Basit arabaları, gösterişsiz evleri, sıradan kıyafetleri ve parıl parıl parıldayan gülümsemeleriyle büyük zanaatkarları tanıyor musunuz? Seni, beni, bizi çok iyi bilen bu hoşsohbet insanların ataları kralları sokaklarda çıplak gezdirip büyük bir ders verirken onların torunları krallıklar kurmak için dağ tepe dinlemeden dolaşmayı göze alıyorlar.
İyi niyetli ve görünüşte bizden farksız bu insanlardan biri sizin sıradan hayatınız dokunmaya lütfetse eminim şuan sizin farkınızda olmayan bir çok kişi için çok özel anlamlar ifade eden, hiçbir yere kımıldamadan cesaretin, zekanın ve umudun adı olurdunuz. Aynı çay bahçesine oturup, aynı ayakkabıyı satın aldığın hatta aynı yerde yemek yediğin bu insanları uzakta arama, onların işinin bir parçası sana yakın olmak, seni tanımak...
Ruh terzileri diyebileceğim bu insanların işi çoğumuzda bulunan bir duyuşsal açığa uygun bir imaj çizmek ve bunu senin hikayene salıvermek. Gerisi tamamen senin eserin... Bu insanlar için yıkılamayacak ön yargı, yok edilmeyecek sevgi, kazanılmayacak başarı yok. Onlarla mücadele etmek anlamsız, şu saatte bile kendi eserleri binlerce kralın koruması altında ve her geçen gün yeni krallar bu kulübe katılmaya devam ediyor.
Oyun kurucuları tanımadan bizi kontrol etmelerine yarayan açığa bakalım biraz. Etrafında biten evlilikler, aşklar, dostluklar, antlaşmalar... Mutlaka hayatının bir yerinde bunlardan birinin parçası oldun ve bu gayet normal bir durum. Bitiş kısmı aslında bu olayda en normal olan kısım(düşünülenin aksine) problem olan başlangıç kısmı. Bizler otomatik pilotta işleyen bir sürecin sonucunda "ön yargı" yada "ilk izlenim" sahibi oluruz. İlk verileri taşıyan duyu organlarından sonra karşımızdaki kişinin hayatını beynimiz kendi yaşantımız, umutlarımız, isteklerimiz, beklentilerimiz, korkularımız ışığında şekillendirir ve bu bizim o kişi için geçerli imajımız olur. Bu her yeni durumda aynı şekilde gerçekleşmesine rağmen sürekli değişen yaşantı, edinilen bilgiler ışığında oluşan imajlar birbirinden farklı olur. Bu imajlar daha sonra kişi hakkında edindiğimiz bilgiler ışığında güncellenir ve dengeye oturur işte bu aşamada o halüsinasyon kaybolur ve biz gerçekle baş başa kaldığımızda son kararımızı verir.
İlk görüşte aşkınızı düşünün; eşsiz ve kesinlikle uğruna yapılacak nice çılgınlığı hak eden kişi değil miydi? Ne oldu da hayatını yaşamana engel biri olarak görmeye başladın onu? Anladık değil mi?
Ustalarımız bir kişi için bu ilk imajı kurmayı başarabilirler ama görüldüğü üzre farklı insanlarda imaj oluşturan malzemeler (yaşantı, umut, kaygı, korku, beklenti...) farklı olacağından kalabalık bir kitle üzerinde aynı etkiyi oluşturmaları hem zor hem de kısa süreli olacak. Oyuna katılacak yeni bir oyuncu lazım. Bu oyuncu kitleleri benzeştirecek, ustaların kontrolünde olacak ve her kesin başucuna konduralacak kralların tahtı olacak. Cevap: TV/Bilgisayar/Gazete/Sinema! Bu esntrumanlar topluma, duruma göre değişir ama bu muhteşem güçler sayesinde hem halüsinasyonların ömrünü kat be kat uzatabilir hem de krallığın sınırlarını çok çok ötelere taşıyabilirsin!
Sokaklar aynı espiriye gülen, aynı kıyafeti giyen, aynı yerlerde yemek yiyen, aynı şarkıları dinleyen yani yaşantıları benzer insanlarla dolu. Kaygı, korku, beklentilerimiz ise gündem sayesinde ustaların elinde toplanmış.Sonunda tahta çıkacak kralımız için hemen hemen çoğumuzun ilk izlenimi ustalarımızın kusursuz çizimine uygun olacaktır. Usta, bu imajı belki onlarca farklı hayattan kesip biçip birleştirmiş belki, bunun için müstakbel krala da belli bedeller ödetmiş olabilir. Ruh terzisi için başarılı bir iş demek gerçekten tapılan bir kral demek. Tahtında huzurla oturan bir kral aynı zamanda ruh terzisi için iyi bir referans ve sağlam bir güvence demek.
Elbette içinde insan olan her şey gibi bu işte de hata payı var ve bunun çoğunluğunu sanatçı,futbolcu, yazar, oyuncu, siyasetçi.. yani müstakbel kralın kendisi oluşturuyor. Bütün önlemlere, kusursuz imaj çizimlerine rağmen bazen canlı yayında, bazen ayak üstü çabucak sorulan bir soruda ve ya özel hayatının ortaya çıkan bir detayında görüyoruz ki kralımız şansızmanı fena dağıtıyor. Bu durumda iki yol söz konusu olur; gerçekten işini iyi bilen usta bu imajı düzeltmeyi seçebilirken vakti olmayan usta bu enkazı geride bırakıp yeni krallara zaman ayırabilir. Ama ne yapılırsa yapılsın,ara sıra üzerinde aslında olmadığı bir insanın hayatını taşıyan kişi, soyunup attığı kendi benliğinin boşluğunda kendini çıplak hissetmekten ve açık yapmaktan kurtulamıyor.
Ruh terzileri için kusursuz bir kral en baştan kendi ellerinden var ettikleri krallar olacaktır. Ama bu normal bir insan hayatı için pek mümkün bir senaryo değil. Öyle tahmin ediyorum ki geleceğin ruh terzileri iyice gelişen bilgisayar gücüyle sanal kralları gerçek hayatlarımıza sokup onları da öncekiler gibi sevmemizi isteyecekler. Her cümlesi özenle yazılmış, sesinden görüntüsüne kadar herşeyi ustalarca belirlenmiş bir çok sanal karakter girdi hayatımıza ve onların ne kadar sevildiği ortada. Benim bahsettiğim teori bu kişileri gerçek hayatla ilişkilendirebilecek ,gerçekleştirecek bir teknoloji...Bence ruh terziliğinin zirvesi.
24 Eylül 2014 Çarşamba
2 Eylül 2014 Salı
Diplomasi
Bir masa etrafında toplanmış takım elbiseli, dikkatli ve bir o kadar ciddi insanlar. Bir masanın etrafında toplanmış insanlar yani geriye kalanların kaderleri hakkında önemli kararlar vermek için seçilmiş özel ve güvenilir kişiler... Bu masa başında altına imza atılacak kararlar veya yapılacak tartışmalara değinmeden bu kararların gerçekten ne kadar geriye kalanlar için alındığını da anlamak lazım. Biraz bu ciddi işleri yürüten kişilerin işlerinde bilimsel anlamdaki hata paylarını düşünmekten bahsediyorum, bu kayda değer bir konu;
Bir market alışverişi sırasında aldığımız bir kase yoğurttan dolayı rahatsızlık yaşadınız. Vücudumuz dış tehditlere karşı hassastır (hatta bazen fazla hassas), siz bu olaydan vücudunuzdaki ikaz mekanizmaları sayesinde haberdar oldunuz ve tehlike büyümeden tedavi uygulayıp sorunu çözdünüz. Elinize aldığınız yoğurt kasesiyle markete gittiğinizde size sorumlu olarak o reyondan sorumlu çalışan gösterilecek, yeni yoğurt vermeyi teklif edecek özrü dileyecek falan filan. Bu basit aksaklık belki sizinle birlikte bir düzüne insanı etkilemiş olmanın hafifletici etkisiyle unutulup gidecek.
Reyon çalışanı neden son kullanma tarihlerine dikkat etmedi? Einstein yaptığı çalışmanın bir silaha dönüştürüleceğini neden ön göremedi? Coloumb Amerika kıtasını neden Hindistan sandı? Cevap çok basit; kişisel sebepler... Aynı mahallede hatta aynı evde büyüyen çocukların farklı meslekleri sevmesi, farklı karakterde olmasının temel nedeni yaşantı farklılığıdır.
Yaşantı; kişilerin çevre ile etkileşimlerini yorumlama yoluyla elde ettiği verilerin tümüdür. Aynı topa vuran iki çocuk vuruş şekli, amacı, kilosu, boyu, kas yapısı, sosyoekonomik durumu, aile yapısı, sağlık durumu vs. gibi bir çok nedenden dolayı aslında aynı eylemi gerçekleştirmiş olmalarına rağmen aynı şeyi yaşamamışlardır.
Bilimsel tanımı yeni ortaya konmuş olan yaşantı kavramı aslında çok öteden beri dikkate alınan bir kavramdı. Yönetimin aynı aile üzerinden devam etmesi ilkesi aslında yönetime benzer yaşantı ve süreçlerden geçmiş insanların gelmesiyle istikrarlı bir devlet yapısı ortaya koymayı amaçlıyordu.Bugün ordudan,cemaatlerden siyasi partilere kadar en kemik örgütlenmenin temelinde "yaşantı" benzerliğine dayanan örgütlenme var. Bugün kimliği olan eğitim kurumları mezunlarının tercih edilmesinin sebebi o kurumların istikrarlı bir biçimde benzer yaşantı süreçlerinden geçmiş ve benzer deneyimler kazanmış insanları mezun etmesidir.
Bütün bu bilgiler ışığında masa başındaki kravatlı adamlara dönebiliriz. Bu insanlar bir ülke, bir bölge ya da bir şirket hakkında karar vermek için toplanmış olabilirler. Onları bir araya getiren irade her ne kadar benzer yaşantı ilkesini göze alsa da bu her zamana yüzde yüz doğru bir sonuç anlamına gelmez. Çünkü özel hayatı ve onunla ilgili yaşantıları böyle önemli insanların kararlarında "hata payı"olarak tanımlanabilecek kesime denk düşen etkiler gösterir. Babasının kira ödemekte çektiği sıkıntıyı görerek büyüyen bir çocuk belediye başkanı olduğunda belediye arazilerini değerlendirirken neye ağırlık verir? Hayatı boyunca silik olan bir danışman başkanına nasıl bir konuşma metni hazırlar? Bir trafik kazasında kaybettiği gencecik kızının resmini cüzdanında taşıyan bir hakim kaza davasında nasıl bir karar verir?
Kravatlı adamlar dediğimiz karar merciindeki insanları bizim gibi sıradan insanlardan ayıran temel nokta onların yaşantılarının sadece kendilerini değil hepimizi etkilemeleridir. Benzer yaşantı ilkesine göre seçilen insanları eğer bir kitle seçiyorsa hata payı daha az, eğer tek bir kişi seçiyorsa hata payı daha fazla olacaktır. Seçen tek kişi, bu tercihi bilmediğimiz yaşantı detaylarına göre yapmış ve bunun sonucunda bütünü görememiş olabilirken kitlenin tercihleri daha çok toplumun beklentilerini karşılayan özellikler üzerinde toplanacaktır.
Şiddet ve baskı, benzer yaşantılar kurmaya giden başka bir yoldur. Bu yolda yürüyenlerin toplumun uyumunu gördüklerinde sevinmeleri boşadır çünkü yorumlanmadan taklit edilen yaşantı tarzları sadece mevcut olanı tahrip eder. Sonuçta ortaya hibrit bir yaşam tarzı çıkar ki bu kimseyi tam anlamıyla mutlu etmez.
Yaşantı benzerliği yaratılarak kurulmaya çalışılan kitle bağının toplumun tümüne hitap etmemesi durumunda devreye girmesi gereken kavram diplomasidir. Bu hassas konunun diplomasisi kişilere ve onların yaşantılarına değil, tüm toplumun katılımına bağlı gerçekleştirilen bir kurallar bütününe dayanmalıdır. Toplumların hukuk temelini oluşturan anayasaları işte böyle hassas konularda insanları, toprağı ve kaynakları hata payına yer bırakmadan korumak için oluşturulmuştur. Uzlaşıyla hazırlanmış bir anayasa kravatlı adamların kişisel hesaplarını görevleri süresince parmaklıklar ardında tutan güvencedir. Anayasanın, yani uzlaşmanın işlemediği topluluklar için kravatlı adamlar daima dikkatle seçilmesi gereken önemli kişilerdir.
Bir market alışverişi sırasında aldığımız bir kase yoğurttan dolayı rahatsızlık yaşadınız. Vücudumuz dış tehditlere karşı hassastır (hatta bazen fazla hassas), siz bu olaydan vücudunuzdaki ikaz mekanizmaları sayesinde haberdar oldunuz ve tehlike büyümeden tedavi uygulayıp sorunu çözdünüz. Elinize aldığınız yoğurt kasesiyle markete gittiğinizde size sorumlu olarak o reyondan sorumlu çalışan gösterilecek, yeni yoğurt vermeyi teklif edecek özrü dileyecek falan filan. Bu basit aksaklık belki sizinle birlikte bir düzüne insanı etkilemiş olmanın hafifletici etkisiyle unutulup gidecek.
Reyon çalışanı neden son kullanma tarihlerine dikkat etmedi? Einstein yaptığı çalışmanın bir silaha dönüştürüleceğini neden ön göremedi? Coloumb Amerika kıtasını neden Hindistan sandı? Cevap çok basit; kişisel sebepler... Aynı mahallede hatta aynı evde büyüyen çocukların farklı meslekleri sevmesi, farklı karakterde olmasının temel nedeni yaşantı farklılığıdır.
Yaşantı; kişilerin çevre ile etkileşimlerini yorumlama yoluyla elde ettiği verilerin tümüdür. Aynı topa vuran iki çocuk vuruş şekli, amacı, kilosu, boyu, kas yapısı, sosyoekonomik durumu, aile yapısı, sağlık durumu vs. gibi bir çok nedenden dolayı aslında aynı eylemi gerçekleştirmiş olmalarına rağmen aynı şeyi yaşamamışlardır.
Bilimsel tanımı yeni ortaya konmuş olan yaşantı kavramı aslında çok öteden beri dikkate alınan bir kavramdı. Yönetimin aynı aile üzerinden devam etmesi ilkesi aslında yönetime benzer yaşantı ve süreçlerden geçmiş insanların gelmesiyle istikrarlı bir devlet yapısı ortaya koymayı amaçlıyordu.Bugün ordudan,cemaatlerden siyasi partilere kadar en kemik örgütlenmenin temelinde "yaşantı" benzerliğine dayanan örgütlenme var. Bugün kimliği olan eğitim kurumları mezunlarının tercih edilmesinin sebebi o kurumların istikrarlı bir biçimde benzer yaşantı süreçlerinden geçmiş ve benzer deneyimler kazanmış insanları mezun etmesidir.
Bütün bu bilgiler ışığında masa başındaki kravatlı adamlara dönebiliriz. Bu insanlar bir ülke, bir bölge ya da bir şirket hakkında karar vermek için toplanmış olabilirler. Onları bir araya getiren irade her ne kadar benzer yaşantı ilkesini göze alsa da bu her zamana yüzde yüz doğru bir sonuç anlamına gelmez. Çünkü özel hayatı ve onunla ilgili yaşantıları böyle önemli insanların kararlarında "hata payı"olarak tanımlanabilecek kesime denk düşen etkiler gösterir. Babasının kira ödemekte çektiği sıkıntıyı görerek büyüyen bir çocuk belediye başkanı olduğunda belediye arazilerini değerlendirirken neye ağırlık verir? Hayatı boyunca silik olan bir danışman başkanına nasıl bir konuşma metni hazırlar? Bir trafik kazasında kaybettiği gencecik kızının resmini cüzdanında taşıyan bir hakim kaza davasında nasıl bir karar verir?
Kravatlı adamlar dediğimiz karar merciindeki insanları bizim gibi sıradan insanlardan ayıran temel nokta onların yaşantılarının sadece kendilerini değil hepimizi etkilemeleridir. Benzer yaşantı ilkesine göre seçilen insanları eğer bir kitle seçiyorsa hata payı daha az, eğer tek bir kişi seçiyorsa hata payı daha fazla olacaktır. Seçen tek kişi, bu tercihi bilmediğimiz yaşantı detaylarına göre yapmış ve bunun sonucunda bütünü görememiş olabilirken kitlenin tercihleri daha çok toplumun beklentilerini karşılayan özellikler üzerinde toplanacaktır.
Şiddet ve baskı, benzer yaşantılar kurmaya giden başka bir yoldur. Bu yolda yürüyenlerin toplumun uyumunu gördüklerinde sevinmeleri boşadır çünkü yorumlanmadan taklit edilen yaşantı tarzları sadece mevcut olanı tahrip eder. Sonuçta ortaya hibrit bir yaşam tarzı çıkar ki bu kimseyi tam anlamıyla mutlu etmez.
Yaşantı benzerliği yaratılarak kurulmaya çalışılan kitle bağının toplumun tümüne hitap etmemesi durumunda devreye girmesi gereken kavram diplomasidir. Bu hassas konunun diplomasisi kişilere ve onların yaşantılarına değil, tüm toplumun katılımına bağlı gerçekleştirilen bir kurallar bütününe dayanmalıdır. Toplumların hukuk temelini oluşturan anayasaları işte böyle hassas konularda insanları, toprağı ve kaynakları hata payına yer bırakmadan korumak için oluşturulmuştur. Uzlaşıyla hazırlanmış bir anayasa kravatlı adamların kişisel hesaplarını görevleri süresince parmaklıklar ardında tutan güvencedir. Anayasanın, yani uzlaşmanın işlemediği topluluklar için kravatlı adamlar daima dikkatle seçilmesi gereken önemli kişilerdir.
29 Ağustos 2014 Cuma
İnsan
Dünyanın kopmamış en uzun bağı bir canlı ırkıdır. İlk var olduğu günden bugüne kadar bir şekilde hayatta kalmayı başarmış kuşlar, kediler, insanlar... Gezegenin çetin şartlarından bazen şansları yaver gittiği için bazen de zekalarıyla kurtulmayı başarmış tüm canlılar için bilim insanları tarafından kullanılan ifade "seçilmiş"tir.
