12 Aralık 2007 Çarşamba

Acılardan Memleket


Biz ki nice zaferi ve devleti tarih sayfalarına altın harflerle nakşetmişiz. Övünmek şöyle dursun, dönüp bakmamışız bile birdaha. Kaç safya yırtılmış ardımız sıra umrumuzda olmamış. Bir beyin ardına, gök tanrının eteğine ve hilafetin gölgesine sığınsakta... İçimiz su gibi berrak, ruhumuz nefes kadar özgürde olsa... Bizi bağlamaya yetmedi hiç bir güç. Biz mutluluğun çocukları değiliz, biz iç huzurunda büyüyen çiçek değiliz!


Biz kimiz?

Biz; sen, ben, o.. Sokakta gördüğün herhangi biriyiz. Kavga dövüş büyümüşüz. Oyunumuz cenk olmuş, cengimiz oyun... Bilmem kaç yüzyıl sonra birileri oturtmuş karşısına anlatmış gereksiz ne varsa. İşimizi gücümüzü, neşemizi çalmışlar. Kendi tarihimiz ağır gelir olmuş, alın yazımızı silmeye kadar vardırmışlar işi. Açken ekmeği bölüşürdük ya, sen doymazsın ben doymam. Bizi doyuran paylaştığımız ekmek değil, aynı ciğer acısıydı. Biz acılarda kurulduk, acılarda yükseldik, acılarda varolduk. Yuvasını kaybeden kuşada, babasını yitiren yavruyada ağladık. Biz kanayan etlerimizi kenetleyip kan kardeş olduk. Şimdilerde anlatılan masallara değil, dedelerimizin yaşadığı vücutlarında çizgi çizgi yara izleriyle ispatlı anılara özendik. Askere ölmeye giden kaç nesil kaldı şu namert dünyada? Eğer yediğimiz o büyük miras olmasa, dayanırmıydı bu toprakalr bunca can yitişine... Bizim acıya tesellimiz bile başka acılar olmuş. Damdan düşen tabibi değil, kendi gibi damdan düşeni aramış ilk başta.

Bunca zaman hem yara hem derman olmuşuz kendimize de, şu güne gelip dayanınca ne oldu halimiz? Acılarımızı aldılar elimizden, sanki etlerimizden sinirimiz çekilmiş gibi... Sanki yıllarca başı kesilen, yedi düvelin kin yağında kavrulan biz değilmişiz gibi ve bu alemde yaşamak için savaşmak ayıpmış gibi büktürdüler evladımızın boynunu. Kendi neslimizden utanır olduk, ellerimizin nasırı gitti... Çorbamızda gezinen kaşıklar azaldı, kollarımız birer birer kırılıp yen içine saklandı... Medeniyet denen canavarın avcunda parça parça bir ulus.. Bırak komşunun şehit düşen oğlunu,aynı sütü içtiğimiz kardeşimizi unuttuk... Hayat kavgası, cenk meydanında kılıç şangırtdatmaya benzemedi. Paraya tamah ettik edeli bizde o eski tad kalmadı... Yara yok, kan yok... Yiten can giden torpak yok... Acı yok! Geçmişimizden söküp aldılar hepsini...

Biz ki sinemaya bile ağlamaya giderdik... Kendi kırık pencereli tek göz odamızın halini düşünmeden evsizlere ağlardık. Biz acılarla ayakda durduk nesillerce. Bizi bir arada tutan ve parmak parmak anadoluya yayılmış bu milleti yumruk yapanda acılardı.. İzmirin bağrına diken gibi başka renk bir sancak saplansa Erzurumda kanlı göz yaşı akardı.

Bir sabah kolsuz bacaksız uyandığımızda mı anlaşılacak herşey? Birileri gelip evimize kadar girdiğinde mi? İmdadına, feryadına kapanan komşu kapılarında mı? Kim hatırlatacak bizi biz yapan acılarımızı? Tarihimizi değiştiren ellerin kirini kim görecek? Hani herşeyden önce, sokakta yürüyüp giden insanlara bakınca durup düşünmeli insan; Yüzyıllardır bu toprakların suyu olmuş kanımız. Günde yarım peksimete saatlerce cephede mevzi gözetmişiz. omzumu dayadığımın dili ayrı sırtımı dayadığımın dili ayrı dil, rengi ayrı renk. Ama hep güvenmiş ve inanmışız. Peki ... Biz kimiz?

2 Aralık 2007 Pazar

Komplo Teorileri


Kesinlik ve belirsizlik iki uç nokta kabul edilirse eğer bütün ömrümüzü sahip olduğumuz herşeyin varlığını belirsizlikten kesinliğe doğru taşımaya harcıyoruz. Kesinliğin sembolü doğum (varoluş) belirsizliğin sembolü ise ölüm (yokoluş) olunca aslına bakarsanız doğum ve ölüm arasında ölümden doğuma kaçırmaya çalışıyoruz herşeyi. Kesinlik hayatımızda çok önemli ancak hayatımızda birçok durum yüzde yüz kesin değil. Yaşamı anlamlı kılan belirsizliklerle mücadele etme ve nihayetinde tamamen kaldırılmasalar bile kesinliği egemen kılmaktır. İnsanın doğa zekası gelişimini; zihni belirsizlikler üzerine değil kesinlikler üzerine odaklayarak doğru sonuçlara ulaşmaya borçludur. Ortaçağda din önderliğinde insan ölüm ve ölümden sonrası ile fazlasıyla meşgul olduğu için gelişim oldukça yavaş ve kalitesizdi. Çünkü daha önündeki küçük belirsizlikleri kesinliğe kavuşturmadan belirsizliğin en uç noktası olan ölüme kafa yormak koca okyanusa bir salla açılmak kadar umutsuz bir yolculuktur. Çağımızda bilim önderliğinde önce günlük hayattaki belirsizlikler bir bir kesinliğe kavuşturuldu. Daha sonra doğumun kesinliğine odaklanarak ve ondan güç alarak ; yaşam, sağlık, rahat ve huzur gibi kesinliği değişen durumların kesinliği arttırılmaya başlandı. Netekim yaşam ömrü uzayan insan nesli her geçen gün artarak ölümsüzlüğün kapısını yani belirsizliğin kaynağını zorlamaya başladı. Gayet iyimser gibi görünen bu tabloda hayatında ki bütün belirsizliği aşmış bir insanın amaçsızlığını doldurma görevi elbetteki satıcılara düşmekte. Daha çok kazanan ve birçok kesinlikle sıkıştırılımış bir hayat, ışığı sönüp karadeliğe dönüşmüş yıldızlar gibi tüketmeye başlıyor. Bu bir zinicir: kazanan kazandırıyor.


Ancak bu hikayenin daha ilk kısmı.


Doğanın birçok belirsizliğini kontrol altına alan insan toplulukları, kesinliklerine güvenerek tıpkı bireyleri gibi tüketmeye başlıyorlar herşeyi. Ama kabul etmek gerekir ki kürsüye çıkıp milyarlarca insana sadece onbeşbin kişi için onları zehirlemeniz gerektiğini itiraf edemezsiniz. Bunun için ortalık biraz dumanlı olmalı ve bu sözlerin sizin sözleriniz olduğu "kesin" olmamalı. Yani görüntü bulanmalı, renkler karışmalı sadece sizin görünmesini istediğiniz noktalar belirgin kalmalı. Bunu böyle görmesini istediğiniz kişiler, zekası sizinkiyle aynı evrime maruz kalmış kişilerse iş biraz zorlaşıyor, ama asla imkansız değil. Doğanın size oynadığı belirsizlik-kesinlik oyununu siz insanlara oynuyorsunuz. Önce kesin olan ancak sizin tasvip etmediğiniz bütün inanç, düşünce, kişi, kurum veya ulusu tartışmaya açıyorsunuz. Sonra sizin tarafınızdakileri bu tartışmanın tüm saflarına eşit olarak dağıtıp tartışmayı başlatıyorsunuz. Tüm saflardan ayrı ayrı senaryolar yazılıyor ve açıklanıyor. Biz bu senaryolara "komplo teorileri" diyoruz. Sonuçta birinin tamamen haklı olduğu asla kabul edilmez ama tartışılan konunun varolan bütün kesinliğide yitip gider. Artık o kişiden kişiye göre değişebilir birşey olur. Komplo teorileri sadece yıkmak için değil aynı zamanda ortaya konacak ve toplumu olumsuz etkileyecek oluşumların da temelini atmaya, halkı hazırlamaya yarar. Şu bir gerçek ki ortaya atılan bir komplo teorisi herzaman iyi niyeti değil, hatta herzaman farklı kişilerin düşüncelerinide yansıtmıyor ve hatta bazen sadece tek bir kesime yarar sağlıyor. Komplo teorilerinin tek amacı ortalığı toza dumana boğup kesinliği kaybetmek ve belirsizlikten faydalanıp istenilen durumu sağlamak. Her buluş gibi yanlış ellerde bir canavara dönüşebilir.


Nasıl mı?


Bir toplumun "kesinleştirdiği" değerlerini yoketmek o toplumu asırlarca geriye getirmek demektir. Çünkü onları oluşturmak asırlar sürmüştür. Hiçbirşeyden emin olmayan insanlar, dışarıyı sadece camın ardından gören çocuklar gibi savunmasız ve korkaktır. Sığıncak ve etrafında toplanacak hiçbir kesinliği kalmamış, paranoya bir halk kadar çaresiz hiçbirşey yoktur. Geçmişten beri ülkemizde de yapılan aynı oyundu. Netekim şuan halkımız birçok kurum, kuruluş,siyasi parti ve lideri, düşünce ve inanış hakkında pek çok komplo teorisine sahip. Bunun ulus olarak gelişimimize zerre katkısı yok ancak en kolay yol oturduğun yerden konuşmak olduğu için herkes bunu yapıyor. Asırlık Türk kimliğinin birikimini yoketmek okadar kolay değil, keza korumakta.


Zihni bulandırılmış, bulandırılan zihni kalitesiz tv dizilerine bandırılmış halkımızın bunada dur diyeceğine inanıyorum. Tüm iyi niyetli ve "kesin" kaynaklara dayanan çalışmaları tenzi ederek , komplo teorileriyle bulandırlılmış zihinlerin yine aynı yöntemle başka güçler tarafından şimdiki sahiplerine karşı kullanılabileceğini unutmamak gerektiğini söylemek isterim.

19 Kasım 2007 Pazartesi

Bir Zamanlar






"İkikere iki benim kitabımda ya çok eder; ya sıfır."



Şöyle bir düşününce ben bir saniye önce ne isem şimdide oyum. Hatta dün ve ondan önceki gün... geçen seneden bile değişmeyen çok şey var... Kendimi bildim bileli sahip olduğum prensiplerim var. Yani düşününce; şu ahir zamanda beni büsbütün değiştiren bir olay yok. Normalde bütün insanlar içinde bu durum böyledir. Ama belirli bir değişim illaki oluyor hayatlarda (kişinin gelişime meyli ile orantılı olarak). Zaten bu değişimi kabullenmemek ve bu gelişimin önüne dikilmek ilk başta kendine hiyanettir. Beni bugün ki ben yapan olayları veya kişileri birer birer (veya hepsini) değiştirmek istemek, kabullenmemek, kendi mevcudiyetimi belirsizliğe dayandırıp kendi hayatımı bir yabancı olarak yaşamak gibi birşey olacaktır. Sadece birşeyler yoketmek değil, fazladan birşeyler katmaya çalışmakta bu etkiyi yaratır. Bu konuştuklarım bugün sahip olduğum ben'i ben yapan zaman dilimi için geçerli. gelecek için bunları söylemek, takdir edersiniz ki, çok saçma olur.



İnsanlar için mesafeler hızla kısalıyor. Kendi geçmişinizle ilgili görgü tanıklarına ulaşmanız saniyeler sürüyor. Peki bir suç veya başarı olarak gördüğünüz sonuç,siz, neden bu delillere hali hazırda sahip değilsiniz? Sizin siz olmanızda payı olan olaylar veya kişiler neden size bulmanızı gerektirecek kadar uzak? Bakın sonuçta oluşan bütün bir başarı abidesi yada bir hezimet olabilir. Yada herkes tarafından kabul gören aşikar bir durumdur. Önemli olan hayat işlemi yapmış ve sonucu bulmuştur. Bu durum en iyi ihtimalle bir saniye sonrasına kadar değişmeyecektir. Yani geçmişten parçaların bu bütünü değiştirme şansı zaten yoktur.



Diğer bir durumda geçmişte "aranmak" sizin için sadece romantizm ve nostalji aromalı bir istektir. Amacınız filmi en baştan tekrar seyretmektir yani. Mutualist ilişkiler kurmak ve bunu gerçekleştirmek amacı gayet masumane, kabul ediyorum. Ama bunu ortaya çıkaran şeyin artan ilgi görme isteği olduğunu da siz kabul edin. Sonuçta sorguladığınız şey filminizin akılda kalıcılığı ve diğer hayatlarda nekadar yer ettiğinizi öğrenmektir. Eğer ben bu tür ispat filmlerinden tiksiniyorsam bunu reddetme hakkım olmalı. Sizi unutmamış olmak, sizi tanıyor olmak, sizinle güzel vakit geçirmiş olmak yada sadece selam vermiş olmak... Bunların hiçbiri kendi hayatım için özgünleştirdiğim ve sizinle aynı duygu yoğunluğuna bulanmış olma zorunluluğu bulunmayan anları sizinle paylaşmak zorunda kılmaz. Sonuçta ben kendi işlemimi yapmış ve bir sonuç bulmuşum; bu benim. Bununla ilgili işlem detaylarını ve sizin bu işlemdeki yerinizi size söyleme gereği duyuyorsam bu sizin o işlemin içinde etkili bir eleman olmadığınız anlamına gelir.
İnsanların sizden sonra ne olduğunu merak etmek ise daha acıklı bir konu. Bu ilgi görme isteğinin ötesinde geçen zamanda bilmem kaçıncıncı kez demlenerek abdest suyu kıvamına sokulmuş hayallerin acısını sizinle aynı durumda olan geçmişten başka bir yüzle birlikte sizin dışınızda ortak bir sebebe dayandırma ihtiyacıdır. Siz pusuya düşürülmüş, hiyanete uğramışsınızdır. Bulunduğunuz nokta bu zorlu savaşta yapabildiğinizin en yiisi, geçmişten bulduğunuz sizinle aynı durumdaki kişileriniz ise bunun ispatıdır. "Bir zamanlar, bir takım insanlara yapılan bir takım haksızlıklar" ın kurbanı olmanın tesellisini ararsınız. Yada sonuçta ortaya çıkan başarınızı bir güneş gibi elleriniz üstünde yükseltip geçmiş ve geleceğe meydan okumak için girersiniz bu arayışa. Benzer durumlardan geçtiğiniz her insandan daha iyi, daha mutlu ve daha güçlüsünüzdür. Övünmek en büyük hakkınız muhakkak. Ama başarı ve onca güç sizdeki ilgi isteğini gidermemiştir. Siz de bunu göürnüşte sizin kadar şanslı olmayan başka bir insanın mutlu kayıtsızlığında anlayacakasınızdır zaten, eğer gerçekten göründüğünüz kadar mükemmelseniz.



Öyle yada böyle mümkün olduğunca çok kişi tanımakla insanları iyi tanımak arasındaki uçurumu ve bunu anlamanın kıldan ince kılıçtan keskin yolunu öğrenmeden geçmişin güvenilir yaşanmışlığını geleceğe taşıma riskini göze almak sakıncalı bence.

12 Kasım 2007 Pazartesi

10 KASIM



Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu ve ebedi önderi Mustafa Kemal Atatürk'ü birkez daha saygı, sevgi, özlem ve rahmetle anıyoruz.

28 Ekim 2007 Pazar

Baştan sona-Sondan başa


Herşeyin bir başlangıcı vardır ve herşey bir sona mahkumdur.Sonsuzluk ise ancak idealarda oluşturulabilir. Hoş cümleler olsund iye yazmadım elbet, anlatmak istediklerim var.Klasik cümleler kurmamaya, aklınıza yeni şeyler getirecek yeni kelimeler seçmeye özen göstersemde -bu konuda istekli olsam bile- başarılı olamıyorum. Birbirimizi inanılmaz etkiliyoruz ve sonuçta başından kuyruğuna kadar kokan bir balık gibi yayılıyoruz kuru tarih sayfaları üzerine...


Tarih demişken; eminim herkesin bu konuda söyleyecek birkaç cümlesi vardır. Benim aklıma hep özlenen eski zamanlar geliyor; hani herşeyin daha iyi ve daha güzel olduğu zamanlar. Eskiler öyle bir anlatıyor ki, insanın şimdiki zamana küfredesi geliyor. Biz ne günah işledikte böyle bencil bir zamanda doğduk? Biz.. niye.. bu çağda.. doğduk? Kelimeler bana yeni birşeyler analtıyor. Düşünüyorum, düşündüklerimi paylaşacağım sizlerle;


Doğum, yaşam ve ölüm döngüsü hiç aksamadan ilerliyor ya; hani doğmadan yaşayamıyor, yaşamadan ölemiyoruz.. Bu döngünün eksik halkası;ölmeden doğamıyoruz mu? Bu olabilir mi? Ölümden sonraki yaşam yeni bir doğum olabilir mi? Kutsal kitaplarda bir sondan ve yapılacak bir sorgudan bahsediliyor. Ama reankarnasyon denilen bu gizeme net bir cevap "kitapta" yok-yapılan yorumları saymıyorum- . Ölümün kesinliği gibi değil yeniden verilen doğuma verilen cevaplar. Niye bu çağda doğduk sorusuna cevap aramanın peşinde yürüyorum;


Diyelimki yeniden doğma diye bir durum var. Buda kuşkusuz evrendeki herşey gibi bir düzene bağlı olarak gerçekleşecek. Yani insanların yeniden doğmaları için bir amaç bu amacın ortaya koyduğu bir sonuç olmalı. İnsanların bir sonraki ömürleri neye göre belirlenecek? Geçmişten günümüze zorlaşan hayat koşullarına bakılırsa, eğer bu dünya yaşamı bir sınavsa, bu ömür sonunda birçok kişi günahın koynuna düşmek zorunda kalacak ve en son nesil kıyameti görecek. Son noktaya gelindiğinde dünyada kimler olacak? Onlar iyi yada kötü seçilmiş kişiler mi olacak? Son nokta neresi? Varacağımız yer kıyamet mi? Oysa inançların dünyayı beşik gibi salladığı çağları ve Allah'ı peygamberden dinleyen insanları çoktan geride bıraktık... Zaman hızla akıp giderken uzaklaşıyoruz özümüzden. Her yeni nesilde daha inançsız açıyoruz dünyaya gözlerimizi...


Zamanı durduruyorum izninizle;


Dalın sarkmasıyla kalkan kartalı gördük şimdiye kadar ve şimdi sıra kartalın kalkmasıyla sarkan dalda. Baştan sona giden yolumuzu sondan başa alıyoruz. Yeniden doğma mümkün ama doğduğumuz zamanlar farklı. Gittikçe özden uzaklaşan değil, her nesilde öze yaklaşan insanlardan bahsediyorum. Dünyaya hayat veren kapı hala açık ve hergün belki yüzlerce kişi o kapıdan dünyadaki varolma amacını tamamlamış olarak giriyor. Yani sondan başa doğru yürüyor. Çok yabancı birşeyden değil; bilgelikten, evliyalıktan ve ermişlikten bahsediyorum; bizim "yürüdüğümüz yollardan dönenlerden". Dünyada bir ömür ileri doğru işliyor ama ömürler arası yolculuk tam tersine geriye doğru işliyor. Sonuçta varacağımız nokta gerçektende ümmeti olduğumuz peygamberlerin saflarıdır. Daha sonra ruhu emanet verilen ilkel bedenleri doğaya, ait oldukları yere bırakıp özle birlikte çekileceğiz dünyadan. Tabi bunları hakedenler için söylüyorum. Her kuşak için geçerli tek bir tarih varken nasıl geçmişe doğru bir yeniden doğuştan söz ettiğimi anlamadınız sanırım. Yani her ölüm geçmişe yeni bir doğumsa eğer bu her kuşakta değişen bir geçmişe ve tarihe sebep olacaktır. Nasıl ki her yeni kuşak geleceğimizi etkiliyor ozaman her yeniden doğumda geçmişimizi değiştirecektir; çünkü hepimizin özgür iradeleri var. Peki ya geçmiş nasıl varolacak ozaman? Herkes gelecekten geliyorsa, geçmişin varlığını neye dayandırabiliriz? Bütün bu soruların cevabı basit aslında; Ulaşmak istediğimiz hayat ebedi hayat "cennet" denilen ölümsüz mutluluk ama geldiğimiz noktada orası. Başlangıçla sonun kesiştiği tek yer orası değil; Bedenlerimizin anası toprak ve son sahibi yine toprak. Aslında ne yöne giderseniz gidin-ister başa ister sona- varacağınız yer aynı oluyor sonunda. Satrançta taşların büyüklüğü,şekli değil rengi,yeri ve hamlelerin akılılığı önemli değil mi? İşte kusursuz işleyen bir düzen içinde ruhlar dünyaya açılan kapısından sızan ışıklarla öz'e dönmeye çalışıyor. Yani değişen tarihler olaylar değil, bu değişime mani muhteşem bir düzen var, değişen ruhtaki taşların yeri, hamleler. Neresinden başlarsanız başlayın bir labirentin içindesiniz. Amaç duvarları yıkmak-tarihi değiştirmek- değil çıkışa yani öze ulaşmak. Ruhun en gelişmiş hali tabularla desteklenmeden olabildiğine sınırsız halde ancak dengede durabildiği hali-kızılderili inancında bu manitu olarak bilinir. Peygamberler'in ölümü işte bu düşünceyle kırılıyor. Zamana ve yaşamın kaynağı öze karışmış hep varolan ve hep varolcak! İşte bütün mesele yaşadığın çağda onları bulmak. En başa, yani bedenin ruhla, ruhun özle ilk tanışmasına vardığımızda ölümün olmadığını göreceksiniz. Çünkü öz'e varan bir ruhun ardında bıraktığı hissiz bir yapıdır. Bu yapı için acı, kaygı mevcut değildir.


Özetlemek gerekirse her ömür bir satranç oyunu ve her ömürler arası yolculuk labirentte alınan yol gibi düşünülebilir. İkisininde sonuçları birbirini etkilemekte. Gelecekte ki kıyametten başlayan yolculuk geçmişte Tanrı'nın insanla ilk konuşmasında son bulmakta. Bu düşünce geçmişten geleceğe bırakılan bozuk ahlak yapısının ve kirlenmiş bir dünyanın sebep olduğu adaletsizlik düşüncesinide ortadan kaldırmaktadır.


Elbetteki bunların herbiri bir varsayımdır. Zamanın önündeki engeli kaldırdığımda zaman yine geleceğe doğru akacak ve biz gelecek dediğimiz an'ları yaşamayı sürdüreceğiz. Ama yinede iki düşünce için ortak bi sonuç çıkıyor ortaya; her ömürde veya tek bir ömürde taşlar değil hamleler belirliyor kaderimizi.

22 Ekim 2007 Pazartesi

Başımız Sağolsun


Sanılmasın ki kaybedilen sadece bir askerdir. Her yiten can bu toprağın yıllarca emek harcayıp yetiştirdiği bir oğul, eş, baba, öğrenci, öğretmen ve kuşkusuz vatanseverdir. Hiçbir ülkenin köpekliğini yapmak için değil! Hiçbir kalleşlik yapmadan! Vaadedilen üçbeş kemiğe minnetini ödeyen çapulculardan korkmadan yürüdüler gece karanlığında! Ülkesindeki anaların dilinden toplayıp tüm ağıtları kendi tabutu üstünde okutan kahramanlardı hepsi.


Ülkemiz bu kayıpların yerini asla ama asla dolduramayacaktır.


Başımız sağolsun.

10 Ekim 2007 Çarşamba

Masal (Mini Öykü)



"Gri şehir, gri gök ve gri bir geçmiş... Yaşlanmaya başlıyorum galiba, son derece memnuniyetsiz ve huysuzum. Gözlerim uzklarda hep sis bulutları görüyor, yaklaştıkça kaçıyorlar... Gözlerim, beyazlaşan saçlarım ve eski bir yara izi gibi beliren kırışıklıklar. Hiçbirşeye yetişme gibi bir heves yok içimde, çok yorgunum...Yalnızlığıma eşlik eden sende olmasan..."


Belkide otuzlu yaşların sonunu tahmin etmemeliyim diye söylenip günlüğü bir kenara attı. Aynanın karşısında henüz simsiyah saçlarına ve pürüzsüz yüzüne baktı.. Gözleri parıldıyordu. Sonra aniden arkasına döndü, açık kapının önünde onu izleyen beni farketti..


Kapının önünde öylece durduğunu farketmemiştim, bu halleri beni korkutmuyor değil ama içimden gülümsemek geldi nednese. Sınav sorularının cevaplarına çalışıyorlarmış, bende bir baksam iyi olacakmış. Başka bir bölümde olmasına rağmen neden bizim sınavlara çalışıyor ki? Yada doğru bir ifadeyle bizimle daha fazla vakit geçirmek istemesinin sebebi ne?Odaya yürüdük beraber, daha dün toplanmış ev aburcubur atıkları ve darma dağınık notlar ile bir enkazdan farksızdı. Tülay bilmiş bir ses tonuyla cevapları okuyor diğerleride önlerindeki kağıtlara geçiriyorlardı.Yanımdangeçip koltuğa oturdu, nedense ders çlışmak gelmiyordu içimden, tuhaf bir şekilde müzik dinlemek ver kahve içmek istiyordum. Mutfakta beni çağıran enfes kahve kokusunu alabiliyordum.


Ardı sıra ikinci kez gitmesine izin vermedim, gözlerimle hiddetli bir şekilde ona baktım, tekrar yerine oturdu. Bir yandan cevapları okuyor diğer yandan ise bu çıkmazın duvarını yıkacak bir fikir arıyordum. En yakın arkadaşım sınıf arkadaşıma açılmazsa hayatında ki hiçbirşey yolunda gitmeyecekti. Zaten gitmiyordu; lisenin en başarılı öğrencisi üniversitede ilk dönem sonunda- bu Nesrinle tanışmalarına denk geliyor- tüm dersleri baraja indirmişti. Aşık olmuştu ve bunu bana Beşiktaşta hayli sarhoş bir gecede ilkkez yanımda ağlayarak söyledi. Nasıl oldu, neye aşık oldu diye sormama gerek yoktu. Nesrin zekası ve kendine güveni ile özel bir insan ve kendi hayatına hakimiyetiyle birçok erkek için baştan kaybedilmiş bir hazineydi. Onu elde etmeyi düşünenlerin ve dahi açık açık elinde kirletmeye niyet edenlerin hepsi mazilerine derin bir reddediliş izi kaydettiler. Onlar gibi olmamakla beraber Türk filmlerinden kalma ismi gibi Ferit'te hayatını küçük zevkler için zehirlememişti. Hatta o güne kadar onun aşık olmasından umudu bile kesmiştim,hayalleri ve geleceğinde bir kadın yoktu, Nesrini tanıyıncaya kadar. Önümüzde uzun bir süre var... Bu aşka yazık etmelerine izin vermeyeceğim...


Kızkulesini izlerken dalıp gitmişim... Omzumda bir elle irkildim, Tülay'dı bu. Söz verdiği saatte ve söz verdiğimiz yerde 15 yıllık geleneğimizi yerine getirip buluşmuştuk yine. Sarıldım, her seferinde biraz daha sıkı sarılıyorum sanki. Onda gençliğim ve daha fazlası var.. Yaşlandıkça daha mı bir duygusallaşıyoruz? Gözlerine baktım, gülüyordu içi... Denizin kenarından zar zor kopup bir çay bahçesine oturduk. Tülay okulunda müdür yardımcılığı yapıyormuş son üç aydır. Öğretmenlik alışkanlık oldu, kendimi yenilemek istedikçe rutine daha çok sarılıyorum diyor. Eşi Tuncay ortağıyla anlaşamadığı için kendine ayrı bir hukuk bürosu açmış. Onunda bana selamı varmış... Onun sesi bana ilaç gibi geliyor. Çocuklara bağırarak çatlattığı sesinin arasında hala bana nasihatller veren o kız var. Konu dönüp dolaşıp bana geliyor.. Geziyorum hala, yerleşmeye niyetim yok. Avrupadaki fotoğraf çalışmamı tamamladım, şimdi özel bir koleksiyon için Mardin, Urfa ve Antep'deki tarihi dokuyu kareliyeceğim. Buluşmaya gelebilmek için bir hafta ara verdim... Bunlar onun beklediği şeyler değildi. Gözlerimin içine bakarak tek kelime etmeden bana hayatımda biri olup olmadığını soruyordu.


Ah Tülay... Başıma açtığın şu işe bak. Ne yapmalıyım şimdi? O uzun konuşmadan sonra herbir bahanem çürütülmüştü. Aksi gibi göze batan kötü bir özellikte yoktu ortada. Kafam son derece karışık... Sanki beni hayatta tutan tek şey kendime ait oluşummuş gibi geliyor. Hani biri hayatıma girdiği an yaşamayı unutacakmışım gibi.. Okadar çok alıştım ki kendime ait yalnızlğa; hayatımdaki bütün boşluklara talip bir his,aşk, korkutuyordu beni. Bütün bunlar yetmezmiş gibi fazla vaktimde yoktu düşünmek için, okul bitiyordu ve bu hafta Afyon'dan ayrılıyordum. Gitmeden bir cevap vermeliyim.. Ömür boyu kendime ait kalabilir miyim? Yada ondan daha güvenilir birini bulabilir miyim?... Düşünmem gerek...

Kötü birşey yapmadığını bunun normal bir his olduğunu söylüyordu ben bilmiyormuşum gibi. Nesrini ondan iyi tanıyordum ve bu şekilde kısa süre birlikte vakit geçirdikten sonra patlatılan ilanı aşk onun gözünde basit bir cinsel arzunun eseri gibi kalacaktı. Nesrinle ilkönce ben konuşup ona senden bahsetmeliyim, seni benden tanımalı dedim. Gözlerime baktı, kapıyı çekip gitti... Her canı yandığında yaptığı gibi kaçtı.. Aşkını bir armağan gibi saklıyordu, anlıyordum onu, ve şimdi kirli bir dünyada temiz olmanın çilesini çekiyordu. Aşkına kuşkuyla bakılması olasıydı veya aşkının yaşanmaya değer bulunmaması.. Nesrinin odasına yürüdüm, müzik dinliyor bir yandan da elindeki kitaba bakıyordu. beni görünce müziğe başıyla ritim tutmaya başladı. Kulağından kulaklığı çıkardım, gözlerimdeki ciddiyeti hissetmesi için gözlerinin içine baktım ve konuşmamız gerektiğini söyledim. İsteksizce diğer kulağındaki kulaklığı çıkardı ve kitabı kapatıp yanına koydu. Analtmamı bekledği şey belkide hiç tahmin etmediği birşeydi. Nesrinle uzun süren dostluğumda ortak paydamız insanlara, bilhassa çiftleşme arayışında olan erkek hayvanlara, olan güvensizliğimizdi. İkimizde evimizden uzaktydık ve burada herşeyi ikikez düşünmemiz gerekiyordu. Bibirimizden başka kimseye kolay kolay güvenmiyorduk bu bizim dünyamızdı. Ama rastlantı bu ya lisede ki en iyi dostum yatay geçişle bizim üniversiteye geçmişti. Bütün güvensizliğime basıp sıçrayarak onun boynuna sarılmıştım. Şimdi güvendiğim kişi sayısı iki olmuştu ve bilindiği üzre biri diğerine aşık... Ona bunları hatırlatlmalıydım ve onun mutlu olmasını nekadar istediğimi de... Bu mutluluğu kaçırmanın ikisinide üzeceğini... Bir elmanın ikiye bölündüğü gibi birleşebileceğini...


Gitmeden görüşmek istedi benimle, korkuyordum... Reddedilme olasılığı hem aşkıma koca bir sahte damgası vuracak hemde onu hayatımdan çekip alacaktı. Daha elini bile tutmadan hayallerime girivermişti, bana göre hayatımdan çıkması için çok geçti. Ama o beni geride bırakıp yola devam edebilecek kadar güçlü.. Dakikalar gelip geçiyordu, ve nihayet buluşma saatinin üzerine yeni bir saat gelmişti. Telefon çalıyordu, arayan o değildi.. Arayan Tülay'dı... Artık gelmeyeceğine emindim, telefonu açmadan, onun beni görmeden gittiğini hissetmiştim...

Ferit'i eve çağırmak ve Tülay'ın yanında bunları konuşmak bana itici gelmişti. Dışarda bir kafede buluşmak istediğimi söyledim, kabul etti. Çıkmadan aynada kendime baktım; bugün söyleyeceklerimi düşünmekten gece uykusuz kalmıştım ve gözlerimin altına birkaç çatlak yerleşmişti, yorgundum.. İçimde heyacan ve korku olmasına rağmen gözlerimden uyku akıyordu. Az sonra hayatımdaki bütün aitliğim hakkındaki kararımı açıklayacaktım. Beni bekliyordu, hep bekleyecek mi... Beni seviyor, hep sevecek mi... Kapıyı kapatıp sokakta yürürken bu kararı ve dünyada hegün binlerce kişinin verdiğini düşündüm. Evet.. hayatıma ilkkez beni hakkettiğini düşündüğüm biri çıkmıştı ama bu yeterli miydi?. Verdiğim karar doğru mu? Bu onu ve beni mutlu edecek mi? Tam caddeye adımımı attım ve kırmızı ışık yandı, geç kalıyorum!


-Nesrin Ertaş'ın yakını mısınız?

Sen benim biricik dostumsun, sana güvenmiyeceğimde kime güveneceğim... Sende benim

-Şuan hastanede, trafik kazası geçirmiş, kan kaybı var. Kan gerekli. Bulabilir misiniz?"

Gel seninle kan kardeşi olalım, hazır parmağım kesilmişken." Saçmalama Nesrin Hanım; benim asil 0 kanımı senin A grubu zavallı kanınla kirletemem..

-Durum ciddi, hazırlıklı olun. Ailesi burda mı?

Cidiyim Tülay, eğer bu olayı evdekilere özellikle ablama söylersen konuşmam senle.Hem daha kabul edip etmediğimi söylemedim Ferit'i.. Nilay abla için söz veremem...

Telefonu kapattığımda ne cevap verdim hatırlamıyordum. Sonra ne yaptığımıda... Kendimi hastanede buldum, üstü çarşafla kapatılmış yatağın başında. Vücüdum buz tutmuştu, onun soğuyan bedeniyle birlikte soğuyordum... Yıkılmama ramak kala omzumda bir el.. Ağlayan Ferit ve sonrası uzun bir uyku...

Hayır, hayatımda kimse yok Tülay... Hiçbir zaman olmayacağını ikimizde biliyoruz. Şu deniz kenarında hemde ağlayarak sana aşkımı anlatmıştım. Ben yalan söylemedim Tülay! O gün nasılsam bugün aynıyım... Simsiyah saçları ve parıl parıl gözleriyle ben kaçtığım bu şehire her girdiğimde beni yine aynı yerde karşılıyor... İçimde bana ait olmayan koca bir dünya, orda yaşıyor... Ben artık bana ait değilim sadece...

"Sevgili günlükçüğüm;
Saat şuan 04:30 ve ben hala uyumadım. önemli bir karar vermem gerekiyordu. Hayatıma Tülay, sen ve ailem dışında biri daha girmek istiyor. Diğerleri gibi olmadığı belli, hem Tülay'ın yakın arkadaşı. Hayatımda hep benimle birlikte olacak ve beklediğim gibi sonsuza dek sürecek bir aşk vaadediyor. İçimde zincirler kırılıyor galiba.. Hep kendime ait olduğumu okadar kanıksamışım ki; şimdi onunla olmayı düşündükçe hiç hissetmediğim bir his yayılıyor içime. Gözleri gözlerime değince bakışlarımı kaçırıyordum...Şimdi bakacağım gözlerine... "Seni sevmenin bedeli aşka küsmek olacaksa, ben varım" diyeceğim..

Sevgime onay veriyorum... Kendimi aşka açıyorum...


22.07.2002-Çarşamba"

2 Ekim 2007 Salı

Dostluk


Yanlışlarımı düşünüyordum. Onları hiç yapmamış olabilir miydim?


Kör bir kader inancından yola çıkarsak eğer, eninde sonunda o hatayı yapacaktım. Ha bugün ha yarın, muhim olan fazla zarar görmeden yapmak. Gerçek kader-ki insan elindedir- önceden koyduğun taşların doğruluğuna bakar ve en son yanlış taşı farketmeni tavsiye ederdi sana. Ahlakına ve zekana küçümsemeyle yukardan bakar. Herşey bu kadar zor... Yanlış yapmak bukadar kolay mı?


İbret: Telif hakkı kamulaşmış olay.

Öğüt: Telif hakkı saklı yada açık hayat kesitleri paylaşımı.

Dostluk: Ücretsiz destek hattı.


Belki sizin keşfettiğiniz daha fazla yardım vardır, benim bildiklerim bunlar. İlk ikisi çoğu kez etkilemez insanı. Birşeyin yanlış olduğunu bile bile kendini alıkoyamazsın. İşte o anda ibret ve öğüt "bana birşey olmaz" mantığının karşısında çok cılız soyut ifadelerdir senin için. Tam o anda senin ve sana ait tüm düşüncelerin dışında en az senin kadar somut birşeyin önüne dikilmesi gerekir. Üçüncü şık, yani dostluk. Sorgulayabileceğin, seni sorgulayabilen ve aranızda özel bir bağ bulunan kısaca kolay kolay vazgeçemeyeceğin bir yapı. Geçmişte yanlışlarımla arama dostlarım dikildi, ezip geçemedim. Sonuçta bugün ayan beyan yanlış olduğu görülen çoğu olaya/duruma bulaşmadım. Bugün burdaysam-kelimenin tam anlamıyla bu böyle, çünkü küçücük bir yanlış bile hayattta inanılmaz değişimler yapabilir- bu onların sayesinde. Geçmişime her baktığımda yüzüm biraz olsun gülüyorsa şanslıyım demektir. Kendi adıma bulduğum sonuç; eğer daha çok dostum olsaydı-tam anlamıyla dostluklar yani- belkide mevcut hatalarımdan pek çoğu da silinecekti.


Onlar benim dostum ve bende onların dostuyum. Dostluk herzaman karşılıklı olmak zorunda değil. Karşılık bekenmeden çok iyilik gördüm dostlarımdan ve karşılık beklemeden çok yardım ettim. Vazgeçilmeyeceğimi bildiğim birkaç insan için sonuna kadar durdum önünde. Çünkü biliyordum ki benden geçemeyecek ve mecburen hatadan cayacak. Bazense vazgeçileceğimi bile bile ve hatta karşımdaki insanın bana duyduğu kini bilerek uzattım elimi,sonuç hüsran. Ama küçük bir ayar yaptım dostluk anlayışıma bu deneyimler sonucunda;


Hani dedim ya dostluk somuttur hatayla aranda durur diye. Bu insanı tembeblleştiriyor işte. Etrafındaki insanlar senin yerine düşünüp, senin yerine yapıyor ve sen hiç yorulmadan- ve kendi hayatını yaşamadan- günler geçip gidiyor. Bence bu da dostluk değil. Etrafındaki insanlara kendi ağırlığını yıkıp göklere yükselemezsin. Ben hatasıyla dostlarım arasında durmadım. Hatayı gördüğümde uyardım, doğru çıkış yolu ve bu çıkış yoluna girmesi halinde sonuna kadar rehberliğimi sundum. Asla onu o yola zorla itmedim. Bu etrafımda gördüğüm bütün dostluklardan başka birşeydi. Onu yalnız bırakmadan ancak onu dostluk bağının ağırlığı altında ezmeden du.Ama tam anlamıyla bir dostluktu bence. Çünkü çıkışa yönelen kişi kimseye kendini borçlu hissetmeyen ve iradesini sonuna kadar kullanmayı başarmış-kendi kendini kazanmış- bir insan artık, o benim dostum.


Bana güvenip çıkışa yönelen hiçkimse pişman olmadı. Bana güveniyorlardı, çok şükür güvenlerini boşa çıkarmadım. Peki ya ben? Çevremdeki insanlara nekadar güveniyorum ki onlara yardım ediyorum? Bu sorunun cevabı dostluğu ve bütün kişisel çıkarları aşıp insan olmanın temel kurallarına kadar dayanır. Ama bazen kendimi çokça güvensiz hissettiğim oldu. El uzatanların peşi sıra dipsiz kuyulara sarktığımda kendimi bir anlığına o karanlığın bir parçası gibi hissettim ve açıkçası korktum. Bunca zaman sonra, kendine yenilmek bukadar kolay mı? Çok şükür her türlü yarabereye "insanı tanıma" avuntusunu kabuk edip yoluma devam ettim. Kendimi riske atmamaya karar verdim netekim. Hayatı hatalardan ibaret olan, benim için bile çözümsüz, hayatlardan elimi eteğimi çektim usulca. Çünkü ben karardığımda kararcak okadar çok hayat varki etrafımda umutsuz hayatların peşinde onlarıda heba edemem. Huzurun koynundaki hayatlarda çökecek ani bir gecede belirecek bir fenerim. Herşeye rağmen biten dostluklarımda oldu ama asla çıkarlarım ve heveslerim uğruna değildi bu bitişler. Hep iki kişilik düşündüm dostluklarımda. Sonunda ben ve elde avuçta kala kala birkaç isim. Birileri geliyor ve birileri gidiyor...


İnsanları tanıdıkça daha az hata yapıyorum, onların hayatlarını okuyorum farkettirmeden. Yanlış taşı bulup yazıyorum aklıma. Bir dostumun dediği gibi; Cennet ile cehennem arasında ki kıl kadar çizgide yapışıyorum yakalarına. Üzmeden ve üzülmeden yaşanmaya çalışılan bir hayat benimkisi. Belkide hayat bütün hataları yaşamaktır, belki cehennem ve cennet bir masaldır, iyiler hepten kaybedecektir... Bu benim umrumda değil. Ben hiçbirşeyi bir bedel bekleyerek yapmadım,öyle hisssettiğim için yaşadım. Kimsenin üzülmemesi için çalıştım.


Buradan bakınca belkide iki seçenek var önümde; Ya benim hayatım bir hata üzerine kurulu, yada kurulu bu düzen çökmek üzere.

22 Eylül 2007 Cumartesi

Görünmezlik


"Sevgililer, güzelliğe zamanla alışıp onu gözleriyle değil duygularıyla görmeye başlarlar. "
Anonim

Bize bahşedilen en güzel lütuflardan biri kuşkusuz görebilmek. Gördüklerimizi beğeniyor, eleştiriyor, seviyor, utanıyor eğleniyoruz. Birileri görsün diye güzel giyiniyor ve bakım yapıyoruz çoğu kez. Güzellik ve çirkinlik görsel nitelikler olarak kazınmış hafızamıza. Görüyor olmaktan çok mutluyuz ve yaşamımız boyunca mümkün olduğunca çok şey görmek-yaşamak anlamında da kullanılıyor ya görmek- istiyoruz. Ama nedense "beşer şaşar" insanlar olarak hatalarımızın görünmemesini diliyoruz. Yada mutluluğumuzun "göze" gelmemesi için "gözden" uzaklarda yaşıyoruz mutluluğu. Fantastik bir düş aklımızın kör kuyularında; Görünmezlik.


Düşünün bir; insanların arasında yürüyorsunuz, siz onları görebiliyorsunuz fakat onlar ne sizin ütüsüz gömleğinizin ne dağınık saçlarınızın farkında. Hata yapmakta serbestsiniz ve mutlu olmaktada tabi! Çünkü bütün gözlerden uzaktasınız, görünmezsiniz! Mümkün olsa ne güzel olurdu. Buna karşın mümkün olmasa bu yazı burada biterdi.


Yazı devam ediyor ve görünmezlik düşüde.


Eskilerin ve şimdilerin büyücüleri atalardan kalma yüzyıllık deneyimlere dayanıyor aslında. Yani içinde bulunduğunuz dünyayı kendinizin yada başkalarının tecrübeleriyle tanıdığınızda aslında nekadar çok şeyin mümkün olduğunu hayretle görüyorsunuz. Görünmezlik uçmaktan daha mı zor? Uçmak fiziksel koşullara-yani %100 nesnelliğe- dayanan bir iştir. Görünmezlik beyindeki zaaflara dayanan algısal bir olaydır. Beyin vücud tepkilerini duygularla ortaya koyuyor. Yani beynin dış dünyaya açılan kapısı duygular ve dış dünyanın beyne girişide bu şekilde olacak. Biraz büyücülük anlatalım;


Çok üzgünsünüz, ağlıyorsunuz; odanıza koşup kendinizi yatağa atıyorsunuz-yani beyniniz dış dünyaya üzüntüyü yollayarak dengeye ulaşmaya çalışıyor. Ardı sıra anneniz geldi ve birkaç teselli sözü söyledi, saçınız okşadı-dış dünyaya gönderilen üzüntü şefkati buldu ve getirdi. Şimdi daha iyisiniz değil mi?-kesinlikle. Birde şöyle düşünelim; aynı sahne yatakta ağlıyorsunuz. Eşiniz geldi, sizden hırsını alamamış olacak ki size hakaret etmeye ve sert tavrını sürdürmeye devam ediyor - yani beyin dış dünyaya üzüntüyü gönderdi ancak bu süre zarfında daha üzücü şeyler almaya devam etti. Yataktan kalktınız ve eşinize bir tokat attınız -beyniniz tehlikenin farkına vardı, sizi yaşatmak için korunma moduna girdi ve tüm gücüyle öfkeyi gönderdi. Yada kalkıp kendinizi dışarı attınız- beyin sevgi, suçluluk hissi gibi nedenlerle öfkeyi açığa çıkaramadı ve bu nedenle ortamdan uzaklaşmayı seçti. Bu bahsettiklerimiz sıradan olaylar ve sadece beynin işleyişini göstermek için anlatıldı. Görünmezlik bunun dahada fazlası.


Duygular yoğun şekilde dışarıya aktarılırsa (güç, sevgi, şefkat, aşk, nefret, öfke...) insan için muazzam araçlar olurlar. Ancak yoğunlaşma için gerçekten hissedilmesi şart. Yani yoğun duygular gücü doğurur, gücü elde etme isteği yoğun duyguları değil. Beyin dış dünyaya gönderdiği duygularla- duygular pozitif veya negatif enerjilerdir- çevresini etkileyebilir. İşte görünmezlik burda mümkün. Bir an için sevgilinize olan aşkınızı düşünün ve ömürünüz boyunca ondan başka kimseye ait olmayacağınızı. Bunu gerçekten hissediyorsanız, çevrenizde ki insanlar sizin aklınızı çelmeye çalışmayacak-yani kimse için bir sevgili adayı olarak görülmez ve bu şekilde taciz edilmezsiniz. Bu beynin yoğunlaşmış duygusunu- ben kusursuz sadakat diyorum- dış dünyaya göndermesi ve çevresini etkilemesi ile mümkün oluyor. Yada başka bir örnek vermek gerekirse; biri kendini güçlü hissetmek için daha çok kazanmak istiyor ve bu yüzden kazandığı hiçbir zaman kendisine yetmiyor. Diğeri ise güçlü olduğunu biliyor ve nekadar kazanırsa kazansın güçlü kalmayı başarıyor. İlkinde kişi güç duygusunu hissetmiyor onu dışardan bekliyor. ikincisinde ise gerçekten hissedilen güç duygusu çevreyi etkiliyor kişi nekadara kazanırsa kazansın-az yada çok- onun gücü tartışılmıyor. Evren Allah'ın sevgisi, öfkesi, merhameti, şefkati ve gücü ile hergün milyonlarca olay yaşıyor. Biz O'na yalvarıyoruz ve O bize merhametini gönderiyor: Beynin acizliğine karşı gücün merhameti;DUA'lar karşınızda işte.


Görünmezliği yaşamanız için öncelikle görünmeme nedeninizi gerçekten hissediyor olmalısınız. "Sadece bir aşka aidim", "Gücü anlıyorlar, merhametide anlayabilirler.", "Görünüşüm beni rahatsız etmiyor, başkalarıda olmamalı."... Beyin bu yoğunlaşmış enerjiyi dışarıya gönderdiğinde kişilerin kontrolsüz algıları- çoğu kişi beynini kullanmasını bilmiyor ve dışarıdan aldıklarını sorgulamıyor- ile bu durumu kanıksayacak ve nedensiz şekilde sizin istediğiniz gibi düşünecektir.


Biz birer enerji olarak Allah'ın merhametinin, sevgisinin, gücünün ve estetiğinin eseriyiz. Herkes kendini kendi eseri sandığı için bir başkasını güzel yada çirkin olarak nitelendirebiliyor, çünkü okadarını görebiliyor. Oysa "Oku!" diyor yaradan. Kitabı, ayeti olduğu kadar insanı, doğayı oku! Her yerde beni bulacaksın. Peygamberler Allah'ın bilgi ve ahlakını yaydılar. Şeytan; öfkeyi ve isyanı. Siz görünmezliğe ulaşmak istiyorsunuz; size tavsiyem "Oku"yun... Duyguları, insanları..


Bakın size ne anlatıyorlar.

16 Eylül 2007 Pazar

Devlet



"Kuşlar gibi uçmayı, balıklar gibi yüzmeyi öğrendik, fakat bu arada çok basit bir sanatı unuttuk. İnsan gibi yaşamak..."
Martin Luther


Yaşamak için nelere katlanabilirsiniz?



Aşağılanma, kirlenme, art niyetli olma.......... Daha sayamayacağım bir sürü vasıf "yaşam haklarınızı" elinizde tutmak için size ciddi bir destek sağlayacaktır. Ama siz bir hiçsiniz. Geçmişteki milyonca insandan hiçbir farkınız yok. Oksijen tüketiyor, yiyor-içiyor, ihtiyaç gideriyorsunuz. Yani siz yaşam tarzınızda hangi vasıflara sahip olursanız olun bu tamamen sizinle ilgilidir, biraz daha gidersek en fazla sizin çevrenizi bağlar. Bugün küfrettiğiniz şeye yarın iman etseniz herkes bunun sizin "yaşamsal haklarınızı" koruma/geliştirme çabanız olduğunu anlayacaktır yani bu konu SİZİN'dir.



Peki ya devlet?
Milyonca insanı bünyesinde barındıran bir kurum/birlik yaşam hakkını nasıl korur/geliştirir? Hangi vasıflara sahip olmalıdır, nelere katlanmalıdır? Devleti yaşatmak bambaşka bir durumdur. Kuşaktan kuşağa incecik bir kristal bardak hassasiyetiyle aktarılması gereken bir gelenektir. Tarihimiz -çok şükür- yüzyıllara meydan okuyan devlet yönetimleriyle, bağımsızlıklarla dolu. Yaşamak için hiçbirzaman aşağılanmaya, kirlenmeya ve art niyetli olmaya tenezzül etmedik-biraz da bu yüzden hep yıkıldık. Devleti ayakta tutan kendi "yaşamsal haklarını" bizlere helal etmiş insanlardır. Bir toprak, bayrak ve onun altında yaşayan milyonca insan için yapmayacağı fedakarlık olmayan bir avuç insan.
Devlet, içinde yaşayan milyonca insan değildir! Devlet renginizi belirleyen bir bayrak, sahanızı belirleyen toprak, cesareti ve zekayı temsil eden bir avuç insandır. Geri kalan ise bu oyunda yaralanmaması gereken-oyunu zorlaştıran- dekordur. Tarih onları yazar. Halk devlet nezaman olur? Halk gerçekten kendi çıkarlarını unutup, birbirine kenetlenip sadece DEVLET'i yaşatmak için kendinden vazgeçerse oyuna dahil olur. Halk sürpriz oyuncudur, planlarda asla yer almaz. Ama yer aldığı durumlarda en etkin güçtür. Bu demek oluyor ki tek tek bir hiçiz. Hepimizi toplayınca bir değer arzediyoruz.




Ait olduğumuz topraklar dil ve rengimiz(bayrağımız); bizi bir arada tutan bu kavramların soyutluğu çoğu kez paranın ve rahatın somutluğunun gölgesinde kalıyor. Bu devlet içinde geçerli mi? Bir düşünelim; cesaret ve zeka bir savaşta taraf olmak için yeterliyse eğer bu zeka ve cesaret birgün kendisine döner-ki dönmüştür. Cesaret ve zeka şeytanında çantasında vardır- öyle olmasa isyan etmezdi ve elma olayı da malum. Devlet için gerekli olan en temel şey koşulsuz bağlılık. İşte devleti bizim sıradan hayatlarımızdan ayıran en temel doku.
Devlet yönetimini halka dayandırdırmak-yani bize- büyük bir risk almak demektir. Çünkü hayatında koşulsuz bağlılık nedir bilmeyen çok insan var. Satın alınan oyuncular, dağıtılan rahat hayat garantileri (bir zamanlar papazların sattığı enduljanslar gibi) devleti yokoluşa sürükleyebilir yada süründürür(sömürgeler). Devleti halka dayandırmak sürpriz gücün arada bir oyuna dahil olup dengeleri değiştirmesine engel olmaktır. Devlet kendi varlığını "derin" mekanizmalarıyla garanti altına almış, halka en iyiler arasında seçim yapma şansı sunmuştur(normal bir devlette).




Trajedi zamanı:
Devletin derin mekanizmaları bağlılıklarını yitirir ve etkin güç halk bilinçsizleştirilirse ne olur? Bitkisel hayatta ki bir inek gibi; vücudu süt vermeye devam eder ve istediğin zaman kesebilirsin, bütünüyle senindir. Bu durum acınası bir durumdur. Çünkü bildiğin tanıdığın gelenek değişmiş başka devletlerin her dönem değişen dış politikalarına göre değişen bir yönetim gelmiştir. "Senin toprtaklarında senin önceliğin" yoktur artık, seçtiğin kişiler, kötü bildiklerin yada bağlılığına toz kondurmadığın insanlar toz duman içinde karışmıştır. Senin seçtiğin sana kasteder, küfrettiğin elinden tutmaya çalışır. Derin mekanızmanın son bağlı insanlarıda dışarı alınır ve gol! Artık çok uluslu bir firmanın şubesi olmuşsundur.
Derin mekanizmalar devletin yaşamsal haklarının garantörü ve etkin güç halkı yeri geldiğinde tetikleyen mekanizmadır. Halka dayalı bir yönetimde olmazsa olmazdır. Ancak eğer olurda bu mekanizma bir çıkmaza kitlenirse (öyle yada böyle devre dışı bırakılırsa) son çare halk ve devletin kesiştiği ordudur. Ordu da hem halk hemde devlet bir arada bulunur. Ordu devletin ve halkın arasında güven köprüsüdür. Ordu mekanızmadaki arızaları denetler, hatalıları bulur yokeder ve sonunda devleti eski çalışır haline sokar, çekilir. Kimi devletlerde arızalanan derin mekanizmalar değil ordudur ve ordu sağlam mekanizmaları bozmak için duruma el atar ve kalır. İkisi arasındaki en temel fark şudur; Bozmak için el koyan ordu çoğunlukla dış ülkelerin biri yada bir kaçı tarafından desteklenir. Düzeltmek için gelen ordu ise dış ülkelerin biri yada bir kaçı tarafından çoğunlukla kınanır.




Trajedinin dozu artıyor:
Peki bütün bu sistemlerin hepsi devre dışı kaldıysa? Yani devletin temel dokusu bağlılık çökertildiyse? Başka ülkede yaşayan insanlara verilmek üzre geçiş döneminde size sunulan haklar fazlasıya geri çekilir. Daha az yemeniz, eğlenmeniz ve daha az huzurlu kalmanız istenir. Kendi ülkenizde belkide kendi komşunuzdan korkar hale gelirsiniz. Sadece acı çekmemek için bile birçok şeye razı olmak zorunda kalırsınız. Öyle bir hal alır ki bu durum; kaçarken geride bıraktığınız kendi evladınız bile olabilir.




Ama yinede bir ihtimal var!
Devleti yaşatmak için halk uyanabilir! Kendisini aldatan cesaret ve zeka timsali insanların bağlı oldukları direklerde dalgalanan bayrakları farkedebilir! Oyunun sürpriz oyuncusu, etkin gücü bu oyunu tersine çevirebilir netekim çevirmiştirde! Bilincini, tarihini, kültür ve geleneğini savunabilir! Eğer oyuna halk dahil olursa tüm planlar alt üst olur. Bu planlar tüm bağlılık gerektiren derin mekanizmaları çökertilmiş kendi ülkesinin, kendisi için hazırladığı planlar değildir tabi ki! Bu planlar size ve gelecek kuşakalara her nesilde daha zor bir yaşam içeren başka devletlerin, oyunu kazandı sanılanların planlarıdır!



Devlet; eğer bağımsızlığı, dili, gelenekleri ve yaşayayacak toprağı içeriyorsa bir evlada bırakılacak en büyük "yaşamsal hak" tır. Onu korumak için bütün gönüllü mekanizmalar bozulmuş yada satın alınmış olsada kanında bayrağının kırmızısı olan ve kalbinde ülkeyi kurtaran topların gümbürtüsünü duyan halk bu oyunu kazanır!

13 Eylül 2007 Perşembe

Yalan






Paganlar hristiyanlığın ezilen halk arasında hızla yayılması karşısında onunla savaşmayı kestiler. Hristiyanlık güce değil adalete dayanıyordu o vakit. Peki ne yaptılar? Koca pagan devleti parçalanacak mıydı? Tabiki hayır. Paganlarda hristiyan oldular. Sonra adaleti ve saflığı ile ezilenlerin kalbine giren bu dini papazların, papaların desteğilye yeniden güce dayanan bir inanışa dönüştürdüler. Paganların ismi değişti sadece. Hz. İsa peygamberlikten Tanrı'nın Oğlu mevkiine yükseltildi, ilahileştirildi, pazar günleri (Sunday-Güneş günü, Güneş paganlarda kutsaldı) ibadet edilmeye başlandı vs.. Bunların hepsinin yapılış amacı yalansız ve yansız olan, halk ile peygamberin eşit olduğu adil bir inanışı pagan geleneklerine göre yeniden güce daynan bir sisteme dönüştürmekti.Netekim başardılar.

Şimdi dünyada milyonlarca kişi bu haliyle hristiyanlığa saf ve temiz bir şekilde inanıyor. Şimdi inananlar yalancı değil, onlar sadece buna inandırılımış nesiller. Aslına bakarsanız konu hristiyanlıkda değil. Bu sadece küçük bir örnek.

Bir kuşak önce söylenen büyük bir yalan bir kuşak sonra gerçek olarak filizleniyor. İnsanlar çıkarcı, düzenbaz ve inançsızlaştıkça gözlerinin içine içine ışık tutan bütün doğruları ve güzellikleri yüceltip erişilmez kılmak istiyor. Bunun nedeni güzeli ve doğruyu yapılması gereken doğal olarak beklenen bir davranış olmaktan çıkarıp yalnızca çok yüksek ahlak ve irade ile insan üstü bir hale sokmak. Bu sayede kimse ondan bunları yapmasını istemeyecek ve onu normal bir insan olarak benimseyecek. Şimdi aşkı, sevgiyi ve ona benzer bütün güzellikleri övmeyi ve yüceltmeyi öğrenmiş ve buna safça inanmış bilmem kaçıcnı nesil olarak; Aşkı, sevgiyi, saygıyı vs. hepsini olması gerektği gibi taşıyan bir insan gördüğümüzde onuda yüceltiyor ve övüyoruz. O farklı, o mükemmel, bu ona Tanrının bir lütfu! Laf!

Bütün insanlar olarak kutsal kitaplardaki gerçeklerede sırtımızı dönmüş bir vaziyette kendi yazısız kitabımızı oluşturuyoruz nesillerdir. Bizden beklenen herşeyi yüceltiyor ve uzaklaştırıyoruz, çocuğundan ilaç saklayan anneler gibi en yükseğe kaldırıyoruz onları. Kutsal kitap birliğe beraberliğe davet ederken bizim kitabımız kendine çalışmanın faydalarını anlatıyor.Kitabımızda haram olan şeylerde Kutsal kitaptakinden az. Biz bunlara inanıyoruz! Saf ve temiz olarak! Suçumuz yok. Bu nesiller önce yazılmış bir masal ve artık hayatımız bu masal.

Yalanları yalandan lanetleyip yalanlarla hayatımza katmakta ustalaştık. Artık neyin doğru neyin yanlış olduğunu kestirmek okadar zor ki. Birileri birşeyleri yoketmeye çalışıyor, vicdanın el vermiyor dur diyorsun. Bakıyorsin ki karşında milyonca insan, yoksa bende mi bir hata var diye düşünüyorsun. Birileri ucuz fahişelerin ucuz jigololarla yaptığı bir hafta on günlük maceraları "Aşk" diye dayatıyor, birileri atalarına küfretmeni istiyor ve bunu "çağdaşlaşma" olarak yutturmaya çalışıyor, birileri ölme ve öldürme yetkisini "Alalh için" devralıyor Azrailden... Dünyada artık yazısız bir kitabın ayetleri fısıldanıyor nesilden nesile. Kimin doğru kimin yanlış olduğunu kestirmek, çıkarlara bulanmış yorumlara yapışıp kalmadan kutsal kitabı dorğu anlayabilmek artık daha da zorlaşacak.

İnsanın tek sığınacağı yer "Allahın Evi" camilersanıyorsunuz, değil. Tek adres Kalpleri. İftar için kandillere bakıyorsunuz ya bu Ramazan; birde kalbinizdeki o evde bir mum yakmak için bütün dünyayı karşınıza alma pahasna iftahar edeceğiniz birşey yapın.

2 Ağustos 2007 Perşembe

Bitirme Sanatı


"Sadece iki şey sonsuzdur, evren ve insan ahmaklığı, ilkinden o kadarda emin değilim.” Albert EINSTEIN



Herşeyin sanat olduğu günümüzde, sanatın gerçek tanımı nedir? Eğer bütün dalları ve eserleriyle özetlemek gerekirse sanat farktır. İnsanın insandan, doğalın yapaydan, kötünün iyiden, güzelin çirkinden ... farkı oldukça sanatta olacaktır. . Sanatın en harkuladesi evren, varlığın yokluktan, düzenin kaostan farkıdır. 2+2=4 sanat değildir mesela, bu kişiden kişiye değişmez. Buna benzer şekilde kişiden kişiye değişmeyen şeyler sanat olamaz.
İnsanlar arası ilişkilerde sanattır.
İnsanların diğer insanlarla ilişkilerine verdiği değerler farklıdır. Bu fark ilişkilerin bütün yapısında farka neden olur,kısaca insanın karakterine bağlı olarak gelişir ilişkiler. İlişkilerni başlaması yani tanışma için aynı şeyi söylemek mümkün değil netekim.İki yabancı insanın tanışması dünyanın heryerinde aynıdır: kendini tanıtma+karşıdakini tanıma. Bunun sırası değişebilir ancak bütün değişmez. Yani tanışmak bir sanat değildir. İsterseniz direk adınız soyadınızla girin isterseniz etkileyici bir cümleyle. Bu ikisi sadece iletişim becerinizle alakalıdır ve ikiside sizi tanıtır.
Peki ya bitirme?
İlişkilerinizi nasıl bitirirsiniz? Başta söylediğimiz gibi insanlara verdiğiniz değerler sonunda farklı farklı ilişkiler oluşturur. Hepsi için ortak bir bitirme yolu söz konusu olabilir mi? Bence bu mümkün değil-tabi ilişkileriniz standart değilse-. Bunun için bitirme de bir sanattır. Çünkü sizin yapınıza, ilişkinizin yapısına, karşıdaki insana göre değişir.Bu sanatta ustalaşmak kolay değildirki bu konuda ustalaşan pek az insan vardır dünyada. Çoğu insan hala bitirmenin en kabası olan tüm bağların koparılması şeklinde ve genelde tek hamlede yapılıyor. Bu bitirme değil öldürmedir.Doğru bir bitirme için en basit örnek bardak ve sudur. Su bitince bardağın sizin için bir önemi yoktur ancak su bitince bardağın kırlmasına da gerekte yoktur. Bunu nasıl sağlarım diyorsanız bunun için bu yetinin sizde temelde olması gerekir. Bu yetinin dayanağı ise zekadır. Zeka sentez gücü yüksek bir enerjidir.Zeka gücü normalin üstünde olan tüm insanlar ( araştırdığınızda göreceksiniz) -tüm dünyanın kendilerine karşı olduğu anlarda bile- bitmesi gereken ilişkilerini öldürmemiştir. Zeka yoketmeye izin vermez.Mesela evren büyük bir zeka ürünüdür burdan yola çıkınca bile evrende hiçbirşeyin yokolmadığını sadece başka şekle dönüştüğünü bilerek zekanın ilişkileri sonlandırmadaki önemine gelebiliriz.
Bitirme sanatının temelinde kesip atmak yok etkisizleştirmek vardır.İlişkiler subardağı-su ilişkisi çerçevesinde ilişkilerden beklenenler sağlanmadığında kırmadan, yorulmadan bitirilebilir. Bunun için rol yapmanız gerekmiyor. Sadece anlık kararların hükmüne girmeden bitirme sanatını hayatınızda etkin olarak kullanabilirsiniz.Anlık kararlar genelde; ilk bitiren olma, umursamıyor görünme, hırsını alma gibi nedenlere verilen ve son anı oluşturan kararlardır. .İlişkilerin sürdüğü süre boyunca ne yaşanırsa yaşansın hatırlanacak olan son andır. Bu ana göre insanlar kin tutar, nefret duyar yada üzülür. Bu an ilişkilerdeki paylaşımları yutan karadeliktir. Bitirme sanatı ile bu an ortadan kaldırıldığı için ilişki gerektiği gibi bittiğinde bile hatırlarda sadece paylaşımlar kalacaktır.
Bitirme sanatı için normalden yüksek bir sentez enerjisi yani zeka gerektiğini daha önce söylemiştim. Bu olmadan bu sanata hakim olmak mümkün değil mi? Mümkün olmasına mümkün de aradaki fark şudur; bitirme sanatı rol yapmayı gerektirmez. Ancak bu yöntem için rol yapma ihtiyacı duyacaksınızdır, buda sizin acı çekmenize neden olacaktır. Bitirme sanatında ilişkiyi bitirme kararını alma ve ilişkiyi bitirme aynı anda gerçekleşmez.Kişi ilişkiyi bitirme kararı alır;kişileri bir arada tutan ortamlar, durumlar ve paylaşımlar mümkün olduğunca azaltılır ve oluşan boşluklar vakit kaybetmeksizin önceden belirlenen başka şeylerle doldurulur. Kişiye sonsöz, veda, sitem gibi cümlelerle ek bir açıklama yapılmaz. Bu üç kural bitirme sanatının temelidir. Yani bitirmenin 2+2=4'üdür. Kişiyle azaltılan ilişkiler o kişiyi hayatınızdan tamamen çıkarmaz ama etkisizleştirir. Bitirme sanatında gereklilikler esastır, duygular değil. Duyguların dahil olduğu bitirme şekilleri bitirmenin fantazi dallarıdır ancak daha öncede belirttiğimiz gibi bitimlerinde genelde bir karadelik bulunur. Örneğin büyük bir aşk düşünün ve sonunda bir aldatma olsun, siz bu ilişkiyi bitirme kararı aldınız doğal olarak. bana burada unutamadığınız şeyi söyleyin? Sizin yerinize bir başkasınıda gayet güzel sevebilen birinin aşkımı? Peki bu kişiyle tüm ilişkilerinizi kestiğinizi ve ona bir yara muamelesi yaparak tüm çevrenizden yalıttığınızı düşünün. Hakediyor mu sizin hayatınızda böyle hassas bir yer olmayı? bitirme sanatını etkin kullanarak -yani zekanızı bir bakıma- acının olmadığı bir durumda türk filmi acıları yartamazsınız. Hayatınızdan çıkarılacak kadar özel olmadığını, birdaha eskisi gibi size yakın olamayacağını bilen karşıdaki kişi için durum daha zor değil mi?.
Sizlerle bunun tamamını paylaşmak isterdim ama maalesef bu sanatın paylaşılabilir yanı bukadar. Bundan sonrası sizin gücünüze ve zekanıza bağlı.Untulmayacak sandığınız bir aşk, erken biten dostluklar, yanlış anlamalar... Bunlar hayatınızda çok yer kaplıyorsa bence biran önce ilişkileriniz öldürmekten vazgeçin. Eğer öldüren karşı tarafsa tabiki yapacak birşey yok, siz sadece kendi adınıza elinizden geleni yapın ve hayatınızdaki değişimleri görün.

1 Ağustos 2007 Çarşamba

Şeytan yanar mı?


Adem, Havva ve Şeytan...



Bugün dünyada sürdürdüğümüz yaşamın mesülleri ve özgür irademizi tescilleten kahramanlar. Keşke o elma yenmese, keşke hep cennette kalsaydık diye düşünen çok insan vardır. Tabi ki ben buna katılmıyorum. Eğer onlar o elmayı yemeseydi hiçbirimiz özgür irademizin farkına varmayacaktık. O elma sıradan bir meyva, bir besin maddesi iken nasıl bukadar kıymetli oluyor diye düşündüm. Yüceliğinden ve bilgeliğinden şüphe duymadığımız Tanrı, insan üzerindeki kudretini böyle basit ve göstermelik bir testle mi sınar? Yoksa o elmayı insan mayası için tehlikeli gördüğü için midir bu yasak? Bütün melekleri önünde secde ettirecek kadar-Şeytan hariç- güvendiği, özgür irade ile donattığı ve kendi ruhundan üflediği bu yaratık bir elma ile değişebilir mi?


Elma besin olan bir meyva mı? Yoksa bu bir benzetme mi? Bütün melekler için önemsiz olduğu halde bütün meleklerden daha üstün sayılan insan için elma, cennetten kovulacak kadar zararlı mıydı? Bunların cevaplarını bulmak için olayın kahramanlarını tanımak lazım.


Şeytan; Bütün meleklerin secde ettiği insana secde etmeyerek kendisininde bir özgür iradesi olduğunu gösterdi. Onun bilge olduğunu düşündürüyor insana karşı bu tavrı; İnsan bünyesindeki zaafı bir elmayla ispatladı. İnsan için sarf ettiği bütün kötü durumları insan nesli yaşadı. Ama o bunu itaatsizlik ederek başarabildi yani isyan etti. Tanrının yarattığı bir varlığı Tanrıya anlattı ki bu Şeytan gibi bir melek için çok saçma bir davranıştı. Sonuçta iki kişinin günah işlemsine sebep oldu, Tanrı onu kıyamete dek günahlarla doyması için dünyaya savurdu.


Adem ile Havva; Onlar birbirinden habersiz iki kişiydiler. Saf ve cinsiyetsiz düşünen birer melek gibiler henüz. Mayalarında ozamana dek zehir gibi kırmızı bir kan eksik. Tanrı özgür iradeleri ile yepyeni bir uygarlık kurmaları için yarattı onları. Bu uygarlıkla kendi özgür iradesiyle -yani hiçbir zorlama olmadan- Tanrının varlığını ispatlayacaklardı. Mayaları böyle bir uygarlığı yaratmak için son derece müsaitti. Şimdi gelelim bu uygarlığı kurmak için gerekenlere yani;Akıl ve vücut. Bunlarda bir adım sonra verilecek insana. Yani şuana kadar insan, sadece Tanrının kendine verdikleriyle Tanrıyı ispatlayacaktı . Meleklerden farksızdı bu çeşit bir yaşam.

Sonra ne mi oldu? Elma ağacı... Tanrının bütün evreni ahenk içinde tutan elma ağacı. Meyvası insana yasak edilen elma ağacı... Tanrı özgür iradesi ile inancı arasında seçim yapmasını istedi insandan... YALAN! Tanrı özgür iradenle ve gerçeketen inanarak almanı istedi onu! Başka türlü bir işe yaramazdı. Peki ya Şeytan? günahı kadar sevmediği insana neden bu konuda yardım etti? Belkide Şeytan Tanrının istediğinden fazla zeki değildi... Belkide sırf zekası için insana secde etmeliydi Şeytan. Eğer Adem ile Hava o elmayı yemeseydi evren ve o elma ağacı varolmayacaktı, bizlerde tabi! Mayasına karışan alev kırmızı bir tat ile insan yaşamda ilk soluğunu aldı. O elma aşktı! Şeytanı yakan ve insanıda yakacağını düşünerek övgülerle sunduğu o meyva aşktı! Dünyayı, evreni aheng içinde tutan şey aşktı! Tanrının yalnızca inanarak almanı istediği ve aldığında meleklerden ayırdığı o kan kırmızı renk aşktı!

Ateşten yaratılan Şeytanı bile yakan aşk, insan etini kıprkırmızı kanla doldurdu. İnsan yandı! Ama insanda bu ateşi bedenden uzakta tutan bir kalp vardı Şeytandan farklı olarak. Sonuçta günah işleyen, insana kasteden Şeytan oldu, insan değil! Ama haklıydı bir konuda; aşk bize yaramadı. Şeytan haklıydı, acizdik, her nesilde onu günahlarımızla besledik. Ama aşk bizi biz yaptı. Aşktan öncesi melekten farksızdı. Aşk yeni Tanrılar yarattırdı insana, isyan ettirdi. Hatta kendini Tanrı zanneti kimileri. Buna rağmen aşkı kalpte tutan, bedeni yanmamış ve bir meleği bile Tanrıya isyan ettiren aşk vücuduna dağılmamış insanlar sürdürdü O'na inancı. Aşk kalpte ruhun içinde tutulmalı, cenneteki elma ağacı gibi herşeyden ayrı! Yoksa sadece tenlerde süzülen bir yeşil yılan gibi sıcak vücutlarda ısınan, sıcağı olamayan günah olur aşk! Oysa ruhu bu evrendeki herşey gibi o muhteşem ahnegin direği cennetteki elma ağacına bağlayan daldır aşk!


Şimdi damarlarındaki kana güvenip bir kadın için ölmeyi göze alıyorsan, onun için öldürüp onun için yaşıyorsan.. Sana aşkı anlattım koca bir sayfa; eğer hala sevişme sonrası biraz oslun soğuyan vücudun rahatlığını arıyorsan; .Bilki vücunda şarapla körükelenen aşk alevi birgün senin cehennemin olacak! Ne demiş Karacoğlan;

Cehennem yerinde hiç ateş yoktur,

Herkes ateşini kendi götürür.