Sayıları topladığımda
bir eksik kalır.
Kalemin kağıdın göğsündeki izi
aklımdaki incir çekirdeği
hatta kağıdın ta kendisi dolar taşar
Bitmedi..
Ara vermeden bozuk taşlı yollarda;
yollarımı yürüdüm.
Bu bozuk yollardan eskiyen çatım
ayaklarıma inen kara karanlık suların annesi
Önümde güdegeldiğim bir sürü bahanem
Bilmem kaçıncı köy bu kurt yalanıyla kandırdırdığım
ve kaçıncısı doğruluğumla kovulduğum.
Bu tutuk dil sana Hissedar'ım
Benim kötüyü sırtlayan
İyiye anlam katan kan kardeşim
Bu seni anlatmaya onuncu niyetlenişim
karşıma geçip bakışın, keyfime gölge duruşun...
anlatamam, anlamam...
Hala bir umut var mı dersin?
Bu akıl bu yüreğe uyar mı?
Benim yolum uzun
Senin ki papatya topalamanın bir adım fazlası
Kaynağı aynı iki su gibiyiz
benle acı, senle şeffaf..
bereketi taşıyan hangimiz?
Koskaca elma ağacının altında
bir dilim'in gölgesindeyim.
servetim, kan kardeşim...
Bu çürük köprüden geçeceğim
sırf desinler diye.
Senin tövbe çeken bakışlarının altında
bin kez özür dileyerek
ateşler içine yürüyeceğim
bu ateş ismime sıçrayacak...
Ölüm anlamsızlaşacak
Ben bu yolun karanlığından çıkana kadar
Sen, derde ve kedere Hissedar
anlat beni
bana anlat.
25 Aralık 2009 Cuma
24 Kasım 2009 Salı
ŞARKI

Hayatımın sayfaları arasında birer taş plak duruyor. Gözlerimin önündeki tozlu sayfaların arasında başımın dönmesini, bu dönüşe takılıp tekrar inlemeyi bekliyorlar.Eğer bir anıyı tam ve eksiksiz hatırlıyorsam kesinlikle ya o anıya eşlik eden bir şarkı duymuşumdur o an, yada kendim bir şarkı tutturmuşumdur içimden, belki kederden belki mutluluktan..
Taş plak dedim az evvel, boşa değil... Her anı yol yol iz bırakır şarkılarımda. Dönüp o şarkıyı en baştan dinlediğimde başka bir mana kalmayacak şekilde yontulmuştur şarkı.
Kendi keyfim için dinlediğim şarkılar ayrıdır, hatta diyebilirim ki keyif aldığım müzik konusunda çok seçiciyimdir. Ancak bu anılara katık edilen şarkılar için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Gülüp geçilecek, hatta dinlenmeye layık görülmeyecek şarkılar da vardır içinde en ustasının bile ayakta alkışladığı da.. Keyif almak için dinlediğim şarkılarda hep aynı coşkuyu duyarım, küplerin kırılırcasına çarpıştığı bu hengamede ya hüzün taşar ya kahkaha.. Anıların şarkıları bu yolcu treninden çok başka olmamakla beraber vagonlarında kaçak yolcular taşırlar bol miktarda... İçinde o anın eşyaları havası, denizi, güneşi,kokusu yüklüdür. Bu cansız vagonlardan aniden çıkan bir yüz insanı korkutur, çok uzaklarda bildiğiniz bu insanlar bu anıların şarkılardaki izinde size yine yetişmiştir.
İlkokul, ortaokul, lise, üniversite... Hepsinde ayrı ayrı anılar mevcuttur ve ayrı ayrı şarkılar. Bu öyle bir şey ki, bir anıya denk gelen bir şarkı başka bir anıyı kaldırmıyor... Böyle üst üste yazılan anılardan sonuncusu daima unutulmaya mahkum oluyor, tabi çok derin izlerle yazılmamışsa plağa... Beni çok alakasız bir şarkı dinlerken bulanlar benim müzik zevkimi eleştirmeye çok hevesli. Bazen güzel anıların içinde gezmek istemek suç değil elbet, gülü seven dikenine katlanır misali bende bu sataşmalara kayıtsız kalıyorum.
İlkokul 5.sınıfa geçtiğim bir yaz günü, balkonda hazırlanmış kahvaltıdayız ailecek. Radyoda bir türkü "Bülbülüm Altın Kafeste".. Sofradaki her şey, ailemdekilerin yüzleri bugün gibi aklımda.
Trenle öğretmenlikte ilk günüm için okula giderken, sanki trenle yarışırcasına uçan bir martı, iki koltuk yanımda sürekli öksüren yaşlı amca ve sabahın bu saatlerinde vagon vagon simit satan delikanlı ile gürültülü tren vagonu aklımda; tabi o sabah dinlediğim "Firuze" şarkısı da...
Daha buna yüzlerce örnek verebilirim.Çoğu anılardan alakasız bu şarkılar onları ölümsüz yapmaktan başka bir amaç gütmüyorlar. Bugün bile bu şarkıları dinlediğimde aklıma tek gelen şey bu anılardır.
Belki her insanda vardır bu, belki birileri şarkılarda değil şiirlerde yada resimlerde buluyordur anılarını...
Zaten amacım farklı olduğumu söylemek değil, kendimi kendime anlatabilmek.
25 Eylül 2009 Cuma
ESKİZ DEFTERİ
Burada yarım kalan ve bir türlü kurgusunu (ya teknik nedenlerden ya da imkânsızlıklardan dolayı) oluşturamadığım birkaç hikâyemi/projemi paylaşmak istiyorum. Bunlardan ikisi;
Tür: K
Bu hikâye de milattan asırlar önce dünyamıza gelen gelişmiş varlıkların dünya halkları üzerinde yaptıkları deneyler ve dünya koşullarına en el verişli canlıyı oluşturma projelerini konu alıyordu. Dünyanın bütün bölgelerine uyum gösterebilecek bu türün kontrol altında tutulması için elbette bazı açıkları olacaktı. Yapılan ilk çalışmalarda bu türün çeşitli bölgelere taşınan kolonileri o bölgede var olan mevcut halkla kıyaslandı ve Tür K olarak nitelenen bu üstün ırk projesi olumlu sonuçlar verdi ve gelişme potansiyeli yüksek olan insan soyunun her koşulda hayatta kalması garantilendi.
Fakat üretilen üstün ırkın açıkları gücünün önüne geçti. Yarattıkları türü savunmak yerine doğal seleksiyona uğramaya bırakan bu canlıları şaşırtan bir gelişme odlu ve Tür K emsali görülmemiş bir mücadele sonucu varlığını sürdürmeyi başardı.