Seçilmiş olmak demek akıl, şans ve uygun koşullar üçlüsüye doğru yerde doğru zamanda olmayı başarmış olmak demektir. Gelişmiş bir medeniyete, bilgiye ve yeteneğe sahip olsa da insan ile küçük bir bakteri arasında "seçilmişlik" alanında en ufak bir imtiyaz yoktur. Binlerce yıllık tarih kitaplarında bahsedilen hastalıkları bugün de görebiliyorsak bunu anlamak pek de zor olamasa gerek.
Yola devam eden her zaman en güçlü, en dayanıklı ve ya en zeki olan mıdır? Elbette hayır bazen zeka ve güç şansın gerisinde kalır, kazanan olaydan habersiz bir canlı olur. En bilindik hikaye olan Tarzan böyle bir denklemin eseri değil midir? Daha gerçekçi bir sonuç isterseniz dinozorlar döneminde yaşamış küçük memelileri inceleyebilirsiniz. Bu istisnalar tarih boyunca olmuştur ve olacaktır da... Dünyanın indeksinde yerini alan her canlı gibi insan için de çeşitli efsanelere konu olmuş böyle istisnalar mevcut.
Güçlü,yetenekli ve zeki olmak diğer canlılar için tek bir sonuçla değerlendirilir;hayatta kalmak. İnsan için ise farklı bir durum söz konusu. Tarih kitaplarında insan hayatlarını okurken onların hayatta kalmak için yaptıklarıyla değil, hayata kattıklarıyla değerlendiriyoruz. Medeniyet dediğimiz olguyu inşa eden, insanlık dediğimiz kavramı ayakta tutan ve ya inancı bir sancak gibi dimdik ayakta tutan insanlara değer veriyor, onların hayatlarını merak ediyor öğreniyoruz. Peki bu insanlar için ne diyeceğiz? Bilimsel anlamda "seçilmiş" değiller... Ölür veya öldürülürken ardı sıra devam eden bir nesil bırakamamış ama bugün tarih sayfalarında isimleri yazılı olan o insanlar birer "kayıp nesil" midir?
Bizler diğer canlılarla aynı göğe bakarken farklı şeyler gördük. Onların hayatta kalmak ve "seçilmiş" olmak için döktükleri kan, ter, aldıkları can, verdikleri mücadeleyle birlikte kimimiz bu göğün altında geçen onlarca geceden sonra hayatın amacını düşündü... Neden yaşaması gerektiğini, nasıl yaşaması gerektiğini ve ne olduğunu anlamaya çalıştı. Bu insanlar fiziki bir bağ ile yola devam etmek yerine yüzlerce,binlerce milyonlarca insanın zihninde devam ettiler yola. Hayatları hayatlarımıza karıştı ve bizim fiziki mirasımızdan çok daha önemli birer miras haline geldiler.
Bilimsel anlamda seçilmiş olmak, yani hayatta kalmak ve nesiller yetiştirmek her canlı için ortaktır bu insana ayrıca bir değer katmaz. İnsana değer katan şey nesiller boyu taşıdığı fikirlerdir. Tıpkı yıldızlar gibi bazen bu fikirler daha fazla ışık saçar, bazen küçülür ve bir karadelik olur, bazen patlayıp etrafa saçılarak yeni fikirlere kaynak olur... Bizler bu yüzden, aynı göğe baktığımız halde aynı manzarayı göremeyiz. Elbette içlerinden birini seçip onun sıcağı, ışığı ve bir arada tutma gücüne sığınacağız ancak gerçek bir medeniyet için geri kalan yıldızların da bizim için bir anlamı olmalı.
12 Ağustos 2014 Salı
Fark
İnsanın hayat boyu fikirlerinin keskin dönüşlere uğraması pek beklenen bir durum değildir, zaten toplumda da normal karşılanmaz. Aynı fikir üzerinde yıllaca düşünüp yazmış insanlara ise bu fikri işleyiş biçimlerince yaklaşmak lazım, çünkü bazen bu insanlar fikirlerini ikide bir değiştiren insanlardan daha değersizleşebilirler.
Bir fikir veya düşünce onu taşıyacak evrensel kaidelerden en az biri üzerine oturtulur. Bu kaide kişinin ya da tüm insanlığın tavizsiz savunduğu ilkeleri barındırır. Üstüne koyduğu fikir ve düşünce ise zamanla gelişime bağlı olarak değişebilen bir yorumdur. Yorum farklılıkları, farklı kaideleri esas almaktan kaynaklanabilir; mesela insan sağlığı için sigaraya karşı çıkanlar ile özgürlüklerin kısıtlanmayacağı düşüncesiyle sigara kararını insanların kendisine bırakmayı savunanlar buna örnektir. Yada aynı kaide üzerinde farklı yorumlarda olabilir;
tüm insanları yaşatmak için her türlü imkan kullanılmalı diyenlerle; insanların çoğunluğunu yaşatmak için bazıları feda edilebilir diyenlerde olduğu gibi.
Fikrinizin kaidesi ve yorumunuz ne olursa olsun, dış dünya sizi nasıl etkiliyor, önemli olan bu. Eğer fikrinizin güçlü olduğu dönemde de güçsüz olduğu dönemde de aynı tavır ve hassasiyetlerle hareket ediyorsanız siz bir fikir adamı olmuşsunuz demektir. Fikrinizin katılığı veya esnekliğinden ziyade sizin bu fikir için ödediğiniz bedel ve süregelen davranış tutarlılığınız sizi önemli bir düşünce insanı yapar.
Ancak siz fikrinizin güçsüz olduğu dönemde esnek, uzlaşmacı, naif bir tutuma bürünüp fikrinizden tavizler veriyor (yada koşullar gereği böyle görünüyor) ama güçlü olduğunuz dönemde bu tavrınızı değiştirip katı, uzlaşmaz ve yargılayıcı/ezici bir tutum sergiliyorsanız yani başkalaşım geçiriyorsanız bu sizi ancak bir güç fetişi yapar. Güce ulaşıncaya kadar herşeyi yapan ama güce ulaştığında sanki o yaşantınızın daimi bir parçasıymış gibi davranan tutarsız ve aslında değersiz bir insan olursunuz.
Gerçekte fikirlerinin doğruluğuna kesinlikle inanmış biri kendisinin güçsüz olduğu durumda bu doğruları kabul etmeyen koşullara karşı tavizsiz bir mücadele sürdürülmesi gerekirken güçlü olunduğu dönemde fikirlere bağlığı zorla değil uzlaşma ve hoşgörüyle gerçekleştirmeldir. Her iki koşulda da insanları ve kişiliklerini değil onları esir olan yanlış olduğunu düşündüğü fikirleri hedef almalıdır.
Güçsüzken adil olmak herkese kolaydır önemli olan güçlüyken adaleti kurabilmekte. Güçsüzken nezaket ve hoşgörüyü herkes diler eğer güçlüyken hoşgörü ve uzlaşmayı hakim kılabilirsen büyük bir fikri savunduğunu kanıtlamış olursun.
Bunları yapmadığımız sürece tarih hakkımızda nihai kararı düşecektir...
5 Temmuz 2014 Cumartesi
Halk
Sosyoloji uzmanı değilim, elbette çok derin kültürel ve inançsal temellere oturmuş karmaşık bir toplum yapısını detaylıca tahlil etmem mümkün değil. Ancak çoğu millet için derin bilgilerden ziyade akılda kalıcı vurgular ve bu vurgulara yüklenen anlamlar genel kanaatte önemli bir etkendir. Misal;
a)Kral arabasına biner ve kalabalığı selamlayarak ilerler.
b)Kral arabasına biner ve kendisini bekleyen müthiş kalabalığı duygulandığını belli etmemeye çalışarak selamlar..
c)Kral lüks arabasına biner ve kendisine muhtaç gözlerle bakan halka alaycı bir şekilde gülümseyerek hızla uzaklaşır..
Yukarıdaki üç cümle de aynı konu; bir kralın halk arasından geçişi işlenmektedir. Bunların üçü de aynı şeyi anlatıyor diyebilir miyiz? Birincisi nötr, ikincisi pozitif ve üçüncüsü negatif yönüyle ele alınmış aynı konu sizin hangi tepkiyi almak istediğinize bağlı olarak ortaya konmuştur. Bu "algı"dır ve ne yazık ki tarihin kendisinden daha güçlü ve kolay bir etkileme biçimidir. Siz; yıllarca tarih kitaplarında anlatılan savaş kahramanlarını ve toplumun değerli şahsiyetlerini ona duyulan saygının kaynağını unutturacak şekilde "şarhoş", "deli", "hain" gibi etiketlerle donatan bir algı operasyonuyla en fazla bir kaç kuşak sonra utanılan bir karakter haline getirebilirsiniz. Bunun için yukarıda gösterdiğim gibi doğru bir tarihi taraflı bir şekilde sunmanız yeterli.
Bu yöntemle yapacağınız operasyonda eğer geniş bir kitleyi hedef alıyorsanız ve algı yönetiminde zorlanacağınızı düşünüyorsanız (yaptığınız algı operasyonuna karşı operasyon düzenlenmesi gibi) bu iş için seçeceğiniz en temiz yol birebir hedef kitlenizle irtibata geçmeniz ve mesajı ona ilk elden ulaştırmanız. Bu çok vaktinizi alır ama etkilidir. Algıda önemli olan sizin yanlı tutumunuzun ortaya çıkması değildir, önemli olan bu yanlı görüşe olabildiğince çok kişiyi ikna edebilmenizdir ki bu da birinci kuşaktan ikinci kuşağa aktarıldığı anda artık daha az efor gerektiren bir iştir. Çoğunluğu yakaladıktan sonra artık bir yardımcınız daha olacak o da "bu kadar insan diyorsa öyledir" diyen çoğunluğa boyun eğen kimselerin kendiliğinden dahil olmasıdır.
Günümüz toplum mühendisleri işte masabaşında karşılkılı bunun savaşını veriyor ve bu sayede toplumlardan istedikleri tepkiyi alabilecekleri "gerçek bilgilere dayalı" ama "kurgusal" olan fikir ve düşüncelerle algıları istedikleri gibi değiştirebiliyor ve yönetebiliyorlar. Bu çıkmazın içersinde halk ise kendi iradesinin tecellisi sandığı değişiklikleri alkışlayarak izler.
Bu hayatımızın bir parçası deyip kabullenmek kolay olanı ancak bunun son bulması için korkmadan ve uzaklaşmadan karşıt fikirleri takip edebilmeli ve bir konuda her kesimden görüşleri dinlemeden karar vermemeyi bir değerlendirme biçimi haline getirirsek belki biraz daha fazla korunma şansımız olur ama yüzde yüz korunmak maalesef mümkün değil.
Bu konu çok uzun ele alınabilir, ancak özetle bu kadarcık cümlede anlatmak istediğim ortaya çıkmıştır diye düşünüyorum.
a)Kral arabasına biner ve kalabalığı selamlayarak ilerler.
b)Kral arabasına biner ve kendisini bekleyen müthiş kalabalığı duygulandığını belli etmemeye çalışarak selamlar..
c)Kral lüks arabasına biner ve kendisine muhtaç gözlerle bakan halka alaycı bir şekilde gülümseyerek hızla uzaklaşır..
Yukarıdaki üç cümle de aynı konu; bir kralın halk arasından geçişi işlenmektedir. Bunların üçü de aynı şeyi anlatıyor diyebilir miyiz? Birincisi nötr, ikincisi pozitif ve üçüncüsü negatif yönüyle ele alınmış aynı konu sizin hangi tepkiyi almak istediğinize bağlı olarak ortaya konmuştur. Bu "algı"dır ve ne yazık ki tarihin kendisinden daha güçlü ve kolay bir etkileme biçimidir. Siz; yıllarca tarih kitaplarında anlatılan savaş kahramanlarını ve toplumun değerli şahsiyetlerini ona duyulan saygının kaynağını unutturacak şekilde "şarhoş", "deli", "hain" gibi etiketlerle donatan bir algı operasyonuyla en fazla bir kaç kuşak sonra utanılan bir karakter haline getirebilirsiniz. Bunun için yukarıda gösterdiğim gibi doğru bir tarihi taraflı bir şekilde sunmanız yeterli.
Bu yöntemle yapacağınız operasyonda eğer geniş bir kitleyi hedef alıyorsanız ve algı yönetiminde zorlanacağınızı düşünüyorsanız (yaptığınız algı operasyonuna karşı operasyon düzenlenmesi gibi) bu iş için seçeceğiniz en temiz yol birebir hedef kitlenizle irtibata geçmeniz ve mesajı ona ilk elden ulaştırmanız. Bu çok vaktinizi alır ama etkilidir. Algıda önemli olan sizin yanlı tutumunuzun ortaya çıkması değildir, önemli olan bu yanlı görüşe olabildiğince çok kişiyi ikna edebilmenizdir ki bu da birinci kuşaktan ikinci kuşağa aktarıldığı anda artık daha az efor gerektiren bir iştir. Çoğunluğu yakaladıktan sonra artık bir yardımcınız daha olacak o da "bu kadar insan diyorsa öyledir" diyen çoğunluğa boyun eğen kimselerin kendiliğinden dahil olmasıdır.
Günümüz toplum mühendisleri işte masabaşında karşılkılı bunun savaşını veriyor ve bu sayede toplumlardan istedikleri tepkiyi alabilecekleri "gerçek bilgilere dayalı" ama "kurgusal" olan fikir ve düşüncelerle algıları istedikleri gibi değiştirebiliyor ve yönetebiliyorlar. Bu çıkmazın içersinde halk ise kendi iradesinin tecellisi sandığı değişiklikleri alkışlayarak izler.
Bu hayatımızın bir parçası deyip kabullenmek kolay olanı ancak bunun son bulması için korkmadan ve uzaklaşmadan karşıt fikirleri takip edebilmeli ve bir konuda her kesimden görüşleri dinlemeden karar vermemeyi bir değerlendirme biçimi haline getirirsek belki biraz daha fazla korunma şansımız olur ama yüzde yüz korunmak maalesef mümkün değil.
Bu konu çok uzun ele alınabilir, ancak özetle bu kadarcık cümlede anlatmak istediğim ortaya çıkmıştır diye düşünüyorum.
18 Haziran 2014 Çarşamba
Çıkar
İnsanların sadece kendi aralarında yaptıkları antlaşmalarla bugünlere gelmiş olsaydık belki bugün kahramanlık, coşku, hüzün, mutluluk ve ya güven duygularını hissederek andığımız pek çok olay tarih kitaplarımızda olmazdı. Çünkü toplumsal olarak hareket eden insan, kendisinden farklı toplumlarla karşılaştığında ilk düşüneceği şey kendi çıkar ve haklarıdır. Bu meşru temelde karşısındakini yok etmeyi ya da onunla işbirliği yapmayı seçebilir ve ona nerde durması gerektiğini hatırlatan başka bir kural olmadığı sürece bu iş bir soy kırıma ya da sömürüye dönüşebilir.
İnsanlığın varoluşunda ona yön veren, onun aşırılıklarını törpüleyen ruhsal bir yanı var. Barbar ve inançsız bir kavim ya da kendi arzularını yerine getirmeleri için onlara açık çek veren bir tanrı inancına sahip toplumlar dışındaki tüm milletlerde böyle aşırılıkların depreştiği dönemlerde çoğunluğa karşı doğruyu haykıran sesler hep vardır, var olmalıdır. Çünkü bu, insanların inandıkları tanrıyla yaptıkları yazısız bir antlaşmanın koşuludur. Bizim gibi dünya yaşamını ahiret hayatına geçmeden önce bir sınav olarak gören bir inançta ise bu aynı zamanda inancın kuvvetini gösteren bir işarettir. Tüm dünyaya barış ve huzur getireceğine emin olduğunun böyle bir inancı hiç bir karşılık beklemeden anlatmaya ve yaymaya çalıştığında bile bu sınavda başarısız düşebilirsin. Çünkü hedefin kadar ona giderken takındığın tutum, izlediğin yol da çok önemli. Karşında iki kelimeyi bir araya getiremeyen, senin kadar okumamış, jargona ve bu konuda edilmiş binlerce söze hakim olmayan birinin samimi bakışlarını ve dikkatini sana çevirmesini istediğinde ona gerçekten ne vermek istiyorsun? Gerçekten mutlu bir hayat mı yoksa sadece senin hanende kabul gören bir sayı olmayı mı? Peki bu pek bilmeyen ama gerçekten birşeyler yapmak isteyen insanı teşvik etmek için ne kullanacaksın? Gerçekten herşeyi olması gerektiği gibi yaşadığı için duyduğu hazzı mı yoksa böyle yaşamazsa dışlanma,yalnız kalma ve cehenneme kadar varana aşağılanma dolu bir yola sürüklenme hikayesi mi?
Bu sorulara vereceğimiz cevap bilgisiz ama doğruyu yaşamak isteyen insanın değil bilakis ona birşeyler öğretme ve onu yöneltme çabasında olan kişilerin sınavıyla alakaladır. Eskinin değerli bilim insanları beşeri bilimlerle ilgili yaptıkları çalışmaları deneylerle ispat etmelerine rağmen bunları yazdıkları notların en altına şu cümleyi yazarlardı;" Şüphesiz ki gerçeği yalnızca Allah bilir." Bu cümle şu anlama gelmektedir: Benim aklım, ilmim ve becerimle ben bu kadar görebildim; elbetteki O'nun kudretinden sual olunmaz ve ancak O'nun dediği olur.. Yani kendi görüşünü kabullendirmek ve onu yaymak için her türlü vebali üstlenmek samimi bir hizmetkar olmaya yetmiyor. Ne kadar emin olursan ol, bizzat içinde dahi olsan bazı olayları durumları kesinlikle tam olarak algılaman imkansız. Bu konuda yapacağın taraflı şahitlik ve ya yöneltme senin iyi niyetli olmana bakılmaksızın tamamen hayatları olması gereken yoldan saptırabilir. Senin anlattığın şekilde yaşayan insanların sayısı milyarlarca da olsa her biri tek tek kendi vicdanlarını senin fikrine dayandıracaklar ve sen bu mes'uliyeti üzerinden atmak için "Ben böyle olduğuna inanıyorum ve yaşıyorum, hakikati sadece Allah bilir!" diyememişsen bu konuda suçsuz olduğunu söyleyemezsin. Bir saatten sonra herkes çoğunlukta olmanın öz güveniyle senin anlattıklarından şüphe etmekten tamamen uzaklaşacaklar ve bu telafisi mümkün olmayan bir hata olarak senin sınav kağıdına yazılacak.
Peki doğrusu nedir? Doğrusu anlatmak kadar yaşamaktır. Sen "kıldan ince kılıçtan keskin adalet çizgisini her ne olursa olsun takip etmek gerektiği"ni savunuyor ancak iş uygulamaya geldiğinde parmağını kaçırıyorsan nasıl samimi olduğunu iddia edebilirsin? Gerçekten doğruyu göremeyen insanları sonsuz bir azap beklediğine inanırken o insanların bu dünyada da acı ve azap çekmesini hangi merhamet ve vicdan hissiyle açıklarsın? Bunun gibi söylenenle yaşanan arasında yüzlerce çelişkiyi farketmeden sana bakan samimi gözlere emin bir şekilde söylediğin her şeyin neleri etkileyeceğinin farkında olmadan yaşıyorsun.
Hayatım boyunca yaşantıma uygun olmayan şeyler yaşayan insanlarla bir arada bulunduğumda hep şu cümle aklıma gelir; Hastaya değil hastalığa düşman ol. Çağımızın en yaygın ve en azılı hastalığı olan" Çıkar" o kadar kuvvetli ve teşhisi o kadar zor bir hastalık ki. Her inanç, düşünce, fikir, eser ve ya görüşü kendisi için eğip bükebilir. Evrendeki haris kara delikler gibi, maalesef bazen dosdoğru ilerleyen ışık gibi gerçekler bile ona boyun eğebilir. İşte bu noktada dizleri üstüne çöküp çaresizce ne yapacağını bilmeden bir ipucu bekleyen insanlar için değişmez bir kitap bırakılmıştır. Onun sözcükleri çıkarın eğip bükemeyeceği bir kudret tarafından söylenmiştir. Sen yaşantını gözden geçirdiğinde bu hassasiyeti gözetip hasta ve hastalık arasındaki farkı anlayarak yaşıyorsan zaten insanlar senin yaydığın şifaya gelecektir. Eğer sen hasta olmamak için bünyeni güçlendirmek yerine tüm hastaların yok olduğu bir dünya peşine düşersen yine çıkar hastalığının avcuna düşmüş bulursun kendini.
Adalet, samimiyet,teslimiyet ve merhamet duygularını çıkar hastalığına yakalanmdan yani eğip bükmeden hayatına yansıtabiliyorsan en büyük hizmeti yapıyorsun demektir.
Tabi yine şüphesiz gerçeği sadece Allah bilir...
İnsanlığın varoluşunda ona yön veren, onun aşırılıklarını törpüleyen ruhsal bir yanı var. Barbar ve inançsız bir kavim ya da kendi arzularını yerine getirmeleri için onlara açık çek veren bir tanrı inancına sahip toplumlar dışındaki tüm milletlerde böyle aşırılıkların depreştiği dönemlerde çoğunluğa karşı doğruyu haykıran sesler hep vardır, var olmalıdır. Çünkü bu, insanların inandıkları tanrıyla yaptıkları yazısız bir antlaşmanın koşuludur. Bizim gibi dünya yaşamını ahiret hayatına geçmeden önce bir sınav olarak gören bir inançta ise bu aynı zamanda inancın kuvvetini gösteren bir işarettir. Tüm dünyaya barış ve huzur getireceğine emin olduğunun böyle bir inancı hiç bir karşılık beklemeden anlatmaya ve yaymaya çalıştığında bile bu sınavda başarısız düşebilirsin. Çünkü hedefin kadar ona giderken takındığın tutum, izlediğin yol da çok önemli. Karşında iki kelimeyi bir araya getiremeyen, senin kadar okumamış, jargona ve bu konuda edilmiş binlerce söze hakim olmayan birinin samimi bakışlarını ve dikkatini sana çevirmesini istediğinde ona gerçekten ne vermek istiyorsun? Gerçekten mutlu bir hayat mı yoksa sadece senin hanende kabul gören bir sayı olmayı mı? Peki bu pek bilmeyen ama gerçekten birşeyler yapmak isteyen insanı teşvik etmek için ne kullanacaksın? Gerçekten herşeyi olması gerektiği gibi yaşadığı için duyduğu hazzı mı yoksa böyle yaşamazsa dışlanma,yalnız kalma ve cehenneme kadar varana aşağılanma dolu bir yola sürüklenme hikayesi mi?
Bu sorulara vereceğimiz cevap bilgisiz ama doğruyu yaşamak isteyen insanın değil bilakis ona birşeyler öğretme ve onu yöneltme çabasında olan kişilerin sınavıyla alakaladır. Eskinin değerli bilim insanları beşeri bilimlerle ilgili yaptıkları çalışmaları deneylerle ispat etmelerine rağmen bunları yazdıkları notların en altına şu cümleyi yazarlardı;" Şüphesiz ki gerçeği yalnızca Allah bilir." Bu cümle şu anlama gelmektedir: Benim aklım, ilmim ve becerimle ben bu kadar görebildim; elbetteki O'nun kudretinden sual olunmaz ve ancak O'nun dediği olur.. Yani kendi görüşünü kabullendirmek ve onu yaymak için her türlü vebali üstlenmek samimi bir hizmetkar olmaya yetmiyor. Ne kadar emin olursan ol, bizzat içinde dahi olsan bazı olayları durumları kesinlikle tam olarak algılaman imkansız. Bu konuda yapacağın taraflı şahitlik ve ya yöneltme senin iyi niyetli olmana bakılmaksızın tamamen hayatları olması gereken yoldan saptırabilir. Senin anlattığın şekilde yaşayan insanların sayısı milyarlarca da olsa her biri tek tek kendi vicdanlarını senin fikrine dayandıracaklar ve sen bu mes'uliyeti üzerinden atmak için "Ben böyle olduğuna inanıyorum ve yaşıyorum, hakikati sadece Allah bilir!" diyememişsen bu konuda suçsuz olduğunu söyleyemezsin. Bir saatten sonra herkes çoğunlukta olmanın öz güveniyle senin anlattıklarından şüphe etmekten tamamen uzaklaşacaklar ve bu telafisi mümkün olmayan bir hata olarak senin sınav kağıdına yazılacak.
Peki doğrusu nedir? Doğrusu anlatmak kadar yaşamaktır. Sen "kıldan ince kılıçtan keskin adalet çizgisini her ne olursa olsun takip etmek gerektiği"ni savunuyor ancak iş uygulamaya geldiğinde parmağını kaçırıyorsan nasıl samimi olduğunu iddia edebilirsin? Gerçekten doğruyu göremeyen insanları sonsuz bir azap beklediğine inanırken o insanların bu dünyada da acı ve azap çekmesini hangi merhamet ve vicdan hissiyle açıklarsın? Bunun gibi söylenenle yaşanan arasında yüzlerce çelişkiyi farketmeden sana bakan samimi gözlere emin bir şekilde söylediğin her şeyin neleri etkileyeceğinin farkında olmadan yaşıyorsun.
Hayatım boyunca yaşantıma uygun olmayan şeyler yaşayan insanlarla bir arada bulunduğumda hep şu cümle aklıma gelir; Hastaya değil hastalığa düşman ol. Çağımızın en yaygın ve en azılı hastalığı olan" Çıkar" o kadar kuvvetli ve teşhisi o kadar zor bir hastalık ki. Her inanç, düşünce, fikir, eser ve ya görüşü kendisi için eğip bükebilir. Evrendeki haris kara delikler gibi, maalesef bazen dosdoğru ilerleyen ışık gibi gerçekler bile ona boyun eğebilir. İşte bu noktada dizleri üstüne çöküp çaresizce ne yapacağını bilmeden bir ipucu bekleyen insanlar için değişmez bir kitap bırakılmıştır. Onun sözcükleri çıkarın eğip bükemeyeceği bir kudret tarafından söylenmiştir. Sen yaşantını gözden geçirdiğinde bu hassasiyeti gözetip hasta ve hastalık arasındaki farkı anlayarak yaşıyorsan zaten insanlar senin yaydığın şifaya gelecektir. Eğer sen hasta olmamak için bünyeni güçlendirmek yerine tüm hastaların yok olduğu bir dünya peşine düşersen yine çıkar hastalığının avcuna düşmüş bulursun kendini.
Adalet, samimiyet,teslimiyet ve merhamet duygularını çıkar hastalığına yakalanmdan yani eğip bükmeden hayatına yansıtabiliyorsan en büyük hizmeti yapıyorsun demektir.
Tabi yine şüphesiz gerçeği sadece Allah bilir...
12 Nisan 2014 Cumartesi
Dönem Filmi
Kıyafetlerin, eşyaların, yaşantının farklı olduğu bir dönemin filmi sunulurken genelde bize satılan o dönem içersinde yaşanıp bugün hala anlamı olan duygu, his ve düşüncelerdir. Bizler bu çerçevede bakıp filmdeki karakterleri "kahraman", "aşık", "saf" olarak nitelendiririz veya hiç bir değerlendirmeye gerek görmez , unuturuz.
Bu filmlerin sessiz figüranları da var elbet. O dönemin popüler sözleri, kişileri, şarkıları, beklenti ve umutları ile o dönem için tartışılmaz doğru kabul edilen felsefe ve akımları. Hani bir 68 kuşağı, bir darbe dönemi, çiçek çocuklar, Kurt Cobain, Barış Manço, Beatles... Sinema çıkışı, alışık olduğun dünyada üzerine yenileri yapıştırılmış eski duvar afişleri gibi gelen bu figüranlar sende olsa olsa bir nostalji etkisi yaratır o da bir kaç adımda çekip gider.
Yaşlanmak deyince aklıma vücut fonksiyonlarının yavaşlamasına bağlı olarak dünyayı bir kaç adım geriden takip etmek gelirdi. Bu nedenle yaşlanan insanların yetişemedikleri ve asla yetişemeyeceklerini düşündükleri bu hızlı trenin ardı sıra koşmanın bıkkınlığıyla "nerde o eski bayramlar" diyerek yürüdükleri yollarla avunduğunu düşünürdüm. Oysa öyle değilmiş;
Yaşlanmak demek hayatının bir dönem filmi kıvamına gelmesiymiş.Sana daha "dün" gibi gelen zamanlarda yaşanan olaylar, düşünceler, felsefe, akım, şarkı ve duyguların başrol yerine kenar ve kıyı rolleri kabullenmesiymiş yaşlanmanın diğer anlamı. Sen filmden çıkmış siyah beyaz bir adam olarak caddelerde yürürken birileri seni ve sana hala anlamlı gelen değerleri umursamadan ezerek yeni bir dönem için yeni şeylerin nutkunu atıyor. Tüplü bir tv, eski bir ütü, iki satırlık ekranıyla bir cep telefonu gibi seninde ait olduğun tozlu köşelere çekilmeni istiyorlar haklı olarak. Teknik olarak yaşamana imkan veriyorlar, eksik ve hatalı olduğunu kabul etmen ve gecikmeden güncellemeleri yükleyip en son sisteme uyumlu hale gelmen şartıyla. Piyasada bu şekilde dönüşümden geçmiş bir çok yeni insan var, hayattan kopmak istemedikleri için bu son derece normal.
Ben... Ben kendimi o kadar hırslı görmüyorum. Bu dönem filmi için ben geçmişimin boşa geçen zamanlarının acısını hissetmekle meşgulüm. Hayatın cilvesi işte, yaşanılan kötü ve karanlık zamanlardan arındırıp terler içinde kıvranan hasta zihnime ıslak bir bez gibi seriyor tatlı hatıraları.. Tüm dönemlerin geçer akçesi sandığım adalet ve vicdanı tutuşturup yakarak erittikleri güzel gelecek hayalleri düşünmekten kaçtıkça geri geri gittiğimi farkediyorum.
Bir kaça adım geride işte;
Çocuktuk, harçlıklarımızı harçlık alamadığını bildiklerimizle harcıyor, hesap yapmıyorduk... Sahi, nerde o bayramlar?
Bu filmlerin sessiz figüranları da var elbet. O dönemin popüler sözleri, kişileri, şarkıları, beklenti ve umutları ile o dönem için tartışılmaz doğru kabul edilen felsefe ve akımları. Hani bir 68 kuşağı, bir darbe dönemi, çiçek çocuklar, Kurt Cobain, Barış Manço, Beatles... Sinema çıkışı, alışık olduğun dünyada üzerine yenileri yapıştırılmış eski duvar afişleri gibi gelen bu figüranlar sende olsa olsa bir nostalji etkisi yaratır o da bir kaç adımda çekip gider.
Yaşlanmak deyince aklıma vücut fonksiyonlarının yavaşlamasına bağlı olarak dünyayı bir kaç adım geriden takip etmek gelirdi. Bu nedenle yaşlanan insanların yetişemedikleri ve asla yetişemeyeceklerini düşündükleri bu hızlı trenin ardı sıra koşmanın bıkkınlığıyla "nerde o eski bayramlar" diyerek yürüdükleri yollarla avunduğunu düşünürdüm. Oysa öyle değilmiş;
Yaşlanmak demek hayatının bir dönem filmi kıvamına gelmesiymiş.Sana daha "dün" gibi gelen zamanlarda yaşanan olaylar, düşünceler, felsefe, akım, şarkı ve duyguların başrol yerine kenar ve kıyı rolleri kabullenmesiymiş yaşlanmanın diğer anlamı. Sen filmden çıkmış siyah beyaz bir adam olarak caddelerde yürürken birileri seni ve sana hala anlamlı gelen değerleri umursamadan ezerek yeni bir dönem için yeni şeylerin nutkunu atıyor. Tüplü bir tv, eski bir ütü, iki satırlık ekranıyla bir cep telefonu gibi seninde ait olduğun tozlu köşelere çekilmeni istiyorlar haklı olarak. Teknik olarak yaşamana imkan veriyorlar, eksik ve hatalı olduğunu kabul etmen ve gecikmeden güncellemeleri yükleyip en son sisteme uyumlu hale gelmen şartıyla. Piyasada bu şekilde dönüşümden geçmiş bir çok yeni insan var, hayattan kopmak istemedikleri için bu son derece normal.
Ben... Ben kendimi o kadar hırslı görmüyorum. Bu dönem filmi için ben geçmişimin boşa geçen zamanlarının acısını hissetmekle meşgulüm. Hayatın cilvesi işte, yaşanılan kötü ve karanlık zamanlardan arındırıp terler içinde kıvranan hasta zihnime ıslak bir bez gibi seriyor tatlı hatıraları.. Tüm dönemlerin geçer akçesi sandığım adalet ve vicdanı tutuşturup yakarak erittikleri güzel gelecek hayalleri düşünmekten kaçtıkça geri geri gittiğimi farkediyorum.
Bir kaça adım geride işte;
Çocuktuk, harçlıklarımızı harçlık alamadığını bildiklerimizle harcıyor, hesap yapmıyorduk... Sahi, nerde o bayramlar?
18 Şubat 2014 Salı
Zorluklar
Bir mağara içerisinde nefes nefese kalmış insanlardık. Kaçtıklarımız ve kaçırdıklarımız vardı. Hayatın kolay olmadığını öğrenmek için sayısız kayıplar verip aciziyetin en dibini hissediyorduk ancak bunu anlatıp ağlayacak, yardım dileyecek kimsemiz yoktu. Bir kaçı çaresizce kaderlerine boyun eğip yiterken, diğerleri onların hatalarından da ders alarak inadına ayakta kalmayı seçti. Ağacı, taşı ve nihayetinde bizden aciz canlıları kullanmayı öğrendik; aslında öğrendiğimiz şey dünyanın bize sunduklarının sınırının kafatasımızın içindeki organı kullanmakla ilgili olduğuydu.
Günümüzde ise dünya anlayış açısından ikiye ayrılıyor. Tükenen kaynaklar, değişen mevsimler, doğal felaketlere rağmen teknolojisi ile başka gezegenlerde yaşamayı planlayan ülkeler ile en ufak şeyde yana yakıla destek arayan ülkeler. İlk guruptakiler aciziyetlerini gizleme, güçlü görünme hevesiyle kibir yumağı haline gelmişken ikinci guruptakiler mağduriyetin getirdiği küçük hediyeler yüzünden giderek acı çekmeyi seven bir toplum haline geldi. İkisini zıt kutuplara çeken anlayışları sayesinde dünya için bu iki guruptaki ülkelerin birbirleriyle savaşmaları sorun olmaktan çıktı. Artık haberlerde daha çok aynı anlayıştaki ülkelerin birbirleriyle mücadelesini izliyoruz.
Mağara insanlarından binlerce yıl sonra kendi ülkesini savunmak için kısıtlı imkanlarla mücadele veren Anadolu köylüsü de yakınma ve sızlanmanın hatta dünya devletlerine dert anlatmanın işe yaramayacağını bildiği için girişti kendi başına kurtuluş mücadelesine. Evini, bahçesini, köyünü, şehrini savunurken içinde bulunduğu zorlukları düşünüp göz yaşı dökmüyordu. Cepheden taarruza kalkan asker elindeki süngülü tüfekle karşısında dakikada bilmem kaç kurşun atan makineye karşı direnmenin mümkün olmadığını bilmiyor muydu? Bu zor durumu düşünüp olduğu yerde merhamet bekleseydi, zaferini armağan edeceği bir nesli olabilir miydi?
Daha 90 yıl önce iki atom bombasıyla tüm insanları ölüme ve hastalığa mahkum edilmiş bir ülke bugün en kötü ekonomiye sahip olsa, garipser miydik? O ülke lideri tüm platformlara davet edilip yaşadığı acizyeti anlatması ve merhamet dilemesi istenecek,bu durum acı fetişi insanları zevke getirecekti. Öyle olmadı, ülke sil baştan kuruldu, yetmedi depremle de mücadele etmeyi öğrendi hatta mutfağını pazarladı dünyaya. Küçük bir ada ülkesi şuan her alanda dünyanın ileri seviye ülkeleri arasında.
