22 Aralık 2010 Çarşamba
A. Kan
Kurulmuş duvarlar
depremle çatırtıyordu
"yokluk" sızan ışıkla eriyor
"boşluk" esen soğuk rüzgarla doluyor..
İki kişilik olmayan herşey
birer birer yere gömülüyordu sanki..
Ayakları yerden kesilmiş iki yüz
hiç korkmadan bu zelzeleden
aşağıda kopan kıyameti görmeden
gökyüzünde yükseliyordu
ne biri ne diğeri
sanki nerden baksan tekidiler...
Güneşe yakınlıktan
ve bu çiçek gibi
kendi içine kapanıştan ısınan ten
yağmur olup yağıyor..
ve beden toprak kokuyordu..
Öyle bereketli bir hali vardı ki..
bu toprağa en nadide çiçeği eksen
boy verecek gibiydi.
Kendini sakınmanın bir gereği yoktu
İşte o kusursuz his, işte cennet..
Az önce başlamadı mı kıyamet
ve cennetin sonsuzluğuna giden
ahir yolculuğu.
Sonra bir sis, bulutlar..
Güneşe kucaklayıp götürdüler..
Üşüdü ve titredi..
Bu titreyiş deprem gibi sardı
önce biri oldu, sonra diğeri..
Kıyamet,
az önce ölen tüm tekliklerin
yerden belirmesiyle tamamlandı
Göğün tepesinden yatağa düşen hasta,
yorgun bir kuştu..
Üstelik bu havasızlık, bu ağır koku
ve kaygan soğumuş bir beden az ötesinde
Bir cinayet gibiydi herşey..
kana gerek bırakmıyordu, vücutlardan akan ter.
Onu cennetinden kovan günah
Kurduğu anlık cennetin kendisiydi..
Şimdi bambaşka bakan iki göz
Düşünüyor suskunca;
Nedir söylenecek ilk söz?
21 Aralık 2010 Salı
Rütbe-i Tenzil
Bizler hayatımızı devam ettirmek veya yararlı olduğunu düşündüğümüz düşünceleri paylaşmak için fikirler üretir ve paylaşırız. Herkesin düşünceleri kendince doğru olmakla beraber bazen bir durum için sınırlı bir mekanda farkı iki görüş karşı karşıya kalır. Toplum için yapılacak en iyi şey en yararlı olanda mutabakat sağlanmasıdır. Bireysel açıdan bakarsak eğer diğer fikir sahibini "ölümden sonra anılır olmak" umudundan eder veyahut en basitiyle aynı zaman diliminde akıl ve ilminin diğerinden daha değersiz bir düşünceye ancak yetebildiği intibası onun içini kemirir. Bu zat, eğer ilimi ve aklına güveniyorsa bu vehime kapılmadan doğruda uzlaşmaya istekli olacaktır. Diğer türlü ise kendi vesfeseli beyni ona oyunlar oynayıp belki daha aşağıda belkide haketmediği şekilde yukarıda bir kadere yükseltecektir; bunu belirleyecek tek şey kişinin sahip olduğu zenginlik ve ait olduğu zümrenin kendisine bağlılığıdır. Aynı konuda iki farklı fikre (hatta daha çoğuna) günde yüzlerce kez raslamamıza rağmen tüm toplumu ilgilendiren ikilikler bazen ayrılıklara ve daha bir çok olaya meydan vereceğinden hassasiyetle incelenmeldir. Bu iş, kişilerin rekabet ve benmerkezci düşüncelerinin bir galip veya mağlup üretecek mücadelesine dönüşmemeli, dönüştürülmemelidir. Aynı durum artık nerdeyse kişileşmiş ve kurumsallaşmış zümrre ve topluluklar için de geçerlidir. Bir zümrenin akıl, ilim ve kalıcılıkla ilgili kendine ait değer yargıları her durumda gerek kendine gerekse toplumun diğer zümre ve kişilerine ispat meselesi yapılmamalıdır. Bir zümrenin rekabet ve benrmezkezci düşünce ile hareket etmesi o zümreyi en değerli can damarından,gelişimden alıkoyar. İlim ve akıl zaman, zenginlik veya çoklukla ölçülebilecek şey değildir. Elli yılda meyva veren hurma ile her mevsim meyve veren kirazı karşılaştırmak ne kadar doğruysa insaların ve zümrelerin bilgi yarışında geçmişi ve tecrübeyi öne sürmeleri o kadar doğru olur. Her daim ilimde ve akılda tek olan eşsiz bir zümre oluşturmak hayaldir, bu hayale kapılmak bir gaflettir ve bu rüyayı gerçeğe dönüştürmenin tek yolu vardır; zümre dışındaki her kesimi ilimden yoksun bırakarak gelişmesini engellemek. Bu sayede asırlarca tek başına akla ve ilme hizmette tek olan bir zümre yetişir ve bu da mürekkebin suya damlamasıdır.
İnsan kavramı önüne eklenerek onu gölgeleyen bütün kavram ve etiketlerin bizleri nasıl bir zümreden diğerine "rekabet ve benmerkezcilik" cephelerinde çarpıştırdığını görmek için ne fazlaca ilme nede yüksek bir akla gerek var. Bütün bunların hepsinde doğru yerde durduğumu söylesem bunu ihtimal dahilinde görür ve göz yumardık. Ama 7 milyar insanın bulunduğu yeri doğru görmesi ve diğerlerini eleştirmesi akla pek yatkın gelmiyor. Bu da iki insandan başlayarak her zümre, topluluk ve millete aynı kanayan yaraya işaret ediyor asırlardır. Söylediğimz gibi bir kişi nasıl yanlış veya eksik düşündüğünü kabul etmekte kendi içinde zorluklar yaşıyorsa bir zümrede aynı zorlukları yaşıyor ve bu nedenle geri adım atmayı kendine yedirmiyor olabilir. İşte bu tür durumlar en başta belirttiğim üzre insanların habersizce yaydığı hastalıklar gibi gelecek kuşaklara ulaşacak ve artık "doğuştan" kabul edilecek sağlıksız düşüncelere neden olabilir. Bu, tıpkı suya damlayan bir mürekkep gibi bize göre asırlar süren ve sonraki nesillerde "normal" kabul edilen bulanıklığa sebebiyet verdiğinde artık ilk saflığa erişmek şansını çoktan kaybetmiş olabiliriz. Bir anlık heyecan, küçük hesaplar ve gerçek anlamda bilgisizlikten kaynaklanan, çoğu zaman tüm bir toplum adına bir çift dudaktan dökülen sözlerin saf bir "ben merkezci" yada "rekabetçi" zihniyetle fanatizm derecesinde savunularak taşınması belkide en çok uğruna dünya cefasını çektiğimiz mutlu bir ahiret" düşüncesini gölgelemekte ve belkide çalmakta olabileceğini bir kere olsun düşünmeliyiz.
Bizler geçmişine ve tarhine değer veren bir miletiz. Atalarımızın adalet ve doğruya verdiği önemi eserlerinde ve yaşayışlarında fazlasıyla görüyoruz. Ancak hala anlaşılmayan ve korkarım bizleri "ölümsüz" yapacağına inandığımız devasız yaralarımız var. Fikirlerimizde doğruya açılan kapıyı hep kendi zümremizde, kendimiz gibi insanlarda arayıp duruyoruz. Çevremizdekilerin" diğerleri" hakkındaki kötü sözlerini (ki bunlar daha çok diğer zümrelere geçişin önüne ket vurma amacıyla ortaya atılır) bir gerçek olarak kabul etmeye dünden hazır halde ve herzaman bizim "akıl ve ilim" güneşimizle huzura kavuşacak bir dünya geleceğinin hayalini inançla kurarız. Diğerlerini de dinlemek gerektiğini söyleyenler "dönek" olur, diğerlerine en kendini kaybetmiş halde nefret duyan ise "kahraman".
İnsanda başlayan ve zümreye sıçrayan bu iki illet hastalık zümreden tekrar insana geçerek döngüsünü tamamlar ve sonunda geçmişten gelen milyonlarca fikir, düşünce ve felsefe kendi karşıtını edinmeyi hiç ihmal etmemiştir. Peki düşünmüyor mu insanlık; Fizik, kimya ve biyoloji gibi ilim kolları son yarım yüzyılda kilometrelerce yol almışken bazı ilim ve felsefe ve düşünce akımları hala ortaçağ insanına hitabeder haldedir? İnsan yaşamı nerdeyse uzaya bile taşarken neden hala doğdukları yerden çıkamayan fikirler inatla doğruluğunu ve geçerliliğini kabul ettirmeye çalışmaktadır? Söyleyeyim: Çünkü onlar içlerindeki bencilliğe ve rekabete yenildiler. Geri adım atmaktansa kendilerini ve gelecek kuşaklarını "güçlü olacakları güne" dek bulanık suyu "saf" görmeye zorladılar. Bu yüzden büyük samimiyetle ama çarpıtılarak yapılan beyanlar veