bu yüzden yazmam gerek.

20 Kasım 2008 Perşembe

Kaçış





Kırılan oyuncaklarımı düşündüm, en başa sardım yani... Kırıldıktan sonra bir çöpten fazlası değillerdi o vitrin camlarında hayranlıkla izlediğim oyuncaklar. Sosyal yaşamda da farklı olmadı; kötü olarak nitelendirdiğim-yani bozulan- insanlardan uzak durdum, yok saydım ve kaçındım. Bunları neden anlatıyorum? Çünkü kırılmaz oyuncaklarımı kaybettim... Çünkü hiç ummadığım anda omzumda bir el hissettim, bu el beni çok iyi tanıyan ve artık benimde onu daha iyi tanımamı isteyen birinin eliydi.

Bu karşılaşmadan bir hafta sonra doktorun karşısındaydım, tavsiye edilen bir psikiyatr. Bana klasik çocukluğuna inme yolunu uygulamadı-aslında onunla konuşmalarımız bir çay muhabbetinden farksızdı. Beni merakla dinliyordu, bunun için para aldığını düşünmüyordu, buna eminim. Onunla karşılaşmanın öncesinden uzun uzun bahsettim, yakın geçmişimi bütün detayıyla önüne serdim. Gayet normal bir hayat sürüyordum, kafa sağlığımı bozan şeyi o karşılaşma öncesinde arıyordu.

"Oyuncakların kırılmadı, onları kırdın ve o arkadaşlarının hepsini başkaları bozdu. Biliyorum, çünkü çoğu kez bu oyuncakları ve insanları ben tamir ettim. Seninle yarışıyordum, sende insanlara iyilik dağıttığını söylemiyor muydun?"

Arkadaş ilişkilerim bayağı bir karışmıştı, kimse güvenilmeyi hak etmiyordu. Ardı ardına çekilen silahlar, ortaya dökülen içte kala kala çürümüş sözler beni bir süre okul çevresindeki yabancı kitleye itiyordu. Onlar henüz kokmuyordu ve benim sakin kafayla düzgün adımlar atmam gerekiyordu. Doktorum bana kaçtığım kişileri uzun süre tanıyıp tanımadığımı sordu. Elbette tanıyordum, en yakın dostlarımdı ama bu kaçış bir tür şımarıklıktı, temelde beni rahatsız eden kendi kontrolsüzlüğümdü. Bunu yeni tanıdığım insanlarda kolayca görüyordum; sanki aynı arabadayız ve benim direksiyonu iyi idare edememem onu korkutuyor ve hemen direksiyonu yönlendirmeye kalkıyordu, tam olarak buydu olan.

Ben iyilik dağıttığımı söylemedim, benim yaptığım sadece insanlardan bir vakit ödünç aldığımı onlara geri vermek. Oyunun gerçek kuralı bu değil miydi? "Ama hep yardıma ihtiyacı olmayanları seçiyorsun, kusura bakma ama bu böyle. Ben mesela, bir hamam böceğiyle bir kanarya arasında tek fark görmem; sen ise farkı görmediğini iddia edip kanaryaya giden bahane basamakları döşersin, yanılıyorsam söyle?" Senin yanılman ne mümkün! Tamam, bu benim hatam olabilir ve ben seninde bildiğin en büyük bahaneye sığınırım "Hatasız kul olmaz"


Olmaz! Ben bu arkadaşlarımı bırakamam! Şu dönem geçici bir dönem... Ben sadece onlara bir ders vermek için girdim bu uzak durma oyununa. Hem onlar benim peşimi bırakmaz... Bunca dil dökmeme rağmen doktorumun dediği şey şuydu; Kafanın içinde biriktirdiklerin ete bürünmek için zaman kolluyor, şizofrenin eşiğindesin. Bütün söylemediklerini söyle, boşalt orayı.. Durum ciddiye gidiyordu, keşke çocukluktan başlasaydık.. Hiç olmazsa biraz vakit kazanmış olurduk. Ama hala geç değil, hala ona çocukluğumu anlatabilirim..


"Bir insanın karakteri çocuklukta gelişir. Sen küçükken karıncaları arılara yem eden sonra arıların elinden kurtarmak için çırpınan adam değil misin? Senden küçükleri döven, ağlayınca da cebindeki parayla kendine alamadığın şeyleri ona alan çocuk sen değil misin? Bu iyilikleri hangi sınıfa sokmalıyım sence?" Beni ne kadardır tanıyor böyle! Dediğin gibi ben bir çocuktum! Merhametimin bencilliğimden fazla olmasıyla bile övünmeme izin vermiyorsun! Büyüdükçe taşlar yerine oturdu. Artık insanları ağlatmıyorum, başkalarının ağlattığı insanları güldürüyorum.


Bu bana ne kazandırır? Yani sıfırdan başlamak... Bunca emek verilmiş bunca insan, güven... Hepsinin güvenilmez olduğu yalanmış, şuan bunu düşünüyorsam evet bu düşünce oldukça yanlış. Esas problem şuydu; çoklu hayat kuramı (yani bütün arkadaş çevrelerini birbirinden uzak tutma ilkesi) çatırdıyordu, çünkü kişiler birbirine hızla yaklaşıyordu. Hepsinin bildiği ben aynı mıyım? Şimdi doktoru anlıyordum! Bir anda direksiyona yönelen ve farklı yönlere çeken bir sürü insan! Big-Bang! Ben ne geveze adammışım, her biri bir diğerinin ismini biliyor! Dahası kaleme hızla yaklaşıyorlar, yani kimsenin olmaması gereken yere! Sanırım bazı dostluklar bitecek, en dişli olanlar başta! Birileri ağlayacak, buna eminim..



"Güldürdüğün insanları diyorum bende, sana gülüyorlar. Onlar bunu senin merhametin olarak değil kendi zekâlarının sivriliği olarak görüyorlar. Sen yardım etmiş olmuyorsun, onlar seni kullanmış oluyor". Ondan böyle sözler beklemiyordum, bana iyilik yapmamamı öğütlüyor! "Ben sana iyilik yapmanın da kuralları olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Mademki bu yola girdin o halde gerçekten yardıma ihtiyacı olanla olmayanı ayırt etmen gerekecek. İşte karıncalara bakmakla her birini ayrı ayrı tanımak böyle bir şey... İnsanlar sana yardım ederken rasgele seçmediler seni, gerçekten ihtiyacın odluğunu gördüler."


Onları özlediğimi belli etmemeliyim, böylesi daha kolay olacak. Her zaman ki gibi kendine oyalanacak bir şeyler bul, oyalanacak hayatlar seç... İşte yine o arıyor, kapat!

Doktorum "Alt bilincinde bile akıl hastası olma korkusu var, yoksa bunca hayatı aynı anda bozutmadan nasıl yaşayabilir insan?" diyor, Peki ben neden buradayım?

Benim iyiliklerimi ve bana yapılan iyilikleri biliyorsun, ne diye üzerime geliyorsun? "Sana yardım etmeye çalışıyorum, taşıdığın çuval omzunu çökertmiş, ben diğer omzuna elimle bastırıyorum ve..." Çuvala yardım etmekten kaçıyorsun öyle mi? "Çuvalı taşımayı seçen sensin, bence sadece bir sürü ceset var o çuvalda ve çoktan gömülmeleri gerekiyordu." Daha onlarla işim bitmedi. "Oyuncaklarına can vererek Tanrı olmazsın. Hem onlara giydirecek doğru dürüst bir kıyafet bile yok, üzerindekiler sadece dikkatsizlerin göreceği bir kumaştan dikilmiş. Biri dönüp bir kez daha bakarsa?" Konu çuval değil, benim iyiliklerimdi ve ben gerçekten iyilik yapmak istediğimi, yanlış insanların benim suçum olmadığımı söylüyordum, bir Tanrı olmadığım için insanların içini göremiyorum!

Her ayrıntısına kadar bir bir dinamit yerleştirilmiş bu gemiyi kıyıdan iyice uzaklaştırarak imha etmeye karar verdim, bu doktorumun ve kafamın içinde doğru cevaplar veren yanımın tavsiyesiydi. O kadar alışmışım ki birilerinin kararlarına mühür basmaya.. Bundan sonra sadece tavsiyeler için...

"Sen daha kendini görmüyorsun, ben bile buraya sırf sana yardım etmeye geldim. Bu dokuduğun şey, sen hayat diyorsun, içinde ki güzel şeyleri de alıp gidecek. Gerçek güller satan yapma çiçekçi olacaksın. Sana büyüdüğünü hatırlatıyorum bir kez daha, artık kırılan oyuncakları tamir edebilirsin. Ama kırılmayan oyuncak yoktur ve bozulmayan insanda.. Kendine kırılmayan bir oyuncak ararken bozulup geride kalan sensin. O taşıdıkların, inan o kadar ağır değil, sana ağır gelen omuzların üzerindeki başın.." Geri döndüğümde onları yine güldüreceğim öyle değil mi? "Onların dikkatini gerçekten çekebildin mi?" Bir şey diyemem... "En iyi bildiğin işi yap, attığın karıncaları kurtar."


Doktorumu ilk ziyaretim, tedavi sonrası son derece ferah bir kafam var. Yeni yıkanmış bulaşıklar gibi, kimsenin yanaşıp kirletmesine izin vermiyorum. Söylemeyi unuttum, havaya uçan gemiden yüzerek gelenler var... Onların ne kadar tehlikeli olduğunu şimdi anlıyorum.. Ama bir fırsatları daha olmayacak. Beni buraya getiren karşılaşma, sanırım onu kimsenin detayıyla bilmemesi en hayırlısı. Doktorum bu konuda yeminli olduğunu söylüyor. Eski bir alışkanlık, zaten ona gerçek adım soyadımı vermemiştim...



"Onlara senin için iyi bakacağım, belki bir gün biri karşına çıkar.. Tamir edebiliyorum, beni tanıyorsun"

Artık tanıyorum...

1 Ekim 2008 Çarşamba

Karınca Kararı

karncalarnkulaneredebx5

Cüssesinin ve çevresine yaydığı korkunun farkında olan fil her gün nehir kenarına indiği yoldan geçerken yolunun üzerinde sıra halinde yiyecek taşıyan karınca sürüsünü görmüş. Kendi gücünden emin bir sesle seslenmiş bunlara “Bu yolda ben yürüyorum, yolunuzu değiştirmezseniz sizi farkında olmadan ezebilirim” demiş ve üzerlerine basamamaya gayret ederek geçip gitmiş. Suyla bir vakit oyalandıktan sonra tekrar yemek yiyeceği yere dönmek için yola düştüğünde karıncaların hala yolunun üzerinde olduğunu görmüş. Biraz kızarak tekrar uyarmış onları ; “Sizde akıl yok mu yahu? Koskoca filin yolunda durulur mu bu küçük cüsseyle? Bir adımda yüzlercenizi öldürebilirim. Ben öldürmesem bu yoldan gelip geçen diğerleri öldürecek. Gidin başka yerlerde yiyecek bulun, sizi son kez uyarıyorum”

Ertesi gün doğan güneşle birlikte yeniden su içmeye gittiğinde karıncaların hala yolunun üzerinden geçmekte olduğunu görmüş ve artık iyice sinirlenerek üzerlerine bas basa yoluna devam etmiş. Karıncalardan sağ kalanlar, yaralanan arkadaşlarını taşımaya uğraşırken fil kendinden emin yoluna devam edererek bir yandan da kendi kendine “Ben onlar için elimden geleni yaptım, bunu hak ettiler” diye söyleniyormuş. Nehirden döndüğünde karıncalara “Bakın gördünüz mü inatçılığınızın sonucunu? Ben sizi uyarmıştım.” Karıncalardan biri bu küstah filin alaylı tavrına karşı gayet sakin bir şekilde cevap vermiş;

“Evet, senin güçlü ayakların ve iri cüssen bizim arkadaşlarımızın canına mal oldu. Bizler senin kadar güçlü değiliz, bedenimiz senin kadar sağlam değil. Fakat bizimde yaşamımız hakkında karar verme hakkımız var. Bu kararlara senin gibi cüssesine güvenenlerin müdahale etmesine izin vermeyiz ve gerekirse kendi verdiğimiz kararlar için ölürüz. Haydi var git yoluna! Sonunda bir tek karınca bırakmamacasına yürü!

Karıncaların zayıf ayakları çok sağlam bir şeyi taşıyor; kendi kararlarını verme hakkını! Filin ise gösterdiğini sandığı merhamet aslında egosunu kırbaçlamaktan ibaretti. Karıncalara onları ezebileceği gerçeğini hissettirmek ve onların kendisinden korktuğunu, hayatlarını değiştirdiğini görmek için düzenlenmiş küçük bir oyun. Kendimizi bir an için karıncaların yerine koyalım, çoğumuz bu güce boyun eğmeye çoktan razı. Hayatı nasıl yaşayacağını düşünmeden sadece yaşamak için konulan her kurala uyuyor.

Sınıflandırmalarla soyut bir ağırlık kazanan ve filleşen insanlara karşı kendi hayatınızı koruma sorumluluğu yine sizin vereceğiniz kararlara bağlı. Bir fille baş etmek mümkün mü? Hayır. Peki, kafatasımızın içine bir fil yerleştirmek daha mı kolay? Bir insanın güzel olması ona sizi aşağılama hakkı vermiyor, keza zengin olması da. Kaybetmekten korkmadan yaşamayı öğrenmek lazım... Sonunda her şeyi kaybedeceğimiz bir hayatta daha fazla yaşamak için gerçekten iyi sebeplerimiz olmalı, alışkanlıklarımız ve zevklerimizin bizi yönetmesine hatta yaşamayı sırf onlar için istememize neden olmasına izin vermemeliyiz. Bu ders niteliğindeki söylemlerden ötürü özür dilerim ama ben bütün yazılarım boyunca hep kendine karşı sorumlu olmayı öğrenmiş insanların var olduğu güne yazım Kara Kaside'nin intiharını. Bu insanların korktuğu tek şey var! Oda filler! Öyle yada böyle şu soyut sınıf katmanlarının verdiği bütün ağırlıkla bu insanların hayatına yön vermeyi kendine bir hak gören sanatçılar, politikacılar, bakanlar, sivil toplum örgütleri, televizyonlar, gazeteler.... Bu liste öyle kabarık ki, birinin yolundan çekilseniz diğerinin yoluna giriyorsunuz ve bazen filler savaşırken siz en altta üzerinize basacak bir ayağı korkuyla bekliyorsunuz. Hayat bu mu peki?

Özgürlük dediğimiz hangi insanların bizim yolumuzu belirleyeceğini seçmek mi sadece? Güzel bir kız sizin aşkınızı reddetmekle kalmayıp bu isteğinizden ötürü sizi aşağılayabilir öyle mi? Yada patronunuz maaşınızı verdiği için rica kisvesinde sizi işinizi dışında rahatsız edebilir mi? Kendi hayatınızla ilgili kararları siz vermiyorsanız bunlar normaldir, buna bir birimizi öyle güzel ikna ederiz ki kimse bu oyunu bozmaz.

Ama hayatlarımız değerli, bir karınca olarak yeryüzünde ne kadar yol yürüdüğümüz değil yer altındaki yuvamıza neler götürdüğümüz önemli. Bu kararı verebilecek kadar güçlü olduğumuz zaman fillerin korktuğu fareleri de görebiliriz belki.

23 Eylül 2008 Salı

Şahinler Okulu


Bu grubu ilk tanıdığımda üniversiteye yeni başlamıştım. Saygı duyduğum değerli bir büyüğümün mensup olduğu bir gruptu. Kendilerine yapabilecekleri en büyük itirafı yapmışlar ve bağımlı olduklarını kabul etmişlerdi. Bu bağımlılık onları bir araya getirmiş ve beraberce bu duyguyu yenmeye karar vermişler, ilk kurdukları grubun adı Şahinleri Evcilleştirme Okulu imiş. Bu macerayı gülerek anlatmışlardı. Herkesin birbirinden gizli çalıştığı hatta toplandıkları mekânda bile bu bağımlılığa teslim olmaktan kaçınamayanlar olmuş. Sonunda bunu yenmekten vazgeçmişler, kendilerini böyle kabul etmeye başlamışlar ve şimdiki Şahinler Okulu oluşmuş.


Şahinler Okulunun en eski üyelerinden Rauf A.' grubun tanımını şu şekilde yapmıştı;

"Bizler kabartma tozu fazla ilave edilmiş insanlarız, kabımıza sığamıyoruz. Aslına bakarsan lanetli bile sayılabiliriz çünkü çoğu insan için büyük bir anlam ifade eden yuva, eş, çocuk, aile kavramları bizde en ufak bir heyecan yaratmıyor. Bizler tensel temasın peşinde.. Ne peşindesi yahu, resmen içinde kaybolmuşuz. Gördüğümüz güzelliklerin peşinde belki aylarca koşabiliriz ve ona sahip olmak için yarışırız."

Evet, anladığınız gibi Şahinler Okulu bir grup Playboy'un kurduğu bir grup. Onlar kendileri gibi bu tadın peşindeki insanlarla, kendilerini anlayan insanlarla olmak için kurmuşlar bu gurubu. tek eşliliğin çoğunlukta olduğu bir toplumda en az eşcinseller kadar horlandıklarını bilinen bir gerçek. Grubun bir başka üyesi Serhan C. ise grubun kuruluşunu şöyle anlatmıştı;

"Ben sıradan ve sadece cinsel ilişki için kurulan bir birlikteliğin peşinde olmadım. Ben en güzeli seçtim sayısız kez reddedildim, aşağılandım. Ama asla değmez demedim, diyemedim çünkü bünyem şiddetle o güzelliklere ihtiyaç duyuyordu. Onların peşinde olmak bile bana teselli veriyordu. Bu gruba dâhil olmam biraz rastlantı, aynı kız için Selçuk’la bir barda yarışıyorduk resmen. Daha sonra kız bastı gitti, Selçuk beklemediğim bir şekilde yanıma geldi ve muhabbete başladık, dost olduk. Sonra Rauf ve Ercan ile tanıştım başka mekânlarda. Yollarımız sürekli kesişiyordu çünkü hepimiz ağzımızın tadını iyi biliyorduk, güzellikler belli mekânlarda daha yoğundu. Muhabbetler ilerledikçe artık bu hayat için ödediğimiz bedeller konuşulmaya başladı, nedense o sıralar bu bizim gözümüzde büyüdü ve kurtulmak için bir birini kontrol eden bir grup oluşturmaya karar verdik ve Şahinleri Evcilleştirme Okulunu kurduk, kısaca ŞEO diyorduk. Sonra baktık ki biz ödediğimiz bedellerin karşılığını sonuna kadar alıyormuşuz, boşuna stres yapmışız. Çünkü diğer türlü hiç olmuyordu, resmen saklambaç oynuyorduk. Sonra yeni bir kararla vazgeçtik bu tutumdan ve şahinler Okulu oluştu. Birbirinin avına karışmayan, ortamlardan haberdar eden ve gözeten bir komin oluştu, bence iyide oldu."

Onlarla muhabbetim süresince hiçbirinin kızlar için yakışıksız cümleler kullandığını duymadım. Kızları fazlasıyla önemsiyor ve genelde onlara "güzellik" diyorlardı. Yani bir gurup mahalle serserisi değillerdi. Bir kere seçiciydiler, her kız onlar için aynı anlamı ifade etmiyordu. Sonra peşinde koşmaktan bıkmıyorlar ve inanılmaz bir efor sarf ediyorlardı. İşin sadece cinsel ilişki boyutunda değillerdi, hatta bir konuşma sırasında Ercan F. "Bir tanesiyle sabaha kadar konuşmuştuk, inanılmaz güzel bir muhabbeti vardı, o gece o muhabbette aldığım keyfi yatakta alamayabilirdim" demişti. Yani onlar sadece yatmak derdinde değiller, onlar anı yaşıyorlar. Gurup zamanla ortamlara katılan yeni insanlarla genişlemiş, kayıplarda olmuş. Tamer C. bu olayı gülerek şöyle anlatmıştı;

"Mehmet T. vardı bir zamanlar. Grubun ilk kuruluş amacına uyup bu bağımlığını yenen tek kahramandı. Tanıştığı biriyle, Yeşim ile uzun bir flörtün ardından evlendi. Şimdi ya bu adam en baştan bizim gibi değil diye düşündüm, ya da adamda feci bir irade var. O böyle mutlu oldu derken bir baktık ki tekrar ortamlarda, ilk başlarda sadece bir iki şey içip kalkıyor ama süre giderek uzuyordu. Sonunda boşandı, şimdi Amerika'da yaşıyor. Olmuyor yani, bir şekilde geri dönüyorsun kendine."

Çok kısa zaman diliminde birden fazla insanla yaşanan bu ilişki nasıl oluyor da hiç bir iz bırakmıyor diye merak etmiştim. Çünkü hiç birinin telefonu yarım saatten fazla sessiz kalmıyordu. Nasıl yetişiyorlar, nasıl yaşıyorlar ve arkalarında neler bırakıyorlar? Bu konuda beni bu grupla tanıştıran Ercan F. şöyle aydınlatmıştı;

"Egemen kültürde kadının üstlendiği ana rolü onu böyle zevklerden uzak tutmaya yetiyor. Kadın kutsanıp, adeta mumyalanarak, tahta oturtuluyor ve onun ihtiyaçları önemsenmiyor. Oysa onlarda insan, zaafları, istekleri ve zevk aldığı şeyler var. Bunlardan en önemlisi birinin onunla ilgilenmesi, ona yakınlık göstermesi. Cinsel ilişkiden sadece kadınlar zarar görüyormuş gibi bir düşünce var, hani erkek çıkıp ben böyle böyle yaptım diye konuşabiliyor da kadın kimseye anlatamıyor neden, çünkü ayıp. Kafanda böyle tabuların varsa birini bulur evlenirsin artık kumardır bu ya mutlu olursun ya bedbaht. Sırf sevişmek için evlilik gibi bir kuruma ihtiyaç duyanlar var. Bence böyle ağır bir bedel ödemek en kötüsü... Çıkarsın dışarı, birini beğenirsin, oda seni beğenir ve uyuşursanız o gece yalnız geçmez. Kimse ertesi gün için diğerinden hesap sormaz, bir şey beklemez. Görüşmesine yine görüşürsün, ben bugüne kadar tek kalp kırmadım bunu iddia ediyorum. En başta dürüst olmak önemli, ben bağlanamadığımı söylüyorum. Arkadaş oluyoruz daha sonra, görüşüyoruz. Peki, evliliklerin sonunda kaç çift böyle yaşayabiliyor? Daha büyük bir yıkımı toplum hoş görüyor, çünkü onlar nikâh ile bu toplumdan izin almışlar sevişmek için.

Ben birini tanıdıktan sonra ertesi gün yeri birini tanımak istediğim sürece hayatıma yeni birileri girecek, aksi halde keyif alamam. Daha önceki ilişkilerim bilirler ki onlar hakkında konuşmam, onunla yaşanan her şey aramızdadır. Bunun için bana belki ailesinden daha çok güvenenler var."


Gurup çeşitli yalanlarla ağına kız düşüren aciz insanlardan oluşmuyor. Öyle insanlardan nefret ediyor her biri. Sanırım bunu en güzel ifade eden cümle Serhan C.'inin şu cümlesi; "Kıza sen evlenmeden yapma diyorsun. Kız bu vaadi veren kişiyle birlikte oluyor, seme şansı az çünkü. Diğerleri ona bunu garanti etmiyor, hâlbuki böylesi daha dürüstçe. Sonunda her şey olup bitince kız beklentilerini söylüyor, eleman için olay yatmaktan ibaret, olmaz diyor haliyle ve sonuç ofsayt tabi. Bu tür şerefsizlerin esas suçlusu yine bu toplumdur. Böyle birini adam akıllı dövmek isterim."

Bu grup belki birçoğu için bir avuç zibidi, züppe takımı. Ama bana sorarsanız sokaklara inmeyen, güzelliklere değer veren ve asla yalan söylemeyen bu insanlar diğer sapkınlardan ayrılmayı hak ediyorlar. Onları tanıdığıma memnun oldum diyebilirim, çünkü bu bağımlılıklarını kimseye zarar vermeden yaşamayı öğrenmişler ve bu okula dâhil olacak yeni öğrenciler için bu okulun kurallarını belirlemişler;

"Bir saat sürecekmiş gibi hızlı, bir ömür sürecekmiş gibi seçici ol"

12 Eylül 2008 Cuma

Siviller



Bulduğumuz CD'nin üstüne keçeli kalemle SİVİLLER yazılmıştı, film veya kitap özeti olmasını bekliyorduk nitekim içinde iki adet video vardır. Filmin birinci ve ikinci kısmı olduğunu düşündük ve ilk videoyu başlattık. Ciddi bir ofis, masa, iki büyük bayrak ve yaşlı bir adam vardı. Masanın üzerinde bir viski şişesi duruyordu ve adam elinde yarısına kadar dolu bir viski bardağı tutuyordu. Kameranın varlığından habersiz gibiydi, sonra birden kameraya döndü ve gülmeye başladı. Kravatını hafifçe gevşetti ve;


" Sizleri saygıyla selamlamak isterdim ama hiçbiriniz -kendimi ayrılmamalıyım- hiçbirimiz saygının zerresini hak etmiyoruz. Hem hak etsek bile bencilliğim beni size saygı duymaktan men eder! Öyleyse eğer birine saygı duyulacaksa bu ben olmalıyım." Tekrar gülmeye başladı; kahkahaları içten ve uzundu. "Sizler, yani masum insanlar, artık kimseden korkmanıza gerek kalmadı! Artık o periler sihirli değneklerini kıçlarına sokabilirler! Dünyanın barışını birer birer ellerinize bırakıyorum! Barışıp sevişmekte, savaşıp yarışmakta sizin elinizde..." Elindeki kadehi bir yudumda bitiriyor ve yenisini doldururken içten içten gülmeye devam ediyordu. "Evet, haklısınız masum insancıklar! Bana bu hakkı kim veriyor diye sormakta bin kez haklısınız. Bu hak ezelden beri sizin elinizdeydi zaten! Aşağılık, ikiyüzlü ve aç olmak gibi geçerli sebeplerinizden dolayı bunu kullanmayı sadece biracık ertelediniz, ben emanetinizi elinde tutan ve size masallar anlatan -hep duymak istediğiniz masallar- binlerce kölenizden sadece biriyim." Viski şişesini eline aldı ve kadehini ağzına kadar doldurdu ve bir dikişte içti. "Maalesef buraya kadar sahiplerim, artık bu küçük oyunu yasaklı kelimelerle devam ettireceğim: GERÇEKLERLE" sevinçle gülüyor içtenliği her halinden belli oluyordu. "Bana bakın, bana bakın... Yaşadığınız dünyada gerçek olan tek ayak sesi sarhoşlara aittir. Evet, sarhoşlar dışında hiç kimse bu oyunu bozmaya cesaret edeme ve ne büyük tesadüftür ki bütün kurallar bunu yasaklar! Bana bakın, sarhoşum ve benim size sunacağım gerçeklere saçmalama demekte özgürsünüz, inanın bu benim umurumda olmaz." Sendeleyerek koltuğuna oturdu, ceketini çıkarıp yere bıraktı ilginç bir şey yoktu bir sarhoşun komik veya mantıklı olmayan saçmalamalarıydı ama izlemeye devam ettik.



"Beni bu göreve getirdiğinizde bende sizler gibi bu oyunu hakkını vererek oynamaktan yanaydım. Yaşamak güzledi, yaşamak istiyordum! Bana sunulan her şey benim emeğimin karşılığıydı, sizler için çalışıyordum. Ama sonra dönüp bakınca isteklice ve haz alarak altına yapan koca adamların altını değiştirmekten başka bir şey yapmadığımı fark ettim. Siz keyfinizce pisliyor ve bunu temizlemediğim için bana küfürler ediyordunuz. Bununla yetinmiyor benden açlığını gidermem için ardı arkası kesilmeyen isteklerde bulunuyordunuz! O leş gibi kokan pisliklerini temizleyen ellerimle size bunları sunduğumda beğenmiyor ve yeniden bana küfürler yağdırıyordunuz." Adam geçmişteki öfkesinden bahsederken sakindi, sanki her şeyin hesabını sormuş gibiydi. "Siz sokaklarda gezip dolaşan her türlü hakka sahip birer melekten ibaretsiniz ve Tanrı sizi çok seviyor" Yeniden bir kahkaha patlatıyor "Sizi şeytanın bile kabul edebileceğini sanmıyorum. Çünkü sizler timsah gibi yediğini yavrularınıza bedel bir damla gözyaşı döken aşağılık yaşam formlarısınız! Size hizmet ettim hatta sizden biriydim, dedim ya yaşamak istiyordum. Yaşamak için doyman gerekiyor ama her geçen gün yeni şeylere acıkıyordum ve bu açlık geride kuru bedenleriyle daha fazla çalışan insan ve süt kokusu geçmemiş daha ok bebek cesedi bırakıyordu. Temizlediğim pisliklerin kokusu elime sinmişti ve ben bu işi yaptıkça bu kokunun kesileceği yoktu. Ailemden, çevremden ve çıktığım lüks otelin en tepe katından baktığımda bütün hepinizden tiksinmeye başladım, çürüyen bir cesede bırakılmış doymak bilmez sinek larvalarıydık. Belki de Tanrının bize kanat vereceğini düşünmemiz bu yüzdendir." Uzun bir kahkahanın ardından viskisinden küçük bir yudum daha alıyor. "Atalarımız ve bizler bu leşin sanıklarıyız! Masumiyet ifadesiz maskeler takıp birbirini düzen ama kiminle düzüştüğünü asla bilmeyenlerin katıldığı bir balo. Herkes bu balonun içinde ve kimliklerimiz açığa düşmedikçe hiç kimse bir başkasını bu balodan atamaz! Hepimiz masumuz! Midem bulanıyor, kusmam gerek sanırım... Hayır hayır.. Bu oyuna alıştım ben, sanırım viski çarptı. Benimle yola başlayan herkes hiç soru sormadan geçti bu tüneli ve sonuçta bu muazzam yapıda bir uzvun parçası olmayı başardı. Ben ise bu meraklı ve bağlanmaz hale düşünce k.ç deliğinden dışarı atıldım. Bu yüzden nasıl bir yapı içersinde yaşadığınızı daha net görebiliyorum çünkü ben dışarıdayım! Ait olamadığım bu kütle hayatımın orta yerinde bir tümör gibi büyüyor ve ben daha önce uyuşturucularla dindirilen ağrıyı beynimin orta yerinde hissediyordum." Eli alnında geziyor ve söylemek istediklerini düşünüyordu. Bu kayıtın neden olduğu ve benim neden bunu izlemek zorunda hissettiğimden çok bu konunun bağlanacağı yeri merak ediyordum.



"Her şeyi alınca ne olacaktım? Sizin küçük sırrınızı anlatmayı değil de sizin gibi olmayı seçseydim neler kazanacaktım? Bunlar umurumda değil, ben amacımın ne olduğunu gayet iyi biliyorum. Artık yemekler karnımı doyurmuyor, arkadaşlarımın hepsine küfürler yağdırıp numaralarını sildim. Çalışmak, sadece vakit doldurmaktan ibaret benim için. Sivil ve masum bir insan olarak yaşamıma son veriyorum... Doktorum sarhoşken insanların libidolarının arttığını söylemişti, ama şuan sevişmek istemiyorum. Bakın buda büyük yalandır! Sarhoşluk sadece bu sivil ordunun gerçeğe en yakın olduğu ve kontrollerini kaybettiği andır. Yoksa bayanlara gösterilen her türlü imtiyazın altında cinsel bir dürtü yattığını biliyor bütün herkes. Ama bu görmezden geliniyor... Konumuz bu değil, tamam bu kez saçmaladığımı kabul ediyorum. "Bırakın artık oynamayı dostlarım! Ölen çocukların kanını binlerce kez arıtıp içmeyi masumiyet saymayın! Kendi kendinize iyi polis kötü polis rol oynamayın! Çevreciler fabrikatörlerle, Doktorlar ilaç şirketleriyle ve organ mafyasıyla, işçi liderleri işadamlarıyla deli gibi sevişirken bana bu dünyanın düzenine çalınan tek notanın varlığını ispatlamaya çalışmayın! Ben bütün kirli tekliflerinize susmamayı beynimdeki bu tümöre vurulmuş bir neşter olarak görüyorum! Sizlerden kurtuluyorum. Yaşamamacasına mutluyum!"



Görüntü karardı ve video sona erdi. Diğer videoda on beş saniyelik bir cenaze töreni görüntüsü vardı, çelenkler, siyah gözlüklü yüzler ve yakalarda bir resim. Resimdeki adam, az önce kahkahalar atan adamdı. CD'yi çıkardıktan sonra sustuk, konuşacak bir şey yoktu. Çok saçma olmuştuk, ne diyeceğimiz ve nasıl tepki vereceğimizi şaşırdık. Saatime baktım eve gitmem gerektiğini söyledim. Arkadaşımdan çıkıp eve doğru yürürken bu gece duyduğum sarhoş saçmalarını düşündüm. Biz sivil ve masum insanlar mıydık? Yoksa bütün pis işlerimizi ustaca yapan kuklalara sahip vantrologlar mı?


Bence her şey için bir kez daha düşünmek gerek.
Bu yazıyı bir kez daha kesmeden, kısaltmadan yayınlayacağım...

14 Ağustos 2008 Perşembe

İyi(ye) Niyet


"Benim için varolan varlıkların en yücesidir"


Söz belki sallama bir söz ama benim anlatmak istediğim şeyin kıyısından geçiyor. Kara Kaside'ye yazmaya başladığımda ilk amacım belirttiğim için "Övdüğümüz bütün güzelliklerin" düştüğü uçurumları göstermekti, bunu ne kadar başardım bilmiyorum ama bu konu bu amaca biraz uygun sanırım


Dünyanın yaradılışından beri var olan iyi kötü kavgası içersinde hep iyiyi savundum. İyinin kazanmasını istedim. Ama kötünün açık fikirliliğinin çoğu kez saygıyı hak ettiğini düşündüm. Ama eminim hiçbirimiz iyi ve kötüye tam olarak bir tanım getiremeyiz, yani evrenselleştirmek her kötü ve iyi için mümkün olmamakta. Bu tıpkı herkesin bir daire çizmesini istemek gibi bir şeydir. Kimi sadece kendi etrafına kimi sevdiklerinin kimi ise dünyayı saracak bir daire çizmek ister işte o dairelerin içinde kalanlar için yapılan herşey iyi o dairedekilere karşı yapılan her şey kötüdür diyebiliriz. Ama anlatmak istediğim bu değil bu iki kavramın arasındaki ilişki.

Zehir-Panzehir örneğini ele alalım. Zehirin varlığı panzehir ihtiyacını doğurmuş. Burada panzehirin var oluşu tamamen zehire bağlıdır. İyi için aynı şeyi düşünelim, eğer kötü olmasaydı iyi olabilir miydi? Madem kötünün kanda ilerleyişine karşı oluşturulmuş bu ilaç o zaman kötü olmadan iyi anlamsız ve gereksiz olacaktır. Hadi onu geçtim iyiyi doğuran düpedüz kötü olmuyor mu? Bakın buradan merhametin kökünü çıkarıyoruz: Kötüyle savaş ama onu öldürme! Neden? Çünkü o zaman iyilik gereksiz olacak.



Hani hiç bir kanıtı yok ortada ama biz tam tersini düşünelim birde. Yani iyinin yarattığı kötüyü... O zaman iyinin ulaştığı son noktada artık iki şansı vardı, ya kendine sn vermek ya da kendini yeniden gerekli kılmak. Kötünün var oluşu iyi ile sıkılmış insanlara heyecan ve mutluluk vaat ediyordu belki. İnsanlar bu mutluluğu ve heyecanı iyide bulamıyordu kuşkusuz ve kötü iyinin açtığı yollardan bütün evlere ve gönüllere girdi az çok. Bakın bu iyide yakaladığımız ikinci açık. İyi yetersiz ve gereksiz kalmasının yanı dışında açtığı güven yoluyla ardı sıra birçok kötünün de girmesine olanak sağlıyordu. Hırsızlıklar, öldürmeler, tecavüzler ve iftiralar hep bu "güven" yolunda keşfedilen kötülükler değil mi? Bakın bunlar görünen ve bilinenler toplum bilincinde sözlerle ifade edilemeyen daha nice benzer sorun yaratıyor bu duygu.

Birde ezeli birlikteliğe değinelim. Yani bağımsız bir iyi ve bağımsız bir kötü... Dünya barışı iyi bir temennidir. Ya da herkesin mutlu olmasını istemek... Bu mümkün mü? Hadi dünya barışını sağlamak zor ama mümkün diyelim, pek herkesin mutlu olduğu bir dünya? Herkes her şeyin "en iyisi"ni isterken hem de. İyi bize palavralar öğretiyor. iki yüzlü, yalancı bir insan olmak için muhtacız iyiye. Üstelik bu oyunun içinde dinde var. İki ordu Haçlı ve İslam orduları çarpışıyor. İkisi de inançları için ve ikisi de iyi bir amaçta öldüklerine emin. Kötü kim? Bu iyinin maskesinin düştüğü andır. İyi aslında toplumu düzene oturtmak ve köleleştirmek için uydurulmuş palavralar dizisidir. İyiler kötüyü öldürmez, çünkü kötü her zaman lazımdır iyi bir düzende. Ama kötü için böyle bir iki yüzlülük yoktur. Neden peki? Çünkü kötü tıpkı iyinin olması gerektiği gibi bireyseldir. Tek bir kişinin mutluluğu ve yaşaması için yollar arar, toplum tüm planların dışında bir araçtır.. İyi ise kötüye bu aracı sağlayan bir beyin yıkama makinesidir.

Bunlar bizim bildiğimiz iyi ve kötü kavramları tabi ve buna göre şuan ki iyi kadar zararlı bir kötü yok.

Peki, olması gereken haliyle iyi ve kötü? Gerçek bir iyi hareketleri ve davranışları sonucunda olumlu (başkaları tarafından kullanılabilir ve iş yarar) doneler çıkarandır. İyinin koyduğu kurallar genele değil bireye yöneliktir. Benim iyi olmam hayatımın girdi ve çıktılarını ayarlamamdan başka bir şey değil. Kötü ise sadece bu girdi ve çıktıları önemsememek tamamen benmerkezci düşünmektir.

Ben iyiyim diye kimse bana bir avuç akılsız ve tembel insanın sorumluluğunu yükleyemez bu iyilik değil. Beni toplum için köleleştirmekte iyilik değil!

"Ya bir yol bul, ya bir yol aç ya da yoldan çekil"

İşte iyiliğin en kısa tanımı bu.

11 Temmuz 2008 Cuma

Aman Ahlakım (!)



Koyu bir hıristiyan ve genç ateist, Mona Lisa portresi önünde durmaktadır. Yaşlı adam genç adama sorar:
— Da Vinci'yi beğenir misiniz?
—Evet, gerçekten etkileyici eserler bıraktı, der genç ateist.
Yaşlı adam fırsatı kaçırmaz;
— O halde kendisinin bilinen en büyük hıristiyanlardan biri olduğunu biliyor olmalısın, der ve genç adama gülümseyerek bakar
Genç ateistte gülümser ve bu kez o sorar;
—Tanrıya gerçekten inanır mısınız?
-Evet, ebetteki inanırım, der yaşlı adam.
Genç adam gayet yüksek bir özgüvenle cevap verir;

-Öyleyse onun bilinen en büyük ateist olduğunu da biliyor olmalısınız.

Din konusundaki fikrimi bugüne kadar olan yazılarımda az çok belli ettim sanırım. Ama okuduğum bir kitaptaki* düşünceleri ayrıca yorumlamak istedim. Kitap ahlak'ın soyunu düşünmeye davet ediyor: Ahlak dinin eserimi yoksa popülasyon içi savunma için geliştirilmiş bir yapı mı?

Ateizm ve monoteizm birbirine karşı iki kutup gibi dursa da bence birbiriyle aynı düzlemde olmayan iki kavramdır. Çünkü iki sistemin amaçları, yaşantıları, inançları ve hedefleri tamamen farklıdır. Birbiriyle yer yer kesişen bu iki kavramın bence en önemli kesişme noktası ahlaktır.

Bir ateist için ahlak; İnsanların dünya üzerindeki yaşamı boyunca birbirleriyle ve doğa ile ilişkilerinden edindiği tecrübelerin eseridir. Ahlak sadece onu geliştiren toplumu bağlar buna karşın yaşam-ölüm, yiyecek-içecek ve üreme konuları tüm insanlığın ortak sorunu olduğu için bütün insanları bağlayan ve bu temelden üretilen birçok genel ahlak kuralı oluşturulmuştur. Bir ateist bunlara uymanın karşılığında herhangi bir ödül beklememektedir. Bazı kimseler kendilerini ateist olarak ilan edip bu kuralları -kendi çıkarları için bile değil- tamamen keyfiyetten delmeyi kendilerine bir hak olarak görürler. İşte bunlar gerçekte bir Tanrının varlığını kabul ederler ancak kendisini mahrum bıraktığı nimetlerden ötürü ona kızıp onun koyduğu kuralları sebepsiz delmeyi bir ödeşme olarak görürler. Onları bu sınıfa dâhil etmiyorum.


Bir monoteist için ahlak; Dinden önce var olan ahlaksızlığa Tanrının müdahalesi ile belirlenmiş kurallar dizisidir. Tanrı herkes için dünyada yaşamanın kurallarını ve insanın var olma amacını belirlemiştir. Tanrının kendisine elçi olarak seçtiği insanlar, insanın ulaşabileceği üst düzey ahlak yapısını belirlemektedir. Tanrı kuralları insanlığın insanca yaşaması için koymuştur fakat insanoğlu kesinlikle kendi iradesiyle davranmakta serbesttir. Birini öldürebilir, hırsızlık yapabilir veya iftira atabilir. Bütün bu kural ihlallerinin değerlendirildiği bir mahşer günü vardır. Tanrı bütün kural ihlallerine gerekli cezayı verecektir; buna karşılık ömrü boyunca bu kurallara uyan kişiler ise ödüllendirilecektir. Cennet ve Cehennem kavramları (dinler için farklılık göstermekle birlikte ceza veya ödül olarak da genellenebilir) inananlar için büyük bir motivasyondur.

Ateizm Darvinci görüşe büyük saygı ve ilgi gösterir bu sayede yaşamın kaynağının bir Tanrı olmadığını kanıtlamak isterler. Bu konuda önemli çalışmalar yapılmış ve bugüne kadar ulaşılan nokta ateistlere verdikleri kararın doğru olduğu yolunda birkaç sonuç vermiştir. Monoteistler ve bilhassa dört büyük dinin savunucuları bu çabayı nafile bir çalışma olarak görmekte ve "ihtimalsizlikten kanıt"ı büyük bir koz olarak hala ellerinde tutmaktadırlar. Şu bir gerçek ki inanıp inanmamak kimseyi ayrıcalıklı kılmıyor. Tanrının ne ödül ve cezaya dayanan sisteminden etkilenerek inananlara nede sadece mantığını ölçüt olarak kabul edenlere(ki bana sorarsanız ikinci grup daha dürüst) ihtiyacı olduğunu düşünmüyorum. Bu dünyanın kullanma kılavuzu bu dünyada gizli zaten, her şey apaçık okunabilirken birde dört kitapla özetlenmiş. Anlatmaya çalıştığım şu; Bir ressam ünleninceye kadar birçok eser yapar ve bunların altına imzasını atar. Ancak sanatçı öyle üst düzey eserler yapar ki, taklit edilemez olur. İşte o sanatçı için artık imzaya gerek yoktur, resimleri onun imzasının ta kendisi olur.Bu durumda Darvin’in aradığı sihirli ve büyülü moleküller veya periler asla ama asla bulunamaz. Tanrı onların işleyişini ayarlamıştır- bu birbirlerini iten sarkaç dizisine benzer-ve bu düzen bir kere çalştımı artık sonuna kadar devam eder. Moleküllerin kendi kendine hareketi, yaşamın dünya üzerinde çeşitli yaşam alanlarına göre özelleşmesi bu muazzam denge içinde sadece küçük bir detaydır. Ne olmasını bekliyorlardı? Mikroskopla bakınca görünen molekülleri hareket etmekle görevi küçük melekler mi? O zaman bir Tanrı kaçınılmaz olacaktı değil mi? Kaçınılmaz olan bir güce itaat etmek için inanç gereksizdir. Bunun için bütün âlemi gezmeniz, doğal güzellikleri ve doğanın muazzam dengesini bilmenizde gerekmez. Sizi izleyen gözlere daima iyi bir kul olmak için çabalarsınız ki ödüle layık görülebilesiniz. Bunun için yapmayı çok istediğiniz şeylerden vazgeçmeyi bile göze alırsınız. İşte bu noktada iradenizin hiçbir hükmü ve sizinde birer köleden farkınız kalmaz. Tanrı onu bütün gün tapınmamızı değil, özgür irademizle onu yarattığı her şeyde görebilmemizi emrediyor ve bunu başarmak için aklın güzel ahlak süzgecinden geçmesi gerektiğini söylüyor.

Madalyonun diğer yüzünde ise bedelli inanç var. Tanrının vaat ettiğine inanılan nimetler için uyulması gereken kurallar vardır. Bunlar sonsuz bir yaşam için katlanılması gereken küçük "cefa"lardır. Tanrıya inanç konusunda ateistler yolun yarısında ise bu tür inanca sahip olanlar daha yola çıkmamış olanlardır. Çünkü kutsal kitapta (bence dördü de farklı şeyler anlatmıyor ama tarih boyunca yorumlardan dolayı farklılaşmış) açıkça dünyayı gez dolaş, benden başka ilah bulursan ona iman et diyor, bu her şeyi açıklıyor. Çünkü gezip dolaşsan da mantığın el verdiğince mantığın yettiğince görebileceğin somut bir ilah olmadığıdır. Doğa bir ilah ise doğayı kapsayan evren onun yaratıcısı olacaktır. Yaratılmamış için tek tanım her şeyi yaratandır ki onu da evren içinde bir yere sığdıramıyoruz görüldüğü üzere. Bence bukadar emin ve kesin bir sözün ardına bir pazarlamacı oturtmak "bana inanırsanız sizlere şunları vereceğim" dedirtmek çok saçma. Kitaplarda yazan her şey sadece dünya yaşamının en sağlıklı sürdürülmesi için oluşturmuş "insanca yaşam kılavuzu". Kutsal kitabı cennete gitmek için değil hayatlarımızı düzeltmek için okumalıyız ki Tanrının istediği de budur bence.

Dinin dünya hayatını düzenlemek için oluşturduğu yada insanların kendi yaşamlarını korumak için şuursuz geliştirdiği kurallar yani ahlak hangi düşüncede daha değerli? Burada değinmek yerinde olacaktır sanırım: Din derken Tanrının elçileri aracılığıyla ilettiği en saf hali düşünmeliyiz. Eğer tarih boyunca içine katılan ve çoğu asılsız ve tamamen devletleri idare etmek için konulan yasaları dâhil ederseniz bu savunulabilecek bir din olmaz. Ben en saf hale göre düşünüp ona göre yorumlayacağım. Diğer türlü kendilerince mantıklı ve tamamen kendi dönemlerini ilgilendiren konuların dâhil edildiği bir din putlaşır kanısındayım. Buna göre düşününce ahlak bir inanışa göre araç diğer bir inanışa göre ise amaç oluyor. Ateizmde ahlak yoksunluğu en fazla güçlülerin ayakta kalmasıyla devam edecek bir yaşamı getiriyor, ve bu pek bir kayıp olarak yorumlanamaz (Bkz: Ortaçağda Avrupa). Din içinde ahlak ise bir amaç olduğu için kişi güzel ahlaka sahip olmadan tam olarak inanmış sayılmaz ve buda kişinin ebediyete yolculuğunda önemli bir eksikliktir. Din bireyseldir; kişinin güzel ahlaka sahip olmasıyla birlikte din evrenselleşir, sahip olamayanlarla birlikte din çökmüş demektir.

İki sistemi karşılaştırırsak: Ateizmde ahlak sadece tür çeşitliliği için olumlu bir etkendir. Ancak din içinde ahlak bir hedeftir, ona erişmeden yaşam boşa geçirilmiş sayılır. Bu karşılaştırmada elimden geldiğince objektif olmaya çalıştım ama sonuçta bunlar içinde benim inancımın izleri de görülebilir. Daha önce özellikle söylediğim üzere burada sözü edilen din saf dindir. Günümüz koşullarında varlığını sürdüren din artık bu saflıkta değildir; çıkarcı ve gücün adaletine dayanan bir yapı olmaya yüz tutmuştur. Bu koşullar altında eşitliğin olmadığı, güçlü olana göre esneyen, dünya yaşamına katkısı olmayan, ahlak yolculuğunu senede bir kez yapılan Hac yolculuğuna indirgeyen bir kişi için ahlak toplumu kontrol etmeye yarayan bir güçtür. Evet, bir devleti yönetmenin en güzel yöntemi halkına ahlaki kuralları dayatmaktır. Ama kapalı kapılar ardından kendine küçük kaçamaklar yapma hakkı verebilir çünkü güç ve adalet artık Tanrıda değil ondandır. Bu açıdan bakınca bir başka dünya olmadığına inanan ama bu dünyada yaşarken haklarını tüm toplumla paylaşabilen bir ateist daha ahlaklı görünüyor.

Her iki tarafın artı ve eksileri, içerdikleri mutasyon ya da hain oranına göre değişiyor sanırım.

* Okumak isteyenler için; Richard DAWKINS/Tanrı Yanıgısı. Kitap hoş bilgiler de içeriyor.

Not: Yazılarıma yapılan yorumlar için çok teşekkür ederim, aynı düşüncede buluşmuş olmak güzel.

4 Temmuz 2008 Cuma

Mavi Adam


Not: Kişiler, olaylar ve konuşmalara tamamen hayal ürünüdür.




Elindeki sigara çoktan sönmüştü. Kafasındaki dumanlı düşünce içinde dalıp gitmişti.. Koridordaki koşuşturmalarla birlikte toparladı kendini, az sonra kapı açıldı ve kadim dostu karşısındaydı. Yüzünden okuduğu kadarıyla haberler iyi değildi, karşısındaki koltuğa ağır ağır oturdu. Gözlerine bakamıyordu, yere bakarak konuştu;

"Olmayacak.. Eğer sen böyle güvenmeye devam edersen... Ne yapmaya çalıştığını anlamıyorum, görmüyor musun alışık değiller buna!"

Gözleri penceredeydi, arkadaşına doğru döndü;

"İşte şimdi yalnızım... Sen bile beni anlamıyorsan... Bu olmak zorunda, buna alışmak zorundalar. Ben bunca zahmeti boşa çekmedim."

Ayağa kalkıp bu yalnız deve bir kez daha baktı, bu düşüncelerden vazgeçecek gibi görünmüyordu o halde ne yapmaya çalıştığını daha açık anlatmalıydı;

"Şuan bile her yerde senin sonunu konuşuyorlar, senden sonrası kolaymış. Hatta... Hatta senin ölümünü bile planlamışlar. Kurduğun bu düzen için bu halk yetersiz. Gel bir süre daha erteleyelim bu işi..."

"Ne olacak İsmet? Ben ölmeyecek miyim? Bu halk biranda hazır mı olacak? Sen ve ben bu koltuklarda oturdukça mı olacak bunlar yoksa biz bu koltuklara daha çok oturalım diye mi?"

Sesi yükselmiş, bakışları sertleşmişti. Ortamı yumuşatmak için uygun değildi İsmet Bey’in yapısı. O geri çekilecek, peki efendim diyecek bir adam değildi ve diretti;

"Bana araştır dedin araştırdım ve senden sonra olacaklar bu dosyada! Sen halkını yalnız bırakıyorsun! Sen bu halkın meclisini bu halka ezilmeyi hak görenlerle paylaşın diyorsun Kemal! Hâlbuki biraz daha vakit versen, cumhuriyet talebelerini mezun etse... Onlarla başlasa bu yeni dönem. Kemal... Sen ve getirdiklerin tehlikede!"

"Ben ve getirdiklerim öyle mi? Daha sen sahiplenmemişsin bu devrimleri, halktan ne bekliyorsun? Ben mühim değilim ama size rağmen bu devrimlerin yok olacağını duymak üzücü. Ne olursa olsun, bu meclis milletin olacak, kendi hakkındaki kararı millet verecek."

Dünyayı mavi bakan bir adam için özgürlüğün sınırı yoktu, her ne sona mal olursa olsun. İsmet Bey dosyayı masaya bıraktı ve odadan çıktı.

"Yalnız adamım, gerçekten yalnızım…" diye düşündü

Az sonra telefona uzandı numarayı çevirdi..

" Kemal görüşmemiz gerek. İsmet dosyayı getirdi... O adresi biliyorum, orda görüşelim."

Doğruldu ve bir sigara daha yaktı. Tüm dostları cumhuriyetin ömrünü onun ömrüne denk görüyorlardı. Milleti idarenin temelinde millete güvenmek vardır ki ondan sonra devletin bekası için açık bir alan yaratılabilsin.

Saat: 19.00 Ankara, bir yer:

Mustafa Kemal içeri girdiğinde Kemal Bey sigarasını söndürüyordu, ayağa kalktı önünü ilikledi ve Mustafa Kemal'i selamladı. Mustafa kemal hızlıca konuya girmeye niyetliydi:

"İşte bunlar, yeni partiyi kurmaya aday kişiler. Ben bu partinin kurulması taraftarıyım. Nekadar yol almışız görelim."

"Siz bilirsiniz paşam, bu isimlerin hepsinin düşünceleri malumunuz. Ancak bizden istediğiniz başka bir şey varsa..."

"Aslına bakarsan var, bana karşı bilinen bir suikast planı var mı?"



"Bir değil, birçok plan var ama hepsi hakkında bilgi sahibiyiz merak etmeyin efendim."



"Bilgi sahibi olduklarınız zaten gerçekleşmeyecek olanlardır kanaatimce, esas büyük plandan uzak tutmak için, siz yinede daha dikkatli olun. Bu dosyadaki kişilerin başına kesinlikle bir şey gelmesin istiyorum. Bunun bedeli bu cumhuriyet için ağır olur"



"Emredersiniz efendim. "

Mustafa Kemal, küçük işleri hallettikten sonra büyük bir plandan bahsetme için Kemal Bey'e yaklaştı;

"Öyle yada böyle bir gün öleceğim, bundan korkum yok. Korkum bu milletin kendine güvendiğini göremeden ölmek. Sen ve oluşumun kesinlikle bunu sağlayacaksınız. Her ne olursa olsun bu millet kendine değer verildiğini hissedecek. Ancak o zaman iyinin ve kötünün ayrımını yapabilecek akılcı düzeye erişebilir."

"Paşam dış güçlerin ajan faaliyetleriyle bu tür fırsatları kaçırmayacağı kesin. Bu plan ileride bizim dahi mani olamayacağımız bir sona doğru ülkeyi sürükleyebilir. Sizden sonra bu dengeyi gözetebilecek birinin başa gelmesi sadece şans."

"Her şeyi planlayacağız. Belirli işaret taşlarımız olacak, her geriye düşüşümüzde ona göre bir stratejimiz olacak. Mühim olan şimdiki gençleri tam anlamıyla kazanabilmek, onlar arkamızda oldukça bu ülke kolay kolay o eski tuzaklara düşmez. Ben gidişata göre işaret taşlarını ve yapılacakları sıraladım, ilk geriye düşüşte Cumhuriyet ve getirileri koruma altına alınacak..."


Mustafa Kemal elindeki dosyayı masaya bıraktı, cebinden tabakasını çıkarıp bir sigara yaktı.

"Gördüğün gibi, ben öldükten sonrada hiçbir şey değişmeyecek. Bu ülke yağmalanmayı, talanı ve ezilmeyi ancak kendine güvenle aşabilir. Siz gücünüz yettiğince bunun olmasını sağlayacaksınız ve bunu aleni değil büyük bir gizlilikle yapacaksınız."

"Paşam neden geri çekiliyoruz? Niçin bu kadar hoşgörülü olmak zorundayız?"

"Dedim ya Kemal, bu ülke Mustafa Kemal'e değil kendine güvenmeyi öğrendiği zaman gerçekten hür olur."

Ayağa kalkıp pencereye doğru yürüdü. Elindeki sigarayı unutmuş gibiydi, dalgın gözlerle dışarıyı izlerken birden Kemal bey'e döndü;

"Kemal; İsmet eğer benden sonra bu plana ters davranırsa onu durdurun. Bu devrim halkın devrimi, halk yaşatmalı ki anlamı olsun. bizler birer diktatör değiliz. İsmette kontrol isteğini pek fazlaca görüyorum."

"Emriniz olur paşam. Umarım güveninizi boşa çıkarmayız."


"Benim en büyük güvencem gençler. Onlar bu ülkeyi sevip, haklarının kıymetini bildikçe kimse bu ülkeyi başka ülkelerin boyunduruğuna sokamaz. Lakin bu uğurda pek çok kayıp olacağı kanaatindeyim, bunların hepsi kurtuluşumuzu dayandırdığımız savaşın bir parçası. Bana göre Türk milleti hiçbir zaman yok olmaya mahkûm değildir; her millet kendi layığını bulur sonunda. Bizimde çağdaş medeniyetler seviyesine ulaşmamız pek uzak bir hedef değil."


Bu gizli görüşme sonrası Mustafa Kemal köşke doğru yola çıktı. Kemal Bey dosyalarla birlikte bir daha hiçbir şekilde ortaya çıkmamak üzere odadan ayrıldı. Bu dosyalar ev içindeki bilgiler Türkiye Cumhuriyetinde Atatürk'ten sonrasını içeren ilk belgelerdir. Uzunca bir zaman Mustafa Kemal'in işaret noktaları bu ülkenin ayakta durması için gerekli müdahalelerin yapılmasına olanak vermiştir. Dosyada son işaret noktası ve bu son işaret noktasında yapılacaklar neydi, ne düşünülmüştü bilinmiyor.

Ama günümüzdeki şu çıkmazı görünce akla son müdahalenin ne olabileceği gelmiyor mu? Hani hep sona bıraktığımız gücümüz...

12 Haziran 2008 Perşembe

İnsan Çözüldü!


Zaman eski veya yeni... Zaman şuan kabuğunun hemen altındayken üç bilge kabilenin toplantısı olmuş Ağrı’nın çatısında. Üçü de yıllarca insanı tartışmışlar, anlamaya çalışmışlar ve en sonunda üçü de bulduklarını birbirleriyle paylaşmak için gelmiş ateş çemberinin etrafına.

İlk sözü Ok kabilesi almış, içlerinden bir bilge ayağa kalkıp anlatmış:

İnsan Çözüldü!

Kabilem yıllarca insanı inceledi, izledi, gördü. İnsan ruh ve beden dediğimiz iki yapıdan oluşmaktadır. Ruh beden içinde her hücreye dağılacak şekilde çözünmüş ilahi bir enerjidir. Nerden geldiğini kimse bilmediği gibi nereye gideceğini de kimse bilemez. Onsuz bırakılan insan hayvana dönüşmektedir ve bu uzun yolculukta ruhunu kaybeden biçare insanlar dönüşerek hayvanları oluşturmuşlardır. Bu enerjinin getirdiği zekâ ve irade ise insanı insan yapan temel etmenlerdir ancak bu ruhun tek başına insan olmak için yettiği anlamına gelmez. Beden şekerin atılacağı çay kadar gereklidir. İnsan doğada yaşayan bir misafirdir, geçicidir.

Kabilemiz dünya hayatının ilahi enerjinin ıslah edildiği bir dersten ibaret olduğunu düşündürecek oldukça çok insan ömrü görmüştür. Bu kontrolsüz enerjinin doğanın bir parçası olmaması için muazzam bir çaba harcanmıştır.

Fakat bütün bu muazzam denge bile bu enerjinin zerresi olan tek bir insan karşısında bozulmuş ve insan doğada çözülmüştür. Doğanın ruhuna karışan insan ruhu onu bencil ve öfkeli yapmıştır. Bu öfke ve kin kendi sonuna mal olsa bile...

Bilgenin sözlerini dinleyenler bu kabileye bütün bu bilgiler için teşekkür etmişler. Daha sonra Yay kabilesinden biri kalkmış ayağa, oda anlatmış:

İnsan Çözüldü!

Kabilem yıllarca insanı inceledi, izledi, gördü. Bunun için uzaklara gitmedik. Kendi içimizden başladık çünkü bizde insandık. Bizler bütün şımarıklıklarımızdan arındık. Onlar tatlarını bilmediğimiz reçel kavanozları değildi. Dallarımızdan toprağa düşen lezzetli kırmızı elmalardı. Onların içindeki bizden bir parçaydı ve onların toprağımızdan geçerek köklerimize ulaşmasını bekledik. İnsanca olan bütün istek ve davranışlarımızı düşünmekten, hayal etmekten korkmadık. Kendimize ve irademize güvenimiz vardı; asla şuursuzca bu isteklere boyun eğmeyi düşünmedik onları düşünmekten korkmadığımız gibi. Kendimiz üzerinde kurduğumuz bu kontrol bizi güçlü kılıyordu, çünkü artık kendimizi biliyorduk.

Kabilem bilmenin verdiği güvenle kendi içinde bir denge kurdu, bu denge evrenin dengesi gibi bir ahenk taşıyordu. Kendimizi çözmenin ve hata yapmayı unutmanın benliğimizi kaplayan en büyük şımarıklık olduğunu fark ettik, bu elma ağacının gövdesiydi. Bütün elmaların toprağa karıştıktan sonra taşındığı yer... Onu kesmek veya kurutmak bizim sonumuz olacaktı ve insanın kendi doğası içinde kusursuz ahengi kurmasının imkansız olduğunu gördük ve çözüldük birer birer... “

Bilge yerine oturmuş ve dinleyenler ona teşekkür etmişler. Sona kalan Hedef kabilesinin bilgesi kalkmış ayağa ve anlatmış:



İnsan Çözüldü!

Kabilem yıllarca insanı inceledi, izledi, gördü. İnsan dünyaya yalnız gelmedi, ona eşlik eden ruh ve akıl bileninceye kadar ona rehberlik eden “anne ruh” vardı. Bu hem bebek için hem anne için bir ıslahattır. Doğduğunda günahsız değildir, en deli dolu düşüncelere bile koşulabilecek bir güç olarak dünyaya gelir insan. Bu ruhun eğrilmesi ve bu eğrilen ruhun evrende oluşturduğu deseni belirleyecek olan anne ruhtur. Anne ruh bazen bir tek kişi bazen bütün bir toplumdur. Toplum ise maddi ve manevi ilişkilerle dolu bir yapıdır. Aç kalmamak, bir sığınak bulmak yada korunmak için kurulan maddi ilişkiler ile aşk, sevgi gibi hala sebebi bir sır olan duygularla kurulan manevi ilişkiler burayı yaşanılacak huzurlu bir yer haline getirmiştir. İnsanlar doğayı alt ettiklerini düşününce kendilerine yeni meşgaleler aradılar ve birbirleri arasındaki ortaklıkları unutup farklarını büyütmeye başladılar. Sonunda koca bir toplumu bir tek insana kadar küçültüp bencilleştirdi bu işsizlik. Aşkın ve sevginin yetiştiği yegâne toprak olan güvene kan sıçradı, çölleşti kum gibi aktı avuçlardan. İnsanı şekillendiren bütün bağlar bir bir söküldü ve insan sonsuz kilimde çözülen bir düğüm oldu. Tanrı bu ilmiğin koca evrende oluşturduğu kusuru gördü ve kıyameti vaat etti...”

Son bilgede yerine oturmuş ve dinleyenler ona teşekkür etmişler. Üç kabilede zamanın hemen arkasında, camın ardından dışarıyı izler gibi insanı izlemeye devam etmişler. Gün gelip de insanın sırrı tamamen çözüldüğünde Tanrı; çemberdeki ateşle silecek tüm evreni yeni bir insanı yaratmak ve onun kusursuz zekâsıyla yeniden kendisini bulmasını sağlamak için.

17 Mayıs 2008 Cumartesi

Teslimiyet


Azar azar... Hep büyüklüğüne, gücüne güvenerek… Bundan bir şey olmaz diyerek yok oluyordu. Koca köyün sırtını dayadığı rüzgârları kesen dağı tepesindeki bulutlar ve dahi karlar bile terk etmeye başlamıştı. Göğsündeki kuş yuvaları bomboştu. Kala kala kurumaya yüz tutmuş bir avuç ot ve onların peşinde eteklerine tırmanan bir sürü koyun kalmıştı.


Fark edilmeyecek şey değildi, içinde boğazına kadar yükselen bir ateş haresiydi bunların sebebi. Yıllar önce kabuk bağladı sandığı eski bir yara. Daha önce nice cana mal olan o coşkun hali kıpırdanıyordu içinde. Titremeleri, terlemeleri ve sararıp solmaları gösteriyordu ki gücü bu hevese boyun eğmeye yetmiyordu. Bir gün kızıl şarabını döke saça naralar atacaktı yine. Tövbeler ve yuttuğu nice toprak boşaydı...

Önemli olan dağın sonu değil, o bu sondan mesul olmadığını "doğanın kanunlarına" bağlayarak açıklayacaktır mutlaka. Peki ya ben? Günün birinde bütün bu bildiklerime rağmen onun gibi her şeyi yıka döke yaşamayı bir kanun sayarsam ne olacak? Ya benim gibi diğerleri de aynısını yaparsa? "Bundan bir şey olmaz" deyip azar azar bozdurup insanlığımı, bize hayvanca isteklerimize gömülme emri verenlerin gazabını "yaşam kanunu" bilirsem... Bu benim için intiharın en ızdıraplı yolu olur. Biliyorum -ve yaşıyorum- ki hayat bunlara teslimiyet değil. Teslim olanların kurduğu bu kaçıncı ülke, kaçıncı uygarlık. Hep ateşler altında ve felaketlerin koynunda kalmadılar mı? Yazık... Çünkü benim bile kalbindeki dağların karları erimiş dostlarım var artık. Teslim olmayı düşünüyorlar üçe beşe. Bunca zaman kendime hiç yaklaştırmadım teslim olanları, tıpkı yaradanın yaptığı gibi insanlığına değer verdim, insanlığını yücelttim. Hiçbir peygamber başaramadı ki, ben başardım diye övüneyim. Bunu kabullenmiş ve kendime göre bir sınır çizmiştim ki... Sınırın içinde –Nuh’un gemisinde- belirmeye başladılar birer birer. Bu gemi yanmalı! Bu sınırlar yıkılmalı! Yaşadığım hayatı benle yaşamış olanlar değil mi bunlar? Derdimi, içimi açtıklarım değiller mi? Saf ve temizlikleriyle başkaları için gecelerce uykusuz kalanlar değiller mi?

Dağlar sabrını yitirmiş artık, düzlüklerin ve düzenlerin gördüğü itibarı kıskanmış. Hiç kimse için demem bunu, çünkü bilmenin erdemi yoksa günahta yoktur ama bunlar biliyor ve benim gözümde insan değiller artık. Şimdi bunlar, yanımdakiler... Hayvanca isteklerine boyun eğdiklerini biliyorlar... Düzlüklere inen dağ kurtlarının sonlarını biliyorlar...

Dostlarım dediğim insanlar! Teslim olanlar... Benim için bir hükmünüz yoktur artık, çünkü merhametim sizi bana değil beni size çekecektir. Benden beklediğiniz ne varsa, dostluk adına, unutun. Ben sizin kendi ateşlerinizde boğuluşunuzu karlar içinde içim buz kesmiş halde izleyeceğim.

4 Mayıs 2008 Pazar

Dostuma Veda


Herşey ama herşey iki yaşam için harcandı..

İş çıkışı yorgun zamanların tesellisi belkide onların sesiydi. Evet dostum, bu senin hikayen...
Birtek aşkı anlatabilir sorsanız... Liseden beri göz koyduğu bir mahalle kızı. Ailesinin yükü omuzlarında işten eve evden işe geçip giden hayatta ölüm... Ölüm onu kendine ayırdığı kısacık zamanda buldu. Birtek aşkı anlatır dedim ya... Ona göre aşklar film olmalıdır, aşk için kavga edilmeli ve aşk için ölünmelidir... O ölemez, onun böyle bir lüksü yoktur. Bu yüzden terk eylemiş gönlündeki aşkı. Kendisini adadığı iki küçük kardeşe dünyanın en güzel çocukluğunu yaşatmak için vazgeçmiş gençliğinden... O bunları anlatmazdı, o aşkı anlatırdı...
Türkülerdeki hikayelerden misal verir ve bit pazarına düşen insan ciğerine lanet okurdu. İnsanlar gurbetten seviyorlarmış, yıllarca bekliyorlarmış... Onun aşkı beklemedi, evlendi uzak ilden biriyle. Şiddete dayanıksız kalplere öfkesi bundandı belkide. Sigara ve alkole uzak, köşebaşı serserilerine düşmandı. Çünkü birgün o yoldan üniversiteye gitmek için kendi kızkardeşi geçecekti. Hayali buydu... Kızkardeşini üniversite kapısından almak. Futbol maçları, gece eğlenceleri onun için lüks olmaktan öte vakti zayi etmekten öte geçmeyen faliyetlerdi.O hep çalıştı.. Tanımadan önce, tanıdığımda ve ölmeden önce...
Ölüm onu yolda yakaladı... Yol üstünde taklalar atan bedeni hala ölüme yenilmemişti. Hastaneye kadlırıldı apartopar... İki hafta kadar ölümle savaştı. Kendi için değil, kapıda bekleyen kardeşleri için. Onu tanıyordum, eminim o iki hafta sırf ayağa kalkıp yine onlara çalışmak için savaştı ölümle. Sonra.. Sonra yaşasada vücut fonksiyonlarının eskisi gibi olmayacağını söylediler. Yani yaşasada çalışamaycaktı. Bunca yıl durup dinlenmeden kendini iki kardeşine adayan adamı hayat iki kardeşine külfet yapmak istiyordu. Çalışamamak... Bırak çalışamamayı iki kardeşinin omzuna yük olmamaktı belkide ölüme boyun eğişinin tek sebebi. Hiç bir yanıt vermemiş onların geri dön çağrısına... Doktorların "beklenen" dediği ölüm sonunda gerçekleşmiş, o yine tercihi kardeşlerinden yana kullanmıştı.
Kardeşini üniversite kapısından alamadan, aralıklarla düzenlediğimiz "hayat nasıl gidiyor" toplantılarına sonkez katılmadan... Hep öne sürdüğü bahanesiyle "İşyerinden izin alamadan" çekip gitti aramızdan. Kendini adayabilen ender insanlardandı, güç alıyodum ister istemez. Ben kendimi birine birşeye adarken onunla aynı safta hissetemek iyi geliyordu. Güven abidesiydi.. Çünkü hiç aldatmamşıtı sevdiklerini, küçük hesaplar uğruna yalan söylememişti... Ben belki bunun gibi yüzlerce sayfa yazabilirim bu doğru adam üzerine...
Ama ona sorsanız...
Aşkı anlatır türk filmlerinden kalma siyah beyaz sahnelerle...
Uğurlar olsun Dostum.

18 Nisan 2008 Cuma

Röportaj(Y)



S.:Türkiye sizce dünya siyasetinde nerde duruyor?


K.A.: Türkiye büyük bir devlet; ancak dış siyasette dünyayı yönetecek bir ülke olma hevesiyle kurulmuş değil. Türkiye tarihindeki hatalardan ders alarak dünya siyasetinde kilit rol üstlenmeyi bilmiştir.

S.: Kilit ülkeler dünya siyasetini yönetmez mi?


K.A: Eğer bağımsız karar alabilen bir yönetim varsa;evet. Böyle bir durumda bile dünyayı yönetme değil, dünyayı yönetenlerin ihtiyaç duyduğu güç olma amacı vardır. Adaleti sağlayan ve güven veren bir dünya devleti dünyanın ihtiyaç duyacağı tek şeydir. Ama Türkiye bu tarihi fırsatları hep kaçırdı. Yönetimdekiler -İsmet Bey'den sonrakileri kastediyorum- hep güçlü dostlukları tercih ettiler, ona göre karar aldılar. Sonrası malum; bozuk benzeşim ve çarpık bir ilişki silsilesi.


S.: Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş amacı salt bağımsızlık ve özgürlük müdür? Bunca yıl dünyaya hükmetmiş bir toplum neden bukadarıyla yetinmiş?


K.A: Türkiye Cumhuriyeti salt bağımsızlık ve özgürlük için kurulmamıştır. Elbetteki temel gaye Türk varlığını yoketmek isteyen Avrupa ile İslam dinini tehlike olarak gören Haçlı düşünceye karşı durmaktır ancak bu sadece savaşın dış cephesidir. İçeride verilen savaş daha mühim ve daha gereklidir ki bu savaş hurafelerden, zihni körelten düşünce ve inanışlardan kurtulmak ve Türk toplumuna kimliğini hatırlatmak için verilmiştir. Avrupa devletleri bu halkın yumuşak karnı olarak gördüğü dini ve nice milleti içinde kavgasız barındıran yüksek uygarlığını deşmeye çalışmış netekim birçok kez başarılı olmuştur. Yapılan kurtuluş savaşı, bu devrime uygun ortamın oluşması için sadece ön hazırlıktır. Siz bu bilinçe yetişmiş bir nesli dünya sahnesine çıkarırsanız o evlatlar dünyayı size getirir.


S.:Sizce devrim tamamlanmış mıydı?


K.A: Devrim tamamlandığı an çöker. Devrim dediğiniz şey dinamik olmalıdır. Devrimde değişmeyen tek şey temelleri oluşturan ilkelerdir ki bu ilkelerde bütün kurumlara yerleştirilmiştir. Bakın, o dönemde yaşayan bir vatandaş devrimi anlar, çünkü zorlukları yaşamıştır. Ama sonraki nesiller için bu kolay bir durum değildir. Siz onlara ezberletirseniz bu çocukların akıllarına yerleşen kuru cümleleri birileri gelip yanlış bilgilerle doldurur. Bir an gelir bakarsınız ki yıllarca cumhuriyeti anlattığınız çocuklar cumhuriyeti sevmez olmuş. Burada esas iş hükümetlere düşmektedir. Ancak şimdiye kadar ki hükümetlerde bu yolda bir çalışma göremedik, dolayısyla devrim uzun süreli bir duraklama devri yaşamaktadır.


S.: Hükümetleri başa getiren halk ile Türkiye Cumhuriyetini kuran halk aynı halk değilmidir? Bu halk bu duruma nasıl geldi?


K.A.: Cumhuriyeti gerekli kılan Osmanlının unuttuğu bir anadolu ve bu anadoluda kırılan kapılar öldürülen insanlar ve esaret vardı. Can acısı vardı özünde. Ancak Cumhuriyetten sonra yönetime gelenleri cezbeden para oldu. Para baştakilere ülke çıkarlarını unutturdu bütün kapı ve duvarları yıktı insanlığı öldürdü ve esir aldı. Bu sadece bu ülkede değil bütün sömürge devletlerde böyle oldu. Refaha ereceği umuduyla halk geleceğinden daha çok ödün vermeye başladı ve sonuç malum. Hükümetler halkı bilinçlendirmek ve ülke geleceğini korumakla birinci derece mükelleftir. Bu düşünce parası bol olan ülkelerce bizim ki gibi gelir seviyesi düşük ülkelerde silinmiş, hükümet refah vaadeden bir dilek perisi haline getirilmiştir. Türkiye Cumhuriyetini kuran ve yaşatan her daim askeri olmuştur. Osman Bey'de , Alparslan'da askerdi. Halktan beklenen daima en son direnişi oluşturması olmalıdır. Bu devletin güçlü oluşumları çıkar düşkünü kişilerden arınmalı ve ülkeyi yönetmeye talip olanlardan ülke için en hayırlılarını seçmelidir. Bu kişiler içinden halk istediği kişi yada kişiler seçilmelidir.

S.:Devletin bu çeşit denetimle yükümlü oluşumları var mı? Daha da önemlisi bunlar içinde bu tip çıkar düşkünü insanlar var mı?

K.A.: Her devletin bu tip oluşumları vardır. Aslında hükümetleri görevi sadece işlerin anayasa ve yasalara uygun yürütülmesini sağlamak, ülkenin iç ihtiyaçlarını değerlendirmek gibi hesap takip işidir. Belli bir görüşün desteğiyle meclise gelmiş bir yapının bütün devlette köklü değişiklikler yapma hakkı olabilir mi hiç? Devlet siyaseti, işleyişi, yönetimi ve yapısı tamamiyle koruma altına alınmıştır. İşte bu hali korumak bahsettiğimiz oluşumların görevidir. Devre göre seçilen veya yetiştirilen bu insanların görevi dünya siyasetine ve dengesine uygun ama mevcut çizgiden sapmadan bir yol çizmektir. Doğasına yenilerek daha fazlasını isteyen bir takım insanlar hile ile vehayut zorbalıkla bu oluşumları kendilerine akan musluklar lehine kullanabilir.


S.: Bu durum nasıl düzeltilir peki?


K.A: Sağlam kalanların yeni bir oluşum kurması ve bozuk olanı sindirmesiyle elbet.


S.: Peki sağlam kalanlar var mıdır?
K.A: Herzaman olmuştur.


Röportajın devamı yayınlanmayaktır.

23 Mart 2008 Pazar

Ve Taşlar Yerinden Oynar


Daha önce Komplo Teorisi başlıklı yazımda yazmıştım; Bir ülkenin değerlerini ve düşüncelerini tartışmaya açmak yanlı bir davranıştır ve tek tarafa hizmet eder diye. O günden bugüne neleri tartıştı ülkemiz, ortada. Şu bilinmelidir ki bu noktada durum hafife alınacak boyutta değil; hele siyaset ve politikanın zerresinden anlamayıp "hemşerilik" hesabı bilip bilmeden taraf tutmanın hiç sırası değil. Herkes en kötüsünü düşünüp ona göre pozisyonunu alıyor belki, yada istediği yaşamı dört gözle bekliyor. Ama durumun gidişatı iki tarafında beklediği gibi değil.


İktidar partisinin büyük şımarıklıklarla yaptığı kanuni değişiklikler ve yarattığı korku aslında yıllar yılı atalarımızın kullandığı "akıncılar" ın yaptığından farksız. Batılı ve en batılı ülkelerin kendi ülkelerinde işledikleri "can korkusu" teması Türk halkına uymadı (HSBC ve Sinagog saldırıları, Terör olayları) zaten canı burnunda yaşayan bir millet için ölümden korkmak mümkün mü? Peki Türkler neden korkar? Orhun abidelerinde yazanları okuduysanız eğer anlarsınız; Orada Bilge Kağan gibi cesur bir Türkün korkusu açık açık yazılmış ve günümüze kadar ulaşmıştır; Bu korku kimliğini kaybetme,yozlaşma korkusudur. Bilge Kağanın emanet ettiği Osmanlıda yavaş yavaş kaybedilen ve sonra Atatürk'ün din kisvesine bürünmüş arap milliyetçiliğinden kurtarıp yeniden armağan ettiği Türklük bu vatan için en değerli en sakınılan hazinedir. Türklüğün karşısına dini çıkarmak ve varlığına Hakk için son vermesini istemek inançları için yaşayan Türk toplumunda krizler e yol açar. Türkü dine, dini mezheplere, ve mezhepleri cemaatlere bölmek ise yüzyıllar boyu sürecek bir yeniden birleşme sürecinde dünyadan bir ırkı silmek anlamına gelir,tabi görebilenler için. Şüphesiz emevi zihniyeti için Türklükten vazgeçmenizin size neler kazandıracağı tartışmalı bir konudur.


Nihayet halkımıza tartışma yolu açılan laikliğin temel işlevide bu duruma engel olmaktır. Din bireyseldir; güzel ahlak sahibi her kişi için değerlidir ve bu bireylerden oluşmuş toplumlarda zaten sorun yaşanmaz. Ancak bütün kural ve hükümlerin dayanacağı dini belirlemek ve ona göre hareket etmek yani şu sıralar herkesin ağzında olan "çoğulcu demokrasi" yapısını dine uygulama Allahla kul arasına girmek, şirk koşmaktan başka birşey değildir. İnanan insanlar için dini yaşatmanın en güzel yolu onu sancağa çekmek değil, onu yorumlayıp anlayarak soyut dünyasını zenginleştirmek olmalıdır. Diğer türlü din dünyevi birşeydir. Aslında laiklikle sadece Türklük değil aynı zamanda dinin manevi değeride korunmakta ve orada Allahla kul arasına hiç kimsenin giremeyceğine dair garanti verilmektedir. Bu sayede hem Türklük hemde din sonsuza kadar varlığını sürdürebilir. Bunu kimlerin istemeyeceğini bir düşünün.


Bize bu konuda yaşatılan korkuyu az görenlere inat korkunun dozu her geçen gün artmış ve sonuçta günümüzdeki boyutunu almıştır. Şimdi direnç mekanizmaları birer birer kırılmaya çalışılan bu ülke için esas oyun daha başlamadı, bu yapılanlar sadece akıncı birliğin elinden gelenler. Gerçek birlik geldiğinde bizler, yani hala aklıselim olanlar dışında onu hasretle bekleyen yüzlere gülümseyerek bakacaklar.Onlar bu korkuya çare görülecekler... Onlar huzuru ve mutluluğu vaadedecekler... Onlar son oyunu sergilecekler. Tabi eğer gelmelerine izin verirsek...

4 Mart 2008 Salı

Slogan Cumhuriyeti





"Sivil toplum örgütleri bu konuda gerekli girişimi yapmalılar... Sivil toplum örgütleri durumu protesto etmek için bugün saat 12'de Taksim'de... Sivil toplum örgütlerini ziyaret etmeye başladı.... Sivil toplum örgütleri..."

Hep bu ağır ismi oluşturan yasal örgütleri duyduk anahaberlerde. Hep birşeylere karşı, hep birşeyler için mücadele içinde olan bu örgütler olmazsa birşeylerin kötü gideceği ortadaydı. Tabi bizde çocuktuk, görmüyorduk bu ağır ismin çürüyen etini.

"Gazzede düzenlenen bombalı saldırıda çok sayıda sivil hayatını kaybetti... Irakta direniş güçlerine ait bir militanın düzenlediği bombalı saldırıda 15 sivil hayatını kaybetti... Sivil hayata ilk adımını atan başkan torunlarıyla vakit geçirdi..."

Bakın burdada "sivil"ler var. O büyük ismi oluşturan küçük insancıklar. Sivil dediğimiz şey ne? Etliye sütlüye karışmayan, bütün hayatını kendi yaşamını ve sevdiklerinin yaşamlarını idame ettirmek için harcayan bir kişi mi? Var mı öyle biri?

Dünyada sivil denen birşey kalmadı, 0-7 yaş çocuklar dışında. Herkes bir ideolojinin militanı artık. Oy verdiği partiye ve hatta tuttuğu takıma bile körü körüne bağlı insanlar için sivil yaşam da ne? Dünya üzerinde her 5 kişiden 3ü savunduğu düşüncelerden en az biri için ölmeye; 5te 4ü öldürmeye hazır. Hangi sivillerden bahsediyorz ve kimi kandırıyoruz? Akılcı ve eleştirel düşünceye hiçbir ideoloji kolay kolay izin vermiyor ve bu yüzden 5'te 1lik kısım bu ideolojilerin kurduğu saadet zincirlerine katılmıyor.

Hadi bunu bir dünya gerçeği olarak kabul edelim. Düşüncelerimiz için ölmek onurlu ve erdemli bir son olsun bize. Peki uğruna öleceğim düşünceye iman etmek hakkım değil mi benim? Niçin ideolojilere girer girmez birçok tabuyu olduğu gibi kabul etmem gerekiyor? Niçin kendi kendime keşfedemiyorum? Niçin eleştiremiyorum ve niçin koşulsuz itaat gerekiyor her "büyük" sözüne? Bütün köklü inanışları bir kenara bırakalım, bunlar bizim ata yadigarımız olsun ve oldukları gibi anlatalım geleceğe. Gözümüzün önünde yeni yeni türeyen futbol,terör, mafya ideolojilerine niçin kimse ses çıkarmıyor? Onlar için adam öldürmek, dayak atmak, hayat karartmak ve küfretmek inanç ruhunun bir parçası. Hayatınızda sizin ait olduğunuz kaçtane böyle yapı var? Gerçekten sivil miyiz?


Sivil olmak matah birşey değil, hadi herşeyden vazgeçelim demiyorum bende. Bunlar sosyal yaşamın birer parçası ama herşey gibi doğru yapılırsa. Küçük hesaplar yapan insanlarla oldum olası iyi geçinemedim. Bir yanım onlardan kaçmak için çırpındı durdu,yalan değil. Ama şimdi geldiğim noktada koca ülkenin küçük hesaplar yaptığını görünce kaçacak yerde kalmadığını anlıyorum. Herkes oturduğu yerden, minimum eforla büyük işler başarmaya çalışıyor. Ne yapıyorlar? Sokaklarda, evlerde, yollarda... mikrofon uzatılan ve kalabalığın bulunduğu heryerde slogan atıyorlar. Sloganları dua niyetine okuyorlar-hani kırk kere söylersek olur diye. Sivil değiliz, onu biliyoruz artık. Ama övünülecek ideolojilerimiz ve faaliyetlerimizde yok.

Alın size günümüzdeki milliyetçilik: "Tekbir! Allahu Ekber!"

Alın size gerçek milliyetçilik: "Vatan sevgisi ona hizmetle ölçülür."

Biri Allah'a emanet diğeri bana. Oysa Allah herşeye hakim zaten, burda çalışması gereken benim! Ama ben nerdeyim? YOKUM! İşte vardığımız nokta bu.

Daha örnek mi?

"Türkiye laiktir laik kalacak."

"Atatürkçü düşünce engellenemez."

"Ne ABD ne AB; Tam bağımsız Türkiye!"

...

Daha devam eder bu liste. Ama benin okadar vaktim yok, yürüyecek yolum var. Sessiz sedasız, kimsenin bakışına takılmadan... Adımın belkide hiç anılmayacağı bir gelecek için yollarda oalcağım. Bazılarının sloganlarıyla korkutup kaçırdığını sandıkları şer güçlerin peşinde.

29 Ocak 2008 Salı

Fazla Yaşamlar


Yol boyunca eski binalar ve bizanstan kalma surları görüyorum işe giderken. Tren yolu, deniz ve manzarada bütünlüyor bu güzel resmi. İnsan yaşamı özelden genele açılıyor artık diye düşündüm bu tabloya bakınca. Eskiden kendine ait herşeyi korumak için binbir çaba ile yapılan yapılar yıkılıyor ve yerine herkese açık yapılar dikiliyor. Özel diye birşey kalmadı desem yeridir. Psikoloji, sosyoloji gibi bilim dalları sayesinde birşey söylemenize gerek kalmadan sadece yaşayarak bile insanlara kendiniz hakkında ipuçları verebiliyorsunuz. Kaç kişi kendine ait olanı korumak için çaba sarfediyor hala? Asılana bakarsanız bu çabada gereksiz görülebilir; çünkü ömür dediğiniz bir nefes onuda savaş ve telaşla geçirmek yersiz. Yol boyunca gördüğüm eski evlerin ve surların -sonradan ara ara makyajlananları hariç- söylediği ortak şey şu; insanın kurduğu bütün yapılar sonunda yıkılmaya mahkum, çünkü insanın kendisi bu sondan kaçabilmiş değil. Elbette günümüze kadar ulaşan yapılar mevcut ama olaya birde şu yönden bakalım: Eski zamanlarda yapılan ve günümüze ulaşan yapılardan kaç tanesi yapılış amacına göre kullanılıyor? Evet, bence tam anlamıyla bir varlıktan söz etmek için varoluş amacı ve bu amaca uygun yaşamda olmalı. Doğar doğmaz "İnsanca yaşam hakkı"na sahip olan bir canlının ürettiği herşeye kendi gibi varolma hakkı tanıması gerekmez mi?


Günümüzde tarih bit pazarı dükkanından farksız. İnsanlara satacakları eski eşyalar üretiyor. Çok kıymetli bir Osmanlı halısı fransız zengininin evini süslüyor. Yada orta direk bir ingiliz aile Dolmabahçe sarayını karış karış gezebiliyor. Yani? En baştaki konuya döndük yine ; özelden genele sürülen hayatlarımız artık tarihin evrenselliğinide ardına katarak son sürat dökülüyor geniş havuza. Artık insan kavramı var sadece, kimlikler unutulmuş. Bence böyle düşünmek yanlış. Kültür ve medeniyeti olmayan insanların insanca bir yaşam sürdüğünü idda etmek doğru değil. Zaten dikaktli bakıldığında görülecektir ki bazı zayıf kültürler maddi güçleri sayesinde bütün toplumları egemenliği altına almış ve bu şekilde büyümenin derdinde. Geri kalan herkes kültür ve medeniyetin gereksizliğine inandırılmış.


Bu şekilde bir yayılma için maddi güç şart değil; işin içine biraz inanç katıncada yakın bir kıvam tutturabiliriz. Nasıl mı? Arap kıtasından yayılmaya başlayan islamiyet işte; Bütün insanlığa gönderilen ve bütün insanlığı kucaklayan bir din değil miydi? Bakın şimdi; arap kültür ve medeniyetinin çıkmamasına sindiği bir gelenğe dönüşmek üzre. Bence varolan hiçbir din kişinin medeniyetini tümden bırakıp başka bir medeniyetin boyundurluğuna girmesini emretmez. Dinin işlevi kendi yaşamı ve varsa geleneğindeki yanlışları düzeltmesi için yol göstermektir. Yayılan çokça gelenek ve az miktarda din ile günümüzün gelenek ve medneiyet yağmacı anlayışı doğmuştur. Çok az toplum geleneğini ve dinini ayrı tutabilmiştir ve onlar sessiz sedasız böyle yaşamaya devam ediyorlar.


Gördüğüm şu ki insanların en özeli, inancı bile kendine has değil. Oysa bir afrikalı ve bir çinli aynı inancı farklı yaşayabilir ki zaten din budur. Babil kulesini düşünün.. Aynı dili konuşan ama farklı işi yapan bir sürü insan göğe uzanıyorlardı. Şimdi aynı işi yapan fakat farklı diller konuşan insanlar kendi işçiliklerini kıyaslmaktan göğe bakmayı unuttular.
Böyle bir ortamda eşyaların ve çevrenin yüzyıllara meydan okuması pek birşey ifade eder mi? Eğer öyleyse kendinden beşyüzyıl sonra bile yok olmayacak nice atık bırakan neslimiz görevini başarmıştır. Bundan sonrası insanca yaşanabilecek bir ömür için "fazla yaşamlar"dır.

18 Ocak 2008 Cuma

Hayal (Öykü)


Adam ağlıyordu, genç kız buz gibi soğuk...


Başını kaldırıp boşluğa baktı yaşlı gözlerle, "Bu bir yalan, yalancı bir yalan...." Genç kız soğuk sesiyle mırıldandı; " Kimin yalanı? Kimin dili çizdi seni ağlatacak bu kusursuz hayali?"Adamın göz yaşları daha şiddetli akmaya başladı gözlerinden, yüzünü hiçbir yana çevirmeden karşısındaki boşluğa bakıyordu. Düşündü bir sebep, bir neden, bir çözüm , bir cevap bulmak için... Birşeyler bulmalı, bir gerçeğe dayanmalı bu son; " İntiharım olacak, kendimden bile gizlediğim o sinsi hançerim..."


Yılgın bir tavırla doğruldu genç kız, adam hala bakmıyordu onun yüzüne; "Seni öldürmek mi? Benim böyle bir amacım olmadı hiçbir zaman, benim hiçbir amacım olmadı... Hep senin dediğin oldu, bugüne kadar." Adam kısık bir sesle " Böyle olmamalıydı..." diye mırıldandı. "Böyle olmalı, olmaması bu durumun doğasına aykırı...." genç kızın sesi titriyordu.


Adam kalktı, hızlı adımlarla uzaklaştı , kız arkasından takip ediyordu onu; "Kaçarak hiçbirşeyi çözemezsin!" dedi adamın ardı sıra. Adam ardına dönüp bakmadı. Kendini atacak, anlatacak bir telefon numarası aradı cep telefonunda, cep telefonu elinden kaydı, yere düştü dönüp almadı. Gözyaşları akmaya devam ediyordu, gözleri sızlasada sağnak hiç dinmiyordu. Genç kız arkasından yürümeye devam ediyordu; " Selma, Aynur, Aslı, Nilay.... bana geldiğinde bunlardan kaçmıyormuydun? Şimdi benden onlara kaçmayı mı düşünüyorsun?" dedi adama yüksek sesle. Adam, "Ben kendime ne yaptım böyle "diye inledi, "Bu ben miyim?". Genç kız yanı başındaydı, adam ona bakmıyordu; "Analmıyorsun değil mi?" dedi genç kız, "Benle bitmeden hiçbirşey eskisi gibi olmayacak! Eskisi gibi sevebliceğini mi sanıyorsun? Yada biri kalbini okadar kolay kazanabilecek mi içinde ben varken?" Adam durdu, son birkez kıyısnda yürüdüğü denize baktı" Olmalı,bu kusursuz düşün gerçekleşeceği bir yer olmalı! Olmalı!" diyerek haykırdı denize...
Genç kız umutsuzca yığıldı olduğu yere... Adam öylece kala kalmıştı, başı önde. Kız yorgun gözlerle baktı adama "Bir fark yaratmış olmalıyım sende... Benden önce ve benden sonran olmalı, beni bunun için sevmedin mi? Bunun için ortak etmedin mi hayallerine?, Bugün ayrılık vakti, senden çocuğum olmayacak hiçbir zaman, ama ben ardımda benimle güçlenen bir yürek bırakmak istiyorum." Adam olduğu yere yığıldı, "Düşlediğim dünyadan başka biryer burası ve ben burada sevmekten korkuyorum... Şimdi yakma vakti sığındığım bu limanı hemde benim gidecek bir başka limanım yokken..."


Genç kız yaklaştı nefesi rüzgara karışmış ve adamın tenine değiyordu, nefesi soğuk ve nemliydi... "Sen açık denizlerin kaptanısın, senin nefesin güçlü bir rüzgar... Geride limanın olup olmamasını düşünme çünkü ancak başarısız kaptanlar sığınacak bir liman arar. Senin limanın değil, her bölgesini avucunun içi gibi bildiğin denizin... " Adam bekleyemedi daha fazla, başını kaldırıp göğe baktı, denizin dalgası, araba sesleri, insan sesleri sustu, kızı susturdu bu hali. Yönünü bulabileceği bir yıldız aradı, bugüne kadar peşinden geldiği yıldız bir kervan kırandı... Ailesini düşündü, dostlarını ve hatta bir selamlık arkadaşlarını... Gökyüzünde göz alan bir yıldız yoktu, hiçbiri günün birinde kayıp yok olmama garantisi vermiyordu. Kız döndü denize, "Yakamozlar..." dedi.


Adam bir süre daha göğe baktı. Madem ki ömrüm denizlerde geçecek ve olası bir liman inşaasının düşüncesi bile uzak, ne çıkar her yıldızın peşine takılmaktan? Kayan olursa eğer bir başkasına göç etmek ama asla tek birine kapılmamak. Kız gülümsedi, "Buldun işte... Sana anlatmak istediğimi anladın, benden önce tek bir yıldıza sıkı sıkı bağlı bir gemi kaptanıydın benden sonra her yıldızda yolunu bulacak usta bir reis..." .Kız yüzündeki gülümsemeyi kaybetmeden yürüdü denize doğru, denizin üzerinde kollarını kendine sıkıca sarmış, üşüyor gibiydi. Ay ışığının denizdeki şavkına karıştı, yanıyordu sanki... Gecenin son vapurunun denizin karnından çıkradığı beyaz köpüklerle örtündü.. . Adam cebinden pakedini çıkarıp bir sigara yaktı, arkasındaki bankı farketti, oturudu. Bu gece fırtınanın sebebi öpme isteğiydi. Sevdi, bağlandı , sevildi... tek eksik bir tendi, yarattığı o kusursuz kadın ruhunun bir bedeni yoktu. Aslında baştan beri biliyordu ama şahit yazıldığı her yalan aşkta kusuru bedende bulmuştu ve bir lükstü bedensiz bir sevgili. Hiç düşünmemişti dokunulma isteğinin bir gün içini yakacağını. Kalktı banktan, ardı sıra uzanan yola doğru yürüdü. Şimdi bitmişti herşey, yoldan geçen herhangi biriyle bile bir ömür geçirebilirdi. Aradığı hiçbirşey yoktu, fırtınada hafızasını kaybetmişti. Şimdi daha başka bir yalnızlığa bürünmüştü herşey...
"Bir bakış ötede, çağırsam yine geleceğini bilmek ne güzel! Ama bu kısır döngüde sürecek herşey, sen ancak bir rüzgarla nefes verebilirsin, güneşin altındayken teninin sıcaklığı ısıtır beni ve yağmur yağdığında eğer başımı göğe kaldırırp gözlrimi kapatırsam ancak ozaman öpebilirsin. Oysa ben gözlerindeki parıltıyı görmek için tutuşuyorum... Sesini duymak istiyorum, kokunu sıcak teninden toplamak istiyorum..."


Deniz bu duygusal sahneye belki milyonkez şahit olmuştu, kıyıda yerde duran bir telefonda bir kadın sesi duyuluyordu; "İşte gitmek zamanı, çok zor gelsede...." Sahipsiz bir telefonu kimin aradığı kimin umrunda artık...

1 Ocak 2008 Salı

Gece (Öykü)


Gece hiç olmadığı kadar karanlık ve kara gözlerim teslim günaha... Sadece bir güneş uykusu kadar sürede saçlarımı darmadağın eden ve terleten bir kasırganın mağduruydum. Sadece bir ay günü kadar sürede sukkubus gibi karanlık tenimin her zerresiyle çökmüştüm gülüşlerin üzerine. Yatakta uzanan bir yılan değildi, masum uykusunda sıcak nefesiyle yorgun bir yüzdü. Tıpkı milyonlarca insan gibi gecenin bu saatinde.... Tıpkı onun gibi uyuyordu. Uyumayan cinler ve ben vardık. Ben? Gecede tattığı ilk taze kanın tadı hatrına güneşe küsen bir vampirim. Ben artık güneşten bile yüzünü gizleyecek kadar utanması gereken bir katilim. Suda, aynada ve saf bir yürekle baktığında görülmeyecek kadar küçük bir ruha sahip organizma. Bilimsel olarak incelendiğinde; ihtiyaçları ile iradesi arasında uçurumu kapatamayan, düştüğü boşlukta teninde hissettiği sıcak dokunuşlardan sarhoş... Bilimsel bir dayanak yok, hiçbir savunma yok. Yeni günün benim için doğurduğu küçük bir sırrı taşıyordum dilimde. Evden çıkıp giderken gözlerine hiçbir suçuluk bulaşmamış ve muhtemelen bu kapıdan uğurladığı yüzlerde bu hissi görmeye alışmış kadın yine görüşmeyi dilemedi. Yani nezaketen bile olsa ... Kaybedecek birşeyi olmadığı kumarda iki kişilik bir gece kazanmıştı. Yürüdüm... Dakikalarca ve saatlerce... Güneş doğmaya başlamıştı, benim silik ruhum gömüldüğü buzulun içinde loş bir ışık gibi belli belirsiz aydınlatıyordu dün geceyi. Önce biraz rahatlama ihtiyacı, ruha ardı ardına boşaltılan viski... Şeytan için hazırlanmış bu adağı tutuşturan ateş, dokunuş... Hayır, bütün bu hikaye masum bir eğlenceyi anlatıyor. İki kişinin birbirlerini seçerek adadıkları bir gece. İki yabancıyı biran olsun birbirine çivileyen Tanrının armağını şehvet... Güzel bir geceydi. Bu geceyi ve kalbimi lanetleyen bu değil. Uykuya yatmadan önce muhtemelen benim içinde dua eden o ruh. Habersizce uyandığı bu güne beni merak ederek başlamış ve biraz sonra hazırladığı kahvaltıda gözlerimi sakınacağım kadınım. Onu tüm kadınlardan ayırıp aynı hayatı paylaşmaya evet dedim. Bu sözümü unutmamak için parmağıma geçirdiğim alyans yüzükte ismi kazılı... Yalanlar başlayacak, bu yalanlar yeni gecelere kapı açacak... Tutuşturulmuş bir sigara gibi; ateşin değdiği her zerremin ardında bir tutam kül kalacak. Şimdi son borcum; bu ateşten onu sakınmak. Evimin kapısında elimde anahtarla olduğum yere çöktüm ve içimden...


Hiç unutmuyorum gözlerim yaşlı koşarak geçdiğim caddedeki sabahı. Beni aldatmıştı, bende kalmayacaktı. Evi terkedip bütün gücümle koşmuştum ağlayarak. Bu kaçış öyle bir kaçıştı ki, ömrümce sakındığım herşeyimi o evde bırakmıştım. Ondan kaçırabildiğim artık doyduğu bedenimdi. Kırılan gururumun gözlerimden akan damlalarının onda uynadırabileceği bir merhamet yoktu. Uzun bir süre bir teni başka bir kadınla paylaşmıştım, aynı yatağı belkide... Yabancı biri ile birlikte olmak bukadar kolaydı. Kendi evinde senin sandığın birinde bile bulabiliyordu seni yabancı biri. Ruhumu aşağılayıp kendimi küçük görmem uzun zaman sürdü. Sonra karşıma yalancılar çıktı, kırılmış bir yüreğe vurulan son darbelerle ben artık doğruların peşinden koşmaktan yorgun düşmüştüm. Anladım ki hayatıma giren hiçkimse ruhuma zerre önem vermiyordu, isteklerim ve umutlarım onların umrunda değildi. Tüm istedikleri benimle geçebilecek bir yada birkaç gece ile tenlerini farklı tadlara doyurmaktı. Yalancılar ve yabancılarla dolu yolda, iyigünde kötü günde ettiği bütün iki kişilik yeminleri hükümsüz genç bir kadın. Onlardan olmamak için çok direndim, kendimi sakındım... Ama sakınabileceğim neyim kalmıştı ki? Gururum kırılmış, bedenim öyle yada böyle bir yabancı tarafından kirletilmiş, yuvam elimden alınmıştı. Koşmaktan yoruldum ve bir gece durdum... Gözlerimi kapattım... Kendimi bıraktım... Ondan sonra yabancı bir yatakta uyanan nice yüz gördüm. İlk şaşkınlık ve sonra biran önce "günah yuvasından" kaçma isteği. Soğuk bir hoşçakal... Hiçbirini almadım kendime, hiçbir kadının mutluluğunda gözüm yoktu. Ben kendi mutluluğuma sahip çıkamamıştım başka bir mutluluk nekadar yetecekti ki? Benim yaptığım sadece... Ben asıl... Sadece bedenimi kirleten o ilk lekeden, o herşeyimi kaybettiğim tenden yabancılaşmaktı. İstenmemenin acısını istediğim kişilerin terinde boğmaya çalışıyordum. Ben ikinci kadın olmaktan mutluyum, günahım yok. Çünkü çoğunda daha doğuştan ihanete kurulmuş bir yürek. Apartopar kaçışan her erkeğin ardından birgün yine geleceğinin ispatı samimiyet vardı. Çoğunun korktuğu aşk değil kaybetme korkusuydu... Dün geceki hariç. Yanımdaki sandalyeye oturup içkisini içmeye başladığında aklında böyle bir gece yoktu. Gitmek için bir zamanı vardı, bir evi ve bekleyeni vardı. İçkiye yenilen bedeni onu bana gülümsemeye ve konuşmaya itti. Ben uzun zaman sonra ilkkez durdum, gözlerimi kapattım ve bıraktım kendimi... Paylaştığım bu gece bana yıllar öncesini hatırlattı; seven bir kalp. Onu bir geceliğine kendim için istedim, başkasına aşkla bağlı bir bedenin şehvete yenilmemiş ılık vücudunu hissetmek istedim. Uyumuşum yanı başında, öyle rahat öyle huzur dolu bir aşk vardı ki kalbinde; ağlayışıyla uyandığında pişman oldum bu oyundan. Gözlerim kapalı dinledim, kaybetme korkusu değildi bu sese gözyaşlarını bulaştıran. İhanetin acısı... Bana diyordu ki; senin sevdiğin adam seni hiç sevmedi yoksa oda böyle ağlardı. Yani kimsenin senden aldığı bir hayat yok, hayatını bir yabancıyla geçiriyordun ve biri seni uyandırdı. Sen tıpkı bugüne kadar yaptığın gibi "istediğin" için paylaşmıştın yaşamı. Eğer gerçekten bir aşk olsaydı, ona hiç olmazsa birkez gözleri ağlamaktan kızarmış halde rastlardın. Bana yıllar önce saplanmış bir oku kırıp çıkarmıştı bu gözyaşlarıyla. Kalkıp giyindi, uyandım. Onu izledim, kaçmıyordu... Söylecek bir yalanda düşünmüyordu... Bütün amaçlarını yitirmiş gibiydi. Bana baktı, doğrulup yanına kadar geldim. Ona sarılıp teşekkür etmeyi çok istedim ama sarhoş olmadan başka bir kadını kendine yaklaştırmayacağını anlıyordum. Kapıya yöneldi, sessizce izledim onu,birdaha gelmeyeceği apaçık ortadaydı onun için kalsik iki yüzlü ve "görüşürüz"lü cümleler kurmak yersizdi... Merdivenlerden inerken ve caddede yürürken artık tutamadığım gözyaşlarım aktı yanaklarımdan. Pişmandım, içimde ilkkez işlenmiş bir günah vardı. Aynı anda hem çok mutlu hem üzgündüm, kendi hayatımda kapanan bir yaraya verilen taze kan başka bir aşktandı. Simsiyah gözlerinde parlayan ateşini almıştım. Perdeyi kapayıp olduğum yere çöktüm ve içimden...


Sen benim diğerlerinden ayırdığım ve kendimi bulduğumsun. Beni affet... Seninle tattığım mutluluk böyle bir sonu haketmiyordu. İkimizden birinin kanaması gerekmiyordu. Aşkının gölgesinde ben; pişmanım hiç olmadığım kadar.