Günümüzde ise dünya anlayış açısından ikiye ayrılıyor. Tükenen kaynaklar, değişen mevsimler, doğal felaketlere rağmen teknolojisi ile başka gezegenlerde yaşamayı planlayan ülkeler ile en ufak şeyde yana yakıla destek arayan ülkeler. İlk guruptakiler aciziyetlerini gizleme, güçlü görünme hevesiyle kibir yumağı haline gelmişken ikinci guruptakiler mağduriyetin getirdiği küçük hediyeler yüzünden giderek acı çekmeyi seven bir toplum haline geldi. İkisini zıt kutuplara çeken anlayışları sayesinde dünya için bu iki guruptaki ülkelerin birbirleriyle savaşmaları sorun olmaktan çıktı. Artık haberlerde daha çok aynı anlayıştaki ülkelerin birbirleriyle mücadelesini izliyoruz.
Bu ayrımı tüm dünya lehine dengeye getirecek ve toplumlardaki aşırılıkları iyileştirecek yegane kavram adalettir. Bu yüzden Tanrı belirli dönemlerde bu duyguyu topluma aşılamaya gerek görmüş ve bunu da elçileri aracılığıyla yapmıştır. Son aşıdan sonra maalesef çıkar, kin, zalimlik, bencillik hastalıklarına olan bağışıklığımızı kaybettik.. Bu hastalıkların kol gezdiği ortamda adaletin hasta yatağından kalkması mümkün mü?
27 Ocak 2014 Pazartesi
Şiddet
Bundan bir-iki yıl önce bir gazetenin "burası da boş kalmasın" köşesinde bir haber okumuştum. Bilim insanları insanlarda şiddete neden olan geni bulmuşlar, bu gen üzerinde yapılan oynamayla şiddetsiz bir toplum hayal olmaktan çıkacakmış. Tabi bu kısım işin ütopyası, şiddetten ekmek yiyen bunca şirket ve topluluk varken insanlık neden şiddetin ortadan kalkmasını istesin?
İnsanın düşünce gelişimine baktığınızda bu gelişimi takip edemeyen toplulukların açıklarını şiddetle kapattığını görürüz. Düşünen adamın zekasına karşı şiddet daima bir sınır olarak konulmuş ve bu sayede insanlık tarihinin hızlı gelişimine bir ayar verilmiş. Tarihin zorba kralları ve aşırı otoriter liderleri karşılaştıkları ani güçlü fikirlere karşı son sözlerini bu şekilde açıklamayı uygun görmüşlerdir. Tabi devletin sahibi de olsanız bu güçlü fikirlere öfkenizi haklı bir nedene dayandırıp halkın desteğini almazsanız bu hamle sizin sonunuzu getiren bir adım olabilir.Öyleyse ne olmalı? Halka bu fikir ve düşünceleri kendinizce açıklamalısınız ki bu halk fikre kapılmak şöyle dursun aksine bu yeni fikre karşı öfkelensin. Bunun için çok düşünmeye gerek yok; çünkü fikrin "yeni" olması durumu zaten sizin lehinize bir avantaja dönüştürüyor. Bu avantaj sayesinde alıştıkları düzen çok kötü olasa da çoğu insanın yenilerin belirsizliğine olan soğukluğunu kullanarak yeni fikir filizlerini dondurabilirsiniz. Bizim gibi dünyanın büyük bir kısmı değişmeyi, yeni fikirleri çabucak kabullenmez, altında bir bit yeniği arar. Bu da düzeni korumaya çalışanlar için uygun bir senaryo konusu olur.
Şiddet uzun süre yönetimde kalmayı düşünen bir lider için çabucak kullanılacak bir silah olmamalı, dahası bu silahı bizzat kullanan kişi de kendisi olamamalı.Zeki bir lider ya da zeki danışmanlara sahip bir kişi bu yeni fikirlere olan öfkesini öncelikle halkın öfkesi haline getirmeli. Halk öfkelendikçe de adaletini göstermek için yeni fikrin sahiplerini dostça uyaran biri gibi olaya girmeli. Bu şekilde bir yol izleyen lider halkını iyi tanıyan bir lider imajı çizdiği gibi farklı görüşlere hoşgörülü olduğunu da düşündürür. Bu bahsettiğim yöntem tarihte bir çok kez uygulanmış diplomasi dehalarının satranç oyunudur. Peki yeni fikir sahipleri bu görüşlerinden vazgeçecekler mi? Hayır, ama asla toplumun geneline hitap etme şansı yakalayamayacaklar. Bu yöntemin diğer bir artısı başka yeni fikirler için motivasyonu düşürmesi, kişileri halkı kazanma konusunda umutsuzluğa itmesi.
İnsanın düşünce gelişimine baktığınızda bu gelişimi takip edemeyen toplulukların açıklarını şiddetle kapattığını görürüz. Düşünen adamın zekasına karşı şiddet daima bir sınır olarak konulmuş ve bu sayede insanlık tarihinin hızlı gelişimine bir ayar verilmiş. Tarihin zorba kralları ve aşırı otoriter liderleri karşılaştıkları ani güçlü fikirlere karşı son sözlerini bu şekilde açıklamayı uygun görmüşlerdir. Tabi devletin sahibi de olsanız bu güçlü fikirlere öfkenizi haklı bir nedene dayandırıp halkın desteğini almazsanız bu hamle sizin sonunuzu getiren bir adım olabilir.Öyleyse ne olmalı? Halka bu fikir ve düşünceleri kendinizce açıklamalısınız ki bu halk fikre kapılmak şöyle dursun aksine bu yeni fikre karşı öfkelensin. Bunun için çok düşünmeye gerek yok; çünkü fikrin "yeni" olması durumu zaten sizin lehinize bir avantaja dönüştürüyor. Bu avantaj sayesinde alıştıkları düzen çok kötü olasa da çoğu insanın yenilerin belirsizliğine olan soğukluğunu kullanarak yeni fikir filizlerini dondurabilirsiniz. Bizim gibi dünyanın büyük bir kısmı değişmeyi, yeni fikirleri çabucak kabullenmez, altında bir bit yeniği arar. Bu da düzeni korumaya çalışanlar için uygun bir senaryo konusu olur.
Şiddet uzun süre yönetimde kalmayı düşünen bir lider için çabucak kullanılacak bir silah olmamalı, dahası bu silahı bizzat kullanan kişi de kendisi olamamalı.Zeki bir lider ya da zeki danışmanlara sahip bir kişi bu yeni fikirlere olan öfkesini öncelikle halkın öfkesi haline getirmeli. Halk öfkelendikçe de adaletini göstermek için yeni fikrin sahiplerini dostça uyaran biri gibi olaya girmeli. Bu şekilde bir yol izleyen lider halkını iyi tanıyan bir lider imajı çizdiği gibi farklı görüşlere hoşgörülü olduğunu da düşündürür. Bu bahsettiğim yöntem tarihte bir çok kez uygulanmış diplomasi dehalarının satranç oyunudur. Peki yeni fikir sahipleri bu görüşlerinden vazgeçecekler mi? Hayır, ama asla toplumun geneline hitap etme şansı yakalayamayacaklar. Bu yöntemin diğer bir artısı başka yeni fikirler için motivasyonu düşürmesi, kişileri halkı kazanma konusunda umutsuzluğa itmesi.
İnsanların en temel ihtiyaçlarından biri de korunmadır. Korunma ihtiyacının içine fiziksel varlığı girdiği kadar ruhsal ve manevi varlığı da girer. Ortaya atılan fikirlerin bunlardan birini değiştirme niyeti toplumun onu reddetmesi için yeterlidir. İşte bilim insanlarının ve filozofların halk tarafından pek candan sevilmemesinin nedeni bu potansiyeli taşımalarıdı. Şiddet değimiz kavram fikir olarak alt edilemeyen bu insanların toplumla uyumlu hareket etmeleri için kullanılan bir yoldur.
Şiddet; futbol kulübü için bağlılık, devlet için güç, halk için savunma, şirketler için ise muazzam bir pazardır. Şiddet zekanın ötesinde duygulara olan bağlılık ve adanmışlığın konuştuğu bir alandır. Bilgi ve duygularını sorgulayan, güçlü bağları olmayan insanların şiddetten yana pek şansları olmadığı ortada olduğu için bu tür alanlarda yenilgi onlar için kaçınılmazdır.
Toplum genelinde şiddetin var olması istenen bir durumdur, çünkü şiddet hem bir sosyal mühendislik aracı, hem bir koruma kalkanı hem de para makinesidir. Bu nedenle şiddet geninin bulunması onu yok edecekleri anlamına gelmiyor maalesef. Şu halde dünyaya baktığımızda o genin etkisini arttırmak için elinden geleni yapacak milyonlarca insan görebiliyorum. Olayın komik yanı, bütün her şeyi şiddetle susturulan bilim insanlarının yapacak olması.
25 Ocak 2014 Cumartesi
Ceket
Şapka, yaka ve ceket...
Tarihte bilgin, bilge olarak tasvir edilen kahramanların ak sakallarını bütünleyen şapkaları vardır. Şapkayı önüne koyup düşünmek deyiminden anlaşıldığı üzre düşündürme gibi bir özelliği de var bu cismin. Şapkayı takan insan bu bilginin açık, saf ve tarafsız yolunda ısrarla yürüme sevdasına düşer ve bu durum neticesinde bertaraf edilirse şapka takıldığı o başı götürme kudretine de sahiptir. Şapka takanlar, şapkanın hakkını veriyorsa ömrü kısa oluyor maalesef.
İnsanda bir meyve gibi taşınan başı hayat kaynağı olan vücuda bağlayan dal boyundur. Bu nedenledir ki kişinin başının -yani meyvesinin- zehirli olduğunu düşünen yetki sahipleri başı bedenden ayırmak için boyundan müdahale ederler. Bir kişinin düşüncelerinin doğruluğu ve tartışılmazlığı arttıkça gücü de artar, gücün arttığını boynu kapatan yakadan anlarız. Yani yaka dikleştikçe kişinin fikirlerini tartışmak, ona karşı durmak güçleşir. Nitekim günümüzde adaleti tecelli ettiren hakimlerde ve din adamlarında bu görülmektedir. Bazı kimseler bu gücün getireceği kibirden korkup yakasız kıyafetler giyerek kendilerinin asla kesin doğruyu bilemeyeceğini, gerçek doğrunun sadece Rab tarafından bilineceğini düşünürler. Yaka, şapkanın yaptığı gibi kapattığı boynu götürmez ama kalple beyin arasındaki damarı sıkıp bağı koparırsa kendince mantıklı ancak vicdandan yoksun kararlar vermeye sebep olabilir.
Bilgi veya yargının etkisi onu ifade eden sesin gürlüğüne bağlıdır. Sesin gür çıkması sağlam bir ciğere delalettir, sağlam ciğerse bedenin sağlıklı olması ile mümkündür. Genelde yargı ve bilgi sahipleri yalnız kalırlar ve yalnızlık soğuktur ki bu soğuğa herkes dayanamaz. Soğuk hem parazitlerin üremesini engeller hem de aşırıya kaçtığında yeni fikirlerin filizlerini dondurur. Bu tabi ki iyi birşey değildir, dengede tutulması gerekir. İnsanı soğuktan koruyan şey cekettir. Ceket insanın öz güvenidir, onu sıcak ve sağlıklı tutar. Ceket kalınlaştıkça insan ısınır, terler ve serinlemek için dahada yalnızlaşıncaya kadar etrafındaki herşeyi kırıp döker. Öz güveni kalınlaşan insanlar eleştirileri, soğuklukları , kırgınlıkları ve hassasiyetleri duymaz, hissetmezler. Kendi fikir ve kararlarına o kadar bağlıdırlar ki en sonunda varolmak için diğerlerine ihtiyaç olmadığını,diğerlerinin ona muhtaç olduğunu düşünürler. Bu nedenle eşiyle kavga eden erkek "ceketimi alır giderim" diyebilirken devleti yönetenler "ceketini koysa kazanacağı" insanların varlığına inanır.
Biz sıradan insanların şapka ve dik yakayla pek bağı olmadığını varsayarsak bizi bizden edecek tek şeyin ceket olduğunu görürüz. Bu ceketi Kul Ahmet gibi yeri geldiğinde toprağa göndermeyi öğrenebilirsek ne ala, aksi takdirde ceketin kolları uzayıp bizi sarı verir. E hiçbir bilgi ve kendi vicdanını dayanak alan kararı olmayan böylesine öz güven sahibi insana da deli denir.
Tarihte bilgin, bilge olarak tasvir edilen kahramanların ak sakallarını bütünleyen şapkaları vardır. Şapkayı önüne koyup düşünmek deyiminden anlaşıldığı üzre düşündürme gibi bir özelliği de var bu cismin. Şapkayı takan insan bu bilginin açık, saf ve tarafsız yolunda ısrarla yürüme sevdasına düşer ve bu durum neticesinde bertaraf edilirse şapka takıldığı o başı götürme kudretine de sahiptir. Şapka takanlar, şapkanın hakkını veriyorsa ömrü kısa oluyor maalesef.
İnsanda bir meyve gibi taşınan başı hayat kaynağı olan vücuda bağlayan dal boyundur. Bu nedenledir ki kişinin başının -yani meyvesinin- zehirli olduğunu düşünen yetki sahipleri başı bedenden ayırmak için boyundan müdahale ederler. Bir kişinin düşüncelerinin doğruluğu ve tartışılmazlığı arttıkça gücü de artar, gücün arttığını boynu kapatan yakadan anlarız. Yani yaka dikleştikçe kişinin fikirlerini tartışmak, ona karşı durmak güçleşir. Nitekim günümüzde adaleti tecelli ettiren hakimlerde ve din adamlarında bu görülmektedir. Bazı kimseler bu gücün getireceği kibirden korkup yakasız kıyafetler giyerek kendilerinin asla kesin doğruyu bilemeyeceğini, gerçek doğrunun sadece Rab tarafından bilineceğini düşünürler. Yaka, şapkanın yaptığı gibi kapattığı boynu götürmez ama kalple beyin arasındaki damarı sıkıp bağı koparırsa kendince mantıklı ancak vicdandan yoksun kararlar vermeye sebep olabilir.
Bilgi veya yargının etkisi onu ifade eden sesin gürlüğüne bağlıdır. Sesin gür çıkması sağlam bir ciğere delalettir, sağlam ciğerse bedenin sağlıklı olması ile mümkündür. Genelde yargı ve bilgi sahipleri yalnız kalırlar ve yalnızlık soğuktur ki bu soğuğa herkes dayanamaz. Soğuk hem parazitlerin üremesini engeller hem de aşırıya kaçtığında yeni fikirlerin filizlerini dondurur. Bu tabi ki iyi birşey değildir, dengede tutulması gerekir. İnsanı soğuktan koruyan şey cekettir. Ceket insanın öz güvenidir, onu sıcak ve sağlıklı tutar. Ceket kalınlaştıkça insan ısınır, terler ve serinlemek için dahada yalnızlaşıncaya kadar etrafındaki herşeyi kırıp döker. Öz güveni kalınlaşan insanlar eleştirileri, soğuklukları , kırgınlıkları ve hassasiyetleri duymaz, hissetmezler. Kendi fikir ve kararlarına o kadar bağlıdırlar ki en sonunda varolmak için diğerlerine ihtiyaç olmadığını,diğerlerinin ona muhtaç olduğunu düşünürler. Bu nedenle eşiyle kavga eden erkek "ceketimi alır giderim" diyebilirken devleti yönetenler "ceketini koysa kazanacağı" insanların varlığına inanır.
Biz sıradan insanların şapka ve dik yakayla pek bağı olmadığını varsayarsak bizi bizden edecek tek şeyin ceket olduğunu görürüz. Bu ceketi Kul Ahmet gibi yeri geldiğinde toprağa göndermeyi öğrenebilirsek ne ala, aksi takdirde ceketin kolları uzayıp bizi sarı verir. E hiçbir bilgi ve kendi vicdanını dayanak alan kararı olmayan böylesine öz güven sahibi insana da deli denir.
21 Ocak 2014 Salı
Oyuncak Asker
Herşeyiyle kusursuz bir taklitti vitrinde duran oyuncak komutan
emrindeki sayısız oyuncak asker raflarda diziliydi
yanı başında onu sevinçle alkışlayan maymunlar
ve korkusundan taş kesilmiş biblolar vardı
....
4 Ocak 2014 Cumartesi
Yeni'den
Geçmişten gelen bir nota..
dalıp gittim,
uyandım.
Pis kokan çöpler içinde
baktığımda gözlerimi ışıldatan şey neydi?
Sen, her gece neyin hayaliyle yastığa baş koyardın?
Geçen bunca vakte rağmen
hala kulağında seslerle uyuyan sen,
yeminlerini yazdığın kağıtları yakınca
yeminler geçersiz mi sandın?
Senin için dövülmüş soğuk metal
senin övdüğün hayallerin için duruyor işte
Esirgediğin her an için bir sonraki ana söz vermen niye?
Bu göğsünde kabaran acı, adalet...
Huzursuzluğun, sana biçtiği diyet...
Işığı ve kapıyı kapatıp uyuman lazım, uyanmak için..
Bahanesiz, korkusuz bir sabaha uyanman gerek...
Önünde sürüdüğün çöp arabasından daha kötü değildi
ki o zaman insanların gözüne bakma cesaretin vardı
Şimdi bir tek notada çözülebilecekken susman neden?
Yazamayacak hale gelebileceğini gördü zaman
dalıp gittim,
uyandım.
Pis kokan çöpler içinde
baktığımda gözlerimi ışıldatan şey neydi?
Sen, her gece neyin hayaliyle yastığa baş koyardın?
Geçen bunca vakte rağmen
hala kulağında seslerle uyuyan sen,
yeminlerini yazdığın kağıtları yakınca
yeminler geçersiz mi sandın?
Senin için dövülmüş soğuk metal
senin övdüğün hayallerin için duruyor işte
Esirgediğin her an için bir sonraki ana söz vermen niye?
Bu göğsünde kabaran acı, adalet...
Huzursuzluğun, sana biçtiği diyet...
Işığı ve kapıyı kapatıp uyuman lazım, uyanmak için..
Bahanesiz, korkusuz bir sabaha uyanman gerek...
Önünde sürüdüğün çöp arabasından daha kötü değildi
ki o zaman insanların gözüne bakma cesaretin vardı
Şimdi bir tek notada çözülebilecekken susman neden?
Yazamayacak hale gelebileceğini gördü zaman
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)