Nuh'un Çırağı
Bu hikâye de ise genç tamamen kapitalizme teslim bir düzene karşı fakirlerin tek tesellisinin ve silahının maneviyat odluğunu bunu da bu düzende saygın bir yer edinince çabucak terk ettiklerini kendi babasından biliyordu. Galata'da kaldığı tek göz odasında gitarı ve içki şişeleri dışında çıkan tek ses bardan getirdiği sarhoş kızlara aitti. Gencin tek saf bağı müziğe olan bağıydı. Geceleri çaldığı Tersane Bar da bütün insanları tanımaya yetecek kadar çok şey gördüğüne inanır. Ona göre çaldığı bara manen ya da madden sıfıra ulaşmış insanlar gelmektedir. Onarın bitik hayatı iyi şarkılar ve içkilerle teselli bulmaktadır. Bir gün rüyasında o güne dek duyduğu en iyi müziği dinlediğini görür. Uyandığında bu müziğin ancak bir kısmını hatırladığını fark eder ve üzülür. Unuttuğu kısmı hatırlamaya çalışmaktan vazgeçer ve bundan sonarsını kendi tamamlar. Oluşturduğu müziğe söz yazmaz ve ilk kez kendi barında çaldığında bir kaç kişi dışında kimse tarafından beğenilmez. Bu şarkıyı gittiği her yerde çalar ama çoğunluk şarkıyı berbat olarak nitelendirir. Şarkısının iyi olduğuna inan bu genç her fırsatta şarkısını çalmayı sürdürür. Şarkıyı çok beğenen başarısız bir organizatör kendine biçtiği son şans olan organizasyonda bu gencin şarkısını kullanarak tanıtım yapar. Çiftlere özel bir gecede tekne ile denize açılacaklar ve canlı müzik eşliğinde aşk dolu bir gece geçireceklerdir. Çılgın partilere kıyasla çok amatör kalan bu son projeyle organizatörün iç dünyasının saflığına inanan genç gecede çalmayı kabul eder. Gece sonunda orda bulunanları bu geceye katılmaya ikna eden o şarkıyı çalmaya başlar genç. Şarkı bitip gencin gitarının son teli sustuğunda bir uğultu başlar ve karşılarındaki ışıkların titreştiğini görürler. Bu titremeleri sönmeler ve yıkımlar izler. Birkaç dakika içinde kıyılar karanlığa gömülür ve deniz şahlanır. Denizle uzun bir mücadele sonunda karaya ayak bastıklarında şiddetli depremin yarattığı etkiyi anlarlar.
Tür: K
Bu hikâye de milattan asırlar önce dünyamıza gelen gelişmiş varlıkların dünya halkları üzerinde yaptıkları deneyler ve dünya koşullarına en el verişli canlıyı oluşturma projelerini konu alıyordu. Dünyanın bütün bölgelerine uyum gösterebilecek bu türün kontrol altında tutulması için elbette bazı açıkları olacaktı. Yapılan ilk çalışmalarda bu türün çeşitli bölgelere taşınan kolonileri o bölgede var olan mevcut halkla kıyaslandı ve Tür K olarak nitelenen bu üstün ırk projesi olumlu sonuçlar verdi ve gelişme potansiyeli yüksek olan insan soyunun her koşulda hayatta kalması garantilendi.
Fakat üretilen üstün ırkın açıkları gücünün önüne geçti. Yarattıkları türü savunmak yerine doğal seleksiyona uğramaya bırakan bu canlıları şaşırtan bir gelişme odlu ve Tür K emsali görülmemiş bir mücadele sonucu varlığını sürdürmeyi başardı.
Nuh'un Çırağı
Bu hikâye de ise genç tamamen kapitalizme teslim bir düzene karşı fakirlerin tek tesellisinin ve silahının maneviyat odluğunu bunu da bu düzende saygın bir yer edinince çabucak terk ettiklerini kendi babasından biliyordu. Galata'da kaldığı tek göz odasında gitarı ve içki şişeleri dışında çıkan tek ses bardan getirdiği sarhoş kızlara aitti. Gencin tek saf bağı müziğe olan bağıydı. Geceleri çaldığı Tersane Bar da bütün insanları tanımaya yetecek kadar çok şey gördüğüne inanır. Ona göre çaldığı bara manen ya da madden sıfıra ulaşmış insanlar gelmektedir. Onarın bitik hayatı iyi şarkılar ve içkilerle teselli bulmaktadır. Bir gün rüyasında o güne dek duyduğu en iyi müziği dinlediğini görür. Uyandığında bu müziğin ancak bir kısmını hatırladığını fark eder ve üzülür. Unuttuğu kısmı hatırlamaya çalışmaktan vazgeçer ve bundan sonarsını kendi tamamlar. Oluşturduğu müziğe söz yazmaz ve ilk kez kendi barında çaldığında bir kaç kişi dışında kimse tarafından beğenilmez. Bu şarkıyı gittiği her yerde çalar ama çoğunluk şarkıyı berbat olarak nitelendirir. Şarkısının iyi olduğuna inan bu genç her fırsatta şarkısını çalmayı sürdürür. Şarkıyı çok beğenen başarısız bir organizatör kendine biçtiği son şans olan organizasyonda bu gencin şarkısını kullanarak tanıtım yapar. Çiftlere özel bir gecede tekne ile denize açılacaklar ve canlı müzik eşliğinde aşk dolu bir gece geçireceklerdir. Çılgın partilere kıyasla çok amatör kalan bu son projeyle organizatörün iç dünyasının saflığına inanan genç gecede çalmayı kabul eder. Gece sonunda orda bulunanları bu geceye katılmaya ikna eden o şarkıyı çalmaya başlar genç. Şarkı bitip gencin gitarının son teli sustuğunda bir uğultu başlar ve karşılarındaki ışıkların titreştiğini görürler. Bu titremeleri sönmeler ve yıkımlar izler. Birkaç dakika içinde kıyılar karanlığa gömülür ve deniz şahlanır. Denizle uzun bir mücadele sonunda karaya ayak bastıklarında şiddetli depremin yarattığı etkiyi anlarlar.
22 Ağustos 2009 Cumartesi
TEDAVİ

Dışarda yüzlerce alternatifinin olması iş yerinde insanı pek rahatsız etmez;yada milyonlarca alternatifin varken oturduğun evi korumak için savaşmazsın.. Bu saydıklarım sadakati ve kaderi kendi elimizde olan şeylerdir. Sonuda elimizden kayıp gittiğinde yanacağımız tek şey aptallığımız olacaktır. Bunun gibi birçok şey sunabilirim; kumarda kaybedilen paradan küçük bir anahtarlığa kadar. Bunlar duygusu ve düşüncesi olmayan, bu yönlerden tamamen bize bağlı varlılardır. Sadakat böyle şeyler için anlamsız bir kelimedir hatta aptalcadır... Ama söz konusu bir insansa.. İnsana bir sürü çılgınlık yaptırabilecek bir noktaya sürüklenir bütün herşey. Sadakati önemsememek ya çok yüksek bir ruh halidir, yada varolanların en aşağısı... Ben ortadakilerden bahsedeceğim.
Doğduğumuz aileden başlayıp kurduğumuz aileye kadar bütün yaşamımızda bu tek kelime çok anlam taşır. hatta çoğu kişi için "güven"le eş anlamlıdır. Korumak için elimizden geleni yaparız ve onu övmekten biran vazgeçmeyiz. Kavgaların, tartışmaların eksik olmadığı, çiftlerin bütün gemişini yıktıkları ilişkilerde bile dimdik ayakta kalır bazen.
Bazense yıkılır.. Birbirine bağlı iki varlık arasına bir başka varlık girmiştir. Sadakati güvenle eşleştirdiğimiz gibi sadakatsizliğide ihanetle eşleştiririz çoğumuz. Güven kelimesi yara alır, ihanete uğrayan her insan bundan sonra bir adım daha geriden başlar. ÇÜnkü hayatında sahip olduğu en önemli şeyi bir başkasıyla paylaşmıştır bir süre,kendinden sonra gelen biriyle... İhanete sebep ne olursa olsun bu bir insanın karşılaşacağı en büyük zorluklardan biridir. İlk başta yüzleşeceği şey yaşadıklarının yalan olduğudur. Sonrası cinayetten travmaya kadar geniş bir yelpazeye yayılan atlatma süreci.. Terkedilen olmak insana acı verir. Bu acı her acı gibi tedaviyi gerektirir. Tedavi nedir?
Klasik bir sözdür: Aptallar insanları, akıllılar olayları, dahiler düşünceleri konuşur. Tedavi ilk başta insanın kendiyle iletişim kurmasıyla başlar. İhanet eden bir sevgiliyi değil, ihanete uğramasını değil, ihanete giden yolu yavaş yavaş adımlar. Bu yol kendi evinin kapsında başlar, kapıdan çıkarken güvendiği, huzur bulduğu, dinlendiği, doyduğu birçok şeyi geride bıraktığını düşünmesi gerekir. Sonra yolda yürümeye başlar, gelip geçen insanlarla birlikte... Kenarda büfeler, lokantalar, oteller... karşılığını verdiğiniz sürece size sonsuza kadar hizmet verecek güler yüzler... On liralık hesabı olan bir masa ile 300 liralık hesabı olan masalar elbetetki farklı karşılanacak ve farklı uğurlanacaktır. Daha fazlasını veren müşteriye yakın ilgi gösteren ve daha sonra önüne nihayet yemeğini getiren garson bir insandır.İhanet etmiş midir? Önüne gelen yemeğe ahçı bir emek harcamıştır, yemeği yiyerek aslında birşeyler paylaştığını düşünür mü? Ahçının emeğini ayakta tutan ödenen hesaptır. Paylaşılan birşeyler olduğu ortada.. Hesabı fazlasıyla ödeyen birinin farklı hizmet görmesi garipsenemez, kimse ihanet gibi aptalca bir kelime kullanmaz..
Yola devam eder, eğlence kulüpleri dizilmiştir... İçerde sarhoş ve terli bir sürü beden vardır. Burda biran olsun dünyayı toz pembe gösterecek şişler mevcuttur. İçeri girip bu guruba katılır, iyi bi dans ve bakılabilir bir yüz sarhoş bakan birçok bedenle flörtün önünde engelleri kaldırır. Bu gecenin tadını çıkarmak için orda olan herkesten farkın birşeyi daha iyi yapabiliyor olmanadır. Orada para konuşmaz, yapabildiklerin konuşur... Azönce idareten takıldığı genci bırakıp bu iyi dans eden adama yanaşan güzel kız, bu müziği ve pisti paylaştığı, o gence ihanet etişmidir? Alkollü bir gecede herşeyi imkan dahilinde görebilen bu narin varlık için kariyerin, paranın, ahlaki kurallara verilen önemin veya inancın o esnada birer kıstas olabileceği söylenebilir mi? Oysa öğleyin saat 14:00'de onunla bir kafede görüşseniz size uzun uzun bunlardan bahsedecektir belki.. İşte bu gibi bazı durumlarda insanlar için daha iyi veya köü yoktur.. Anın verdiği zevk vardır.Bu yüzden pistte daldan dala gezmesi onu ihanetle suçlamak için hayli yetersiz bir sebeptir.
Fazla alkol almadan çıkar ve yoluna devam eder. Köşede bekleyen hayat kadınları yaptıkları işten büyük keyif alıyormuşcasına kahkaha atmaktadır. Bedeninden para kazanan bu insanlar için bedenini paylaşmak bir iştir... Zevk almazlar ve paran yoksa yakışıklılığının zerre önemi yoktur. Normal bir erkek bu tip ilişkilere ilgi göstermez. Çünkü yapılacak şeyin belli olması ve bundan ötesinin yaşanmayacağını bilmek olayı sıradanlaştırır. Oysa ilişkilerde zevk veren şey heyecandır. Onlar için sevişmek bir iş haline gelmiştir buda olayı ilişki olmaktan çıkarmıştır. Du donukluğun gölgesinde yinede onların heyecansızlığını göremeyecek kadar heyecanlı birkaç kişi bulacaklar, fakat bu kendisi olmaz...
Yolculuğun verdiği tecrübe ona, ihanete sebep biçebileceği herşeyi aslında günlük hayatta nekadar normal karşıladığını düşündürür. Şimdi bir otele gidebilir, orda televizyon izleyebilir, uyuyabilir yada gidip barda yarım bıraktığı eğlencesine devam edebilir... Bütün bu alternatiflere rağmen ayakları onu evine götürecektir. Kendini güvende hissettiği, tanıdığı, bildiği ve hepsinden öte alıştığı yere.. İşte bu ona ilişkinin neden sac ayağına döndüğünüde açıklayacaktır.
Tekrar eve gelip oturur. Az önce dışarıda birçok kez ihanete uğrmış veya tanık olmuştur, tabi eğer ihanete sebep biçtiklerini normal hayatına göre yorumlarsa. Bütün bunları silip attığında. Yaşadıklarının yaşandığı anda gerçek olduğunu anlar, suçlamak yersizdir.
Öyleyse içini acıtan bu şey de nedir? Bütün bu saçma düşüncelerle neyi gizlemeye çalışmaktadır? İnsan hayatı bir sürü bilinçsiz kavramla donatılmış fakat o bütün bunları kontrol etmekte, anlamlandırmakta yetersiz kalmıştır. Elbetteki içini acıtan gerçek; kendi aptallığının farkına varmasıdır.
28 Temmuz 2009 Salı
'EŞEK TEPMİŞE DÖNMEK
Küçük yaşlarda yazları babamların köyüne, dedemi ziyarete giderdik. Köy hayatı birçok cezp edici unsuru taşırdı hep, mesela hayvanlar. Onlarla oynamak tarifsiz bir keyifti, bu tehlikesiz değildi tabi. Bir gün ahırın önünde, dedemin emektar hizmetlisi Eşref amca ağaca bağlı inatçı bir eşeği çözmeye uğraşıyordu. Aniden eşek arka ayaklarıyla öyle sert vurdu ki Eşref amcaya, Eşref amca yere yuvarlandı, ağzından kan akıyordu, korkunç bir sahneydi. Babam beni kucağına alıp gözlerimi kapatırken, diğerlerinin Eşref amcanın yanına koştuklarını duyuyordum. Ağlamaya başlamıştım, bu telaş ve gördüğüm sahne beni ağlatmaya yetmişti. Daha sonra babam beni içeri götürdü, orada uyuya kalmışım. Ertesi gün Eşref amcayı sargılar içinde ama ayakta görünce sevindim ve her gün ki oyunlarıma devam ettim. Tavuklara yem verdim, kuşları kovaladım, kuzuları sevdim. Ahırın bir köşesine bağlanmış eşeği gördüm sonra, eşref amcaya yaptıklarından sonra okadar kızmışım ki ona taş atmaya başladım. ben taş attıkça bir yere kaçamayan eşek ancak gözlerini kırpıştırıyordu. Ben böyle taş atarken arkamdan kolumu biri tuttu, döndüm bu babamdı. bana niye taş attığımı sordu, çünkü o eşref amcayı tepti dedim.Onun özelliği bu, Eşref amcan daha dikkatli olmalıydı dedi ve ekledi, peki sen küçük eşeğini seni tepiyor diye dövüyor musun dedi bana, benim eşeğim yok ki dedim elimi tuttu olmaz mı hiç dedi ve elimi sol göğsümün altına koydu bak burada küçük bir eşek var dedi, gerçektende bir şey pıt pıt çarpıyordu. Bak dedi, nasıl tepiyor seni... Ama dedim bu canımı acıtmıyor ki, babam o hiç unutamayacağım gülümsemesiyle bir gün okadar acıtacak ki ufaklık, işte o zaman anlayacaksın eşeğin insanı niçin teptiğini...
Yıllar sonra çok sevdiğim ilk aşkın bitişiyle derbeder dolanırken o günler aklımdan bile geçmiyordu. Bir gün okuldan bir arkadaşıma rastladım Sultanahmet’te, bana ilk lafı “Ne bu hal, eşek tepmişe dönmüşsün?”oldu. Konuştuk, vedalaştık. Eve doğu yürürken bu sözü eskilerden çekip getirdi babamın o sözünü. doğruydu, göğsümde taşıdığım o küçük eşek beni öyle bir tepmişti ki, ben bile şaşırmıştım.. Babamın dediğini şimdi anlıyorum ve içimdeki o eşeğe kızamıyordum, çünkü haklıydı. Ben onu bir ağaca öyle sıkı bağlamıştım ki, canı yanıyordu... Ağaçtan ayrılınca ilk işi bu acının hesabının sormak olmuştu.. Eğer babamın bu sözünü hatırlamasaydım belki de daha uzun bir süre derbeder gezebilirdim... tıpkı o bağlı eşeği taşladığım gibi, kendime daha çok eziyet edebilirdim... Babamın o kolumu tutan sözü olmasaydı...
Yıllar sonra çok sevdiğim ilk aşkın bitişiyle derbeder dolanırken o günler aklımdan bile geçmiyordu. Bir gün okuldan bir arkadaşıma rastladım Sultanahmet’te, bana ilk lafı “Ne bu hal, eşek tepmişe dönmüşsün?”oldu. Konuştuk, vedalaştık. Eve doğu yürürken bu sözü eskilerden çekip getirdi babamın o sözünü. doğruydu, göğsümde taşıdığım o küçük eşek beni öyle bir tepmişti ki, ben bile şaşırmıştım.. Babamın dediğini şimdi anlıyorum ve içimdeki o eşeğe kızamıyordum, çünkü haklıydı. Ben onu bir ağaca öyle sıkı bağlamıştım ki, canı yanıyordu... Ağaçtan ayrılınca ilk işi bu acının hesabının sormak olmuştu.. Eğer babamın bu sözünü hatırlamasaydım belki de daha uzun bir süre derbeder gezebilirdim... tıpkı o bağlı eşeği taşladığım gibi, kendime daha çok eziyet edebilirdim... Babamın o kolumu tutan sözü olmasaydı...
20 Haziran 2009 Cumartesi
KAİDEYİ BOZMA!

Kalpte muhfaza o kağıdı buruşturup at!
Beyaz olmak önemli değil
eğer yazmıyorsa alnında "Most Important"
gerisi yalan!
gerisi manevra fakat hayat dar alan!
kabuğundaki vitaminden sıyrıl!
savrul ve tependeki akbabalardan kurtul!
içini boşalttık gevrek hikayelerle
isyan etsende farketmez, sağlam kaidemiz!
özür dileriz, çoktan seçmeli herşey
yok kimseye imtiyaz! yok geri iademiz!
İnsan olmak suç mu acıtasyonu geçti
Anla! bu sefer acıkan sürü seni seçti!
Değiştir nakaratını, hayatı güzelleştir!
Uymazsa sana alem herşey güçleşir!
Geri dönüşüm pazarına katılıp arttır fiyatını;
Aç buruştuduğun kağıdı otur üstüne kıçınla düzleştir!
ve tak gözlüklerini, gizlenir herşey zamanla siyah camlara
Ses çıkarma! itaat et seni pışpışlayan derin amcalara!
Sana geliyor akın akın güzel kızlar!
Elini attı bak göğsünde kabaran cüzdanı okşar!
Çekinme! içindeki hayvanı aşkla doyur!
Afferin işte bu büyük adam olma yoludur!
rehine bırakılmış kalp ve buruşuk bir kağıt!
özür dileriz, tek gidişlik tüm biletlerimiz!
yok kimseye imtiyaz, yok geri iademiz!
Tarihin kanunu bu; söz uçar yazı kalır!
Aniden göğsünde şehvetli bir acı
Hesap kabarır!
"Off" olmadan çıkar kurtlu kabuğunu kurtul!
Kokmazsa leş gibi tenin belki akbabalar seni unutur!
Bak sana yaklaşıyor siyah bakan bir amca orda!
Elinde buruş buruş bir kağıt, okumamış daha!
Değişmeden olmaz bu işler!
Değişmezsen birileri derini işler!
vazgeçme, maç 11'i tamamlayınca başlar!
Son dakikada giren oyuncu maçı ateşler!
Bırak yuhlasın seni kaidesi sağlam ağalar!
Gerçek taraftar iyi oynayanı alkışlar!
Bak nekadar çok numara var hafızanda
Ama hatlar karıştı!
Rehindeki kalbini almak için şeytan özünle yarıştı!
Bukadarıyla kurtuldum sanma!
Ruhunu sattın!
İnsanlık sözleşmeni buruşturup attın!
Sana büsbütün verilmişti ama...
Sen kaideni 365 ile giderken yırttın!
Şimdi siyah cübbeli bir adam sorgusuz ve sualsiz:
"Afederdsiniz ama artık benimsiniz!
Eminim filmin sonunu böyle tahmin etmemiştiniz!"
Durma şimdi af dilemek için kötü zaman en iyisi bas gaza!
çarp bir boş vaktine, tüm ibadetlere sebep bir kaza!
Bir yanın azap azap ateşler bir taraf sefa!
belki kurtarır seni iyi yazılmış bir müdafa
Özür dileriz, kurtuluş belgemiz kalbin muhafazasında!
Yok ödünç vermeye niyetimiz, yok fazladan bir nüsa!
17 Haziran 2009 Çarşamba
BANK

Önüme bakarak yürüyorum...
baktığım yüzler suçlu
ben suçluyum.
Şimdi gözyaşlarıyla
Hüznü alkışlatmak gerekmiyor
Kırılması öğütlenen oyuncak gibi
rolümü yerine getirip
tüm hevesleri yitirip
hala gülümseyen yüz olarak giriyorum
hatıra sandıklarına..
fotoğraflarda gülümserken
yıllar sonra bakacağını düşünmedim
yılları hiç hesabetmedim..
baktığım yerde gördüklerim..
ve aklımda kalan sadece sen..
gülümseyişime sebep biçtiğim..
Şehir için sıradan bir yüz
Yüz yüze bakmak için hayli yorgun..
Bankta gazete okumak kadar yalan;
her insan için en iyiyi istemek
Kendine yenilenler bilir;
Yüzündeki resmi dolaştırıp caddelerce
Resmi tanıyan birinden dinlemek kendini
eniyi büyüdüğünü hissetme yöntemi
Denize bakıp ağlamak kadar soylu görünmesede
Göz yaşını yağmurlara gizlemeyi öğrendim
Sokak lambaları altında
sadece Tanrının gördüğü bir sahne..
sokaklara damlayan yağmurların
coşkulu alkışlarıyla biten gece.
sınıflarca insan arasında
önlerde veya arkalarda izledik hayatlarımızı
sadece benim gülmem ve sadece benim ağlamam
İŞTE BU BENİM FİLMİM!
demek için yeterliydi!
Kaç kez bekledim yağmurları..
suskun salonda yankılanan yağmur sesini..
perdeler kapanana dek..
Hiçbir gün ışığı aydınlatmayacak
Kaygı kumabaramın paslı içini
Trafik ışıkları gibiler hepsi;
dur düşün, hazır ol çık dışarı
ve geç üzerinden nehirlerin
Kara yılan gibi uzanan yolların
sürüklediği hayatlara katıl
Akrep ve yelkovan kolları kapanınca
hayatın masal olmadığını anla
Kendini kaybeden insanlar bilir..
incecik bir çizgidir günah..
Göz kapakların kadar...
Başka başka şehirlerde olsa
Başka başka yüzlerde çıksa karşıma
Bankta gazete okumak kadar yalan
Her insanın sana inandığını sanmak.
Bu şehirler arası yol hikayesinde
Omzuna başını koyan yabancı biri
Hakkımda bilmediği ne çok şey var!
Ne çok şey var hakkımda bilmediğim!
İşte inanmadığım yüzler..
şaşırmayan yüzüm...
En az onlar kadar suçluyum!
cami kadar inançlı olmak
Devlet binası kadar sağlam..
Anıt kadar mağrur...
Bir şehir olabilmek için savaşıyor insanlar
Atıklarıyla boğdukları huzur
Kestikleri umutlar..
Nasılsa yarına çok var..
ve orda
herşeyin iyi olduğunun ispatı
bankta gazete okuyan bir adam var..
İçimde bu şehre, kendine benzettiği herkese
kendime öfkem var..
Şimdi bu öfkeye
Herşeyi değiştircekmiş gibi inanmak boş
geceleri masallara terkedilen sokaklar gibi..
Ne döndüğüm ne yürüdüğüm çevre benim değil..
Oysa ben geçmişteki birçoğu için
Aniden sandıktan çıkan
unutulmuş bir resim olmayı seçtim çoktan
Bu korkutmuyor beni..
Korktuğum; dinlediğim şarkıların bitmesi..
İzlediğim filmleri anlamamak..
Denizler üzerinde yürümek..
ve birgün
tüm dünya uçuruma sürüklenirken
çığlık çığlığa bir kurtuluşa mani
bankta kaygısız gazete okumak..
Korkum; Bunca ihtirasın altında kalan
gri bir şehir olmak...
Vaadedilen cennet;aşk
Dikiş izi gibi derimde uzanan rayların ucunda
Niçin yaban gülleri kadar uzak?
14 Haziran 2009 Pazar
FİKİR OFİSİ
Buradaki bütn fikirler şahsıma aittir, gelecekteki ben dışında kullanım hakkı yine bendedir:)
En Küçük An Teorisi: Bir insanı tanımak için yıllar değil, gayet doğal hareket ettiği küçücük bir an gerekli ve yeterlidir.
Sarılış Teorisi: Kadınlar ilk öptüğü erkekleri değil genelde ilk sarıldığı erkekleri kolay unutamazlar (Çoğunda aynı kişidir ama esas neden budur)
Askılık Teorisi: Eğer bir insan yanlış bir bilgisini değiştirmek istemiyorsa o bilgi üzerine astığı birçok ilgi mevcuttur, fazla üzerine gidilmemeli.
Benden Öte Teorisi: İnsan başkalarına hoş görünmek için giyindiği zaman; sadece kendine yakıştırdığı için giyindiği zamandan daha kırılgan,alıngan, öfkeli ve ezik olabilir.
Tercihler Teorisi: Erkekler sevdikleri kadınları, kadınlar ise kendisini seven erkekleri evliliğe götürmek isterler.
Hüzün Senfonisi teorisi: Kadınlar bitirirken bile masum olmayı başarırlar. Erkekler, ilişkiyi bitirmiş olmak gibi ağır bir madalyayı boyunlarına asarak kazandıklarını sanırlar.
Geceden Geçemeyeler Teorisi: Nuri Alço istisnası dışında erkekler kızlarla ne yapmak istediklerini gayet açık ve net belli ederler. Kadınlar duymak istedikelrini erkeklere söyletir ve bunun üzerinden hesap isterler, netekim hesap gelmez.
Renkli Yol Teorisi: İnsanlar hayatı boyunca yürüdükleri yollarda kendileri gibi insanlarla karşılaşırlar. Tonları farkı olsada ana renkler aynıdır.
Tekerlek Teorisi: Doğada, eşyalarda ve insanlarda ençok ses ve arıza çıkaran şeyler genelde olduğu yerde dönebilen şeylerdir. (Dönebilen kavramı içine insanda dahildir)
Çözüme Varım Teorisi: Kadın makas, erkek taş ve "problem durum" kağıttır. Aralarındaki ilişki aşikardır.
Nefret Etkisi Teorisi: İnsanlar en çok sevdiği insanla ilgili bilgi sahibi olmak istediği kadar en çok nefret ettiği insan hakkında da bilgi sahibi olmak ister. (Hatta bazı durumalarda bir okadar yakın)
Geribesleme Teorisi: Erkek/Kadın yeni ilişkisindeki her başarısızlığın hırsını eski ilişkilerinden çıkararak denge kurmaya çalışır ve belli aralıklarla kendini hatırlatarak ilişkinin tamamen bitmesini engeller.
Vampir Teorisi: İstenmeyen bir duruma bulaşan ve çözüm bulamayan her insan başkalarını da bu duruma çekmeyi ister ancak sadece bir kısmı bunu dener.
Sahibim Teorisi: İnsanlar eşyalara değer veririler bunun sonucunda eşyaları kullanıldığında kendilerini kullanılmış hissederler ve tepki gösterirler. (Uzakdoğu kültüründe durum farklıdır, eşya ne kadar çok kişi tarafından kullanılmış ve eskitilmişse okadar değerlidir)
İnsan-Toplum Kuru: Bir toplumun gelişmişliği eğitim verilen birey sayısı ile bu eğitim sonunda toplumda doğru yerini bulan kişilerin oranına bağlıdır.
Satış-Destek Teorisi: Firmalar ürünlerini ençok; klavuzuna dilini eklemediği, bakım-onarımını tam olarak yerine getiremediği ve ürünü tasarlarken temel aldığı "global" yapıya dahil olmayan ülke ve bölgelerde satarlar.
Yabancı Dil Teorisi: İnsanların çoğu kendi dilini iyi tanımadığı ve buna bağlı olarak bir dilin yapısını anlamadığı için yeni bir dil öğrenemezler.
Devamı Gelecek...:)
2 Haziran 2009 Salı
DUVAR

...
Buraya kadar her şey normaldi derin bir nefes alıp düşündüm "Sıradan bir insanın duvarla ne sorunu olabilir ki?"
Elimde neşter kendi saçlarımı kazıyordum, biraz kan ve bolca saç teli... Duvara asılı aynanın karşısında kendime acıyarak bakıyordum. Acı insanı kuvvetlendirir, peki neden güce ihtiyacı var insanın? Acıdan korktuğu için.. Güçlü her insanın aslında birer korkak olduğu çıkarımını yaptığımda son saç köklerini kafamdan kazımıştım. Ellerim kan içindeydi ve neşterde.. Biraz sonra kapı çalacak ve o beni görür görmez çığlık atacaktı. Aslında onun beni böyle görmesini isterdim, biraz olsun bendeki bir değişikliği fark etmesi hoşuma giderdi. Ama kendine zarar veren bir psikopat gibi görünmeyi kendime yakıştıramadım. Yere bir çığlık gibi saçılan saçlarımı topladım, bir kaç damlalık kan lekesini temizledim ve kafamı soğuk suyun altına tuttum... Su küvete önce pembe sonra kırmız ı ve sonra yine pembe renge büründü, kafamı kaldırdım... Aynadaki yer yer kırmızıçizgilerle dolu bu kafa benimdi artık... Biran için çok güçlü bir istekle aynaya yumruk atmayı istedim. Ama onun o ince kırılgan zarif yapısının ardında sağlam bir duvar vardı, bu benimde canımı acıtırdı.
Üzerimi değiştirip, etrafı son bir kez yokladım. Dizüstü bilgisayarımdaki şarkıları ve ses sistemimi kontrol ettim. Kahve için suyu ısıtıcıya koyup beklemeye başladım. Beklerken televizyonu açtım, sonra MSN'de kimler var diye baktım, kendime bir sandviç yaptım ve üzerinde "For your lips" yazan kupamla meyve suyu alıp yedim , tişörtüme bir damla ketçap döküldü daha fazla dağılmasından korkup hiç dokunmadım, ketçap kurudu, kanlı bir kafayla beklemediğime dua ederken kapı çaldı.. Geciktiği için üzgündü, evden çıkması zaman almıştı bu kelimeler hızlıca gayet planlı çıkmıştı ağzından. Hiç ama hiç samimiyet yoktu zaten onunda böyle bir amacı yoktu... Çantasını tekli koltuğa bıraktı, tek yanaktan öpüştük ve oturdu... Diz üstü bilgisayarımın karşısına oturdu, göz ucuyla ekrana (neyle uğraştığıma) baktı sonra benim oturmama fırsat vermeden bir bardak su istedi... Kafamda söyleyeceklerime odaklanmış içte son bir tekrar yaparak suyu aldım tam dönerken ayağım mutfakta küçük bir kartpostalı taşımaktan başka hiçbir işe yaramayan duvarın köşesine çarptı... O duvar köşesi bu gün için sivrilmiş ve bileylenmişti sanki.. Suyun bir miktarı döküldü, acımı bir kenara bırakıp suyu tamamladım ve salona doğru giden uzun ince yolu adımladım... Gelir gelmez istediği ilk şey olan sudan ancak bir iki yudum alıp bu konuşmanın sonuna kadar kalacağı yere bıraktı... "Saçlarını kazımak nerden aklına geldi" diye sordu, bu 'senin farkındayım' demenin en uç şahıs kipinde söylemiydi ve ben ona ancak genel nezaket içinde cevap verebildim "sıcak"tı ve ben birden saçlarım olmadan serinleyeceğimi anlamıştım. Şu saniye konuşmaya ilk başlayan kişi daima sorularla muhatap olacak ve savunmadan atağa fırsat bulamayacaktı, bu ben olmamalıydım, ben bu hatayı yapamazdım..."Aslında ben" diyen ses benimdi, konuşmaya başlayarak hem kendi içimdeki bahsi hem de mevzu bahsi baştan kaybettiğimi hissettim,geçici bir histi ve devam ettim...
"Aslında ben... Her zaman yaptığım gibi kafamdakileri seninle paylaşmak istedim. İkimizin de bu ilişkide büyük emeği var (işte kompliman için adanan koca bir yalan, umarım bunun vebali bana değildir) ve sende öylece boşa yıpranmasını istemezsin. Senin her an yanında olmak için elimden geleni yaptım, buna karşılık senin kurallarına ve yaşamına saygı duyup senden böyle bir şey beklemedim, bana verdiklerinle gayet mutluydum. Ben içindeki bütün tabuların ardında ben varım sanıyordum, kurtarılmayı bekleyen ben... Ama seni tanıdıkça bu tabuların amaçsız kuleler olduğunu ve çoğunun sana senden öncekilerden armağan edildiğini gördüm.. Kulelerin içi boştu, bomboş duvardılar... Ben Don Kişot gibi mızrağımla her saldırıldığımda yerlere yuvarlanıyordum, sen bu savaşı anlamsız bu koca devleri ise zararsız görmekteydin hatta onları koruyordun bana karşı." Masallarla büyüyen bu güzel yüze anlattıklarım ninni gibi geliyordu, ancak cümlenin sonunda patlayacak ünlemli bir yargıyla kendine gelecek ve savunmaya geçecekti..
"Sahip olduğun hiçbir şeyde gözüm yok, senin mutlu olmanı hangi koşulda olursa olsun istiyorum. Ben özgür bir alan istiyorum, ben aşkımı sınırsız yaşamak istiyorum ve bunu yapmayan 5 küsur milyar insanı örnek almaya hiç niyetim yok.. Eğer gerçeği arıyorsak gerçeği bu aşkın.. Senden bunun için istediğim tek şey bir kez olsun aşkında sende güçlü bir deprem yaratması ve en azından birkaç putunu toprağa gömmesi oldu, ama bu deprem hiç gelmedi.. Bana sevdiğim şarkıları söyler gibi bahaneleri söyledin... Ağladın, buna dayanamayacağımı bile bile... Artık savaşı bitirmem gerektiğini ve bu kara kulelerin arasına sığabilecek bir kulübeyi kabullenmemi istedin... Senin için bırak dağları delmeyi içimde tek bir tepe bırakmadım... Yüreğimin bir ucundan bakınca diğer ucundaki en ufak bir gölgeyi fark ediyordun.." Tıpkı şimdi karşında aczimi fark ettiğin gibi... "Ben senin gibi kuleler dikemem, sana benimle yaşaman için çitler öremem... Ben sis, yağmur, fırtına, kar... Göğün alabileceği kadar bulutla çökerim üstüne... Sen bu mavi göğün bittiği yerde bekleyen bulutları görmedin.." Gözleri bu tehditkar cümlelerin sahibi aşk'ına bakıyordu dikkatlice.. "Aslında sen gelmeden öncede bunu düşünüyordum ben, benim seninle sorunum yok ben beni içine hapsetmeye çalıştığın duvarlara karşıyım" Az önce bir yumrukla cam parçalarını duvarın böğrüne saplamak istemem ve mutfaktaki o hain çıkıntıya bilinçsiz savurduğum tekme ile düşününce..." Bu benim doğam, ben hapsedilemem... Ben seninle yaşamak istedim, sadece seni yaşamak değil... Seninle yeniden konuşmak için arayıp telefonu kapattığımda aynada parmakların arasında su gibi akışkan olan saçlarımı gördüm, bana verdiğin bu küçük armağanlar beni sana aciz kılan zehirlerdi.. Dudaklarını özlemem, saçlarımdaki elin ve sarılman... Beni etraftaki herkesten yiyeceğini sakınan bir yılan gibi sarıyordun..." Yüzü buruştu, allak bullak oldu be ben o kulelerin onun içini darmadağın eden birer deve dönüşmesi için yaptığım ayine devam ediyordum.. " Bu aşk değildi, ortada emek harcanan bir şey vardı evet ama bunlar yıkılmayacağı belli olan duvarlara atılan boş, acı evren yumruklardan farksızdı.. İşte o telefondan bugüne kadar kendimle savaştım ev işte bu sabah .." tıraş bıçağı bulamadığım için neşterle.. " ..ellerinin gezdiği saçlarımı kesip attım, ellerinin sıcaklığına alışmışlardı, bu konuşmayı gölgeleyebilirlerdi.." Kafası öne eğildi, aşkına okuduğum meydan o çok yüksekte izlediği kuleden ona serenat gibi geliyordu...Mağrur bir hüzün taşıyordu.. Boynunun eğildiği şu anda istediği ünlemi vermenin tam zamanıydı, bu ayinimin en zor kısmıydı, ikimiz içinde... "Artık seninle olmam imkansız, kafamdaki kesikler sızlıyorlar, içim sızlıyor ama seninle olamam artık.." dedim.. Kafasını kaldırdı, bilgisayarımın ekranına baktı, başka biri olabilir miydi? Bu kadar yolu gıkını çıkarmadan gelen biri hem de böyle bir pozisyonda defalarca alttan alabilmişken neden bitirmek isteyebilir ki? bunları düşünüyordu belki de... Sonra toparladı kendini ve " Senin için bu kadar büyük sorunlar olduğunu bilmiyordum, sen mutlusun sanıyordum. Bu küçük dargınlığı da öncekiler gibi atlatacağımızı sanıyordum..." diyerek beni az önce galip çıktığım meydana çağırıyordu, içinde bir deprem başlamıştı... "Benim için ne kadar değerli olduğunu sana ifade edememiş olabilirim, o tabular kuleler her neyse hiç biri beni sınırlayamaz.." deprem şiddetleniyor ve tabular yıkılmamak için canavarlıklarını untumuş benden merhamet bekliyorlardı. Onların bu düzeni bozacak güçleri kalmamıştı.. Yine iş bana düşmüştü.. " Sen istedikten sonra, biz istedikten sonra… Bende hiçbir zaman sınır görmedim yaşayacağımız hayatta.." diyebildi sesi titreyerek, çünkü bir adımdan uzağa hiç bakamadın dememek için zor tuttum kendimi, her şey kafamdaki gibi olacaktı.. " Ama eğer başka bir nedeni varsa... O senin bileceğin iş, benim için vazgeçmekte bitirmekte o kadar kolay değil..." Yanıma yaklaştı, elimi tuttu halıya damlayan ketçap lekesi hangi ara oldu diye düşünürken kafamı kaldırdı, gözlerime baktı.. " Biz bunca zaman çok şey aştık.." ben o engelli koşunun daima favori atı olmuşumdur zaten... "Şimdi düşün biraz daha, benim senin için yıkamayacağım kule yok... Kurtar beni bu kulelerden prensim" deyip hafifçe gülümsedi.." Sonra iyice yaklaştı boynuma sarıldı, tutunup tırmanacağım ve ömür boyu beni kuleye hapsedecek saçları omzumdaydı... Boynunda parıldayan bir kolye klipsi gördüm elimi attım, klipsi çözdüm.. Aniden geri çekildi "N’apıyorsun?" demesiyle kolye boynundan çözülmüş elimde sallanıyordu... İlk yıldönümümüzde hediye ettiğim bir kızılderili savaş baltasıydı bu. Elimde sallanırken ikimizde bir an bu baltaya baktık... Savaş daha bitmemişti, o tabular, o bencil yaşamı ve dönsem de değişmeyecek bu soğuk güzelliğe bir savaş yarası lazımdı. Ben kafa derimde zonklayan yaraları nasıl hissediyorsam o bu savaş balatasının bunca zaman gömüldüğü koynundaki boşluğunu bir ömür hissedecekti.. "Sen bu kolyenin de, bu yüreğinde hakkını verecek biri değilsin, sen sadece sana aitsin.. " diyerek ömür boyu kanayacak yarasını göstermiştim ona.. Ayağa kalktı gözleri dolu dolu hızlıca çantasını aldı ve "Baştan beri yalandı değil mi?!" diyerek ağlamaya başladı.. "Evet ve hala devam ediyorsun" dedim.. Bir hışımla çekti gitti.. Kapının kapanışı duvarları titretmişti... Ardından gidip kolundan tutumak istedim, ama bu zarif kırılgan durşunun altında kalın duvarlar olduğunu düşündüm, bu benim canımı acıtırıdı.. Dudak izlerini taşıyan bardağı lavaboya bıraktım, ısıtıcıdaki sıcak suyu bir kaşık kahveyle kupamda buluşturdum.. Bir yudum alıp salona doğru yönelirken az önce gözüme ilişen kartpostalı duavardan söküp aldım "Sen de bunu haketmiyorsun" dedim.. Salona giderken asılı duran aynanın köşesine iliştirdim sarı yapraklı bir yolda yürüyen adamın kartpostalını... Aynada kendime baktım…Yeni kazınmış saçım, bir damla kurumuş ketçap ve kupamda yazının görünen kısmı.. "For you.."
Buraya kadar her şey normaldi derin bir nefes alıp düşündüm: Sıradan bir insanın duvarla ne sorunu olabilir ki? Ama ben 5 milyar insandan biri değilim, sıradan değilim...
30 Mayıs 2009 Cumartesi
SINIR

Bu bloğu bu isimle başlattığımda aslında kendimle çelişmiştim. Çünkü burada her ne olursa olsun aklıma gelen her şeyi gelecekteki benle paylaşmak istiyordum lakin sadece şuan yaşanılan doğruların iç yüzü sandığım yazılarla dolu bir geçmiş var şimdi elimde. Kara Kaside’nin amacına uyup bütün güzelliklerin açıklarını tek tek ortaya koymaya çalıştım, şuan ki bakış açımla gelecekteki hallerim (bu nedenle yazılarım bir hitap taşıyor) arasındaki farkı görmek için yapılmış bir çalışmaydı bu. Daha sonra yazılarıma yorumlar geldi yayınladığım ve yayınlamadığım o yorumlar bana bu bloğu rasgele de olsa görenlerin olduğunu hatırlattı ki bu nedenle açıklama yazmayı gerekli gördüm.
Kara Kaside ismini ve güzelliklerle olan savaşımı sona erdiriyorum, bitirirken de beni tanıyan bir arkadaşımdan beni anlatmasını istedim bu son yazıda, mahlası başkasının gözünden yazmak bana daha inandırıcı geldi. Çünkü "Kendini anlatırken objektif olabilen bir insan ancak kaval çalan bir kurt kadar inandırıcıdır."
Az önce belirttim; biten sadece Kara Kaside ve güzelliklere olan savaşım, bu sayfada daha özgür olarak yazmaya devam edeceğim tabi farklı bir isim altında.
Okuyan-ben dâhil- herkese sevgiler...
nerden başlasam;
benim seni tanımam bitmediki bana bu yazıyı yazdırıyorsun diye nekadar direttiysemde dinletemedim.okul çağlarında olsak anlarım "bana kalbin kadar temiz bu sayfayı ayırdığın için.... " ile başlayıp bir yığın güzel şey yazar geçerim. açıkçası bu blogdan haberim yoktu ve bu yazıları yeni okudum. bu kasideye mahlas olacak yazıyı benim yazacak olmam beni biraz sevindirsede seni nasıl anlatacağım konusunda bu yazılar iyice kafamı karıştırdı. seninle bu konuları esastan hiç konuşmadık, ("Masal" kısmı bir parça tanıdık gelsede) ama az çok fikrini çıkardığım birkaç cümlene paralel. bu yazılarda deniz seviyesindeki sen kültürüm bir parça daha derinleşti ve söylediğim gibi kafam karıştı. seni bir arkadaş olarak anlatmayı planlıyordum ve öyle başlayacağım sonrada bu yazıları yazan kişiye bu pencereden bakacağım.
ben senin melek mi şeytan mı olduğunun anlamış değilim güzel dostum. çünkü ancak bir melek bukadar güçlü önseziye sahip olur ve ancak bir şeytan kendi hatası sonucu üzülen insana bukadar acımasız davranır. şeytanda bir melekti... sana şeytan demek haksızlık olur.bana söylediğin şu söz (bilmiyorum belki bi yerden çaldın veya o an ilham geldi:)) çok hoşuma gitmişti ve seni şeytan yapmaktan son anda vazgeçirdi; "Acı çekiyor diye uyuşturmak insanın ruhuna yapılan ötenazidir, ölücekse acıdan ölsün yaşayacaksa dahada güçlenir" böyleydi sanırım. yaşadığın dostluklarla olan sorunun hiç bitmedi,onları önemsediğin için abartıyorda olabilirsin. benim bu konuda tek karşı çıktığım nokta var insanların hayatına girip önem kazandıktan sonra öylece çıkıp gitmek gibi bir hakkın yok, bu benim fikrim belki zaman zaman benide bir sorun olarak görmüşsündür bundan gocunmam şu saatten sonra. ben bana kattığına bakarım, şimdi kendini övdürüyor olmasın diye senin hakkında tam yazamıyorum ama bence sen sırf küçük hesaplar yapmayan kalbin olduğu için büyük bir kazançsın.
yazılarını okudum, her biri için kendi hesabıma tuttuğum savlar var. burda güzelliklere karşı bir duruş görmedim,hepsi iyi olanı korumaya yönelik düşünceler. çoğu yerde çok heyecanlı olduğun belli oluyor. sınıflandırma yapmana gerek yoktu, çoğu yerde kötü olmak tamamen şans işidir yada kötü birşey yapmakla kötü niyetli olmak aynı şey değildir, tabiki bu benim fikrim. Masal gözlerimi yaşarttı (yine), Hayal'i tanıdım, Gece'yi yaşamak istemem... siyasetten pek anlamam ama anlattıklarını mucizevi şekilde anladım, hak verdim çoğuna. bunun dışındaki yazılarında gördüğüm hep yakanı bırakmayanlardan şikayet etmişsin.ben bildiğim iki tane var.senin çoklu yaşamlar teorin var, diğerlerini tanımam zaten mümkün değil (bu teoriyi yemin ederim şimdi anladım!:))
bunun dışında senin hakkında çokda birşey yazmak istemem, sonuçta net alemi bu belli olmaz. sen istediğin zaman sana anlatırım;) bir sayfa bitiyor yenisi başlıyor, Allah muvaffak etsin.. bu sefer takip edeceğim ama:) umarım bendende kurtulmaya çalışmazsın bigün:)
Suzi
7 Mart 2009 Cumartesi
Uzak

Şu an yaşadığım şehirden ve yaşamak istediğim kişiden çok uzaktayım... Döndüğümde yavaş yavaş değişen bu düzene sizler sıradan gözüyle bakarken ben ve bendeki bu açlık etrafı doymak bilmez bir halde izleyeceğiz. Sonra ben tıkanacağım, bu açlık ölecek ve bende sizlerden biri olacağım..
Yaşadıkça yaşayası geliyor insanın çünkü her adımda bir sonraki adımın hayalini kuruyorsun, bir sonraki adım için ayağını yere sağlam basmak zorundasın, yürümek işte... Yol, yürüdükçe
ayakabıları eskitiyor, değişen ve gelişen insanın cümleleri kısalıyor, susuyor. Rüzgarla savrulmadan küçük kırıntıların peşinde koşmadan.. Birgün herşey ortaya çıkarsa ne yaparım, Söylediğim yalanların hesabını nasıl veririm korkusu olmadan yaşayan herkes, ben gibi, bu yolun sonundan çok yolun kendisinden bahsedecektir.

Değil mi ki bana, bir gelecek kurmaya yetmeyen şu kalbe, diğer yarısını verdi. Bu yola kızılır mı?
Geride kalan insanlar olacak, tanıdığım herkesi geride bırakacağım güne dek teker teker düşecekler.. Ben sımsıkı sarılsamda olacak, yenileri yağacak... Cümlelerimin "siz" i düşecek ..
Tekrar görüşünceye dek...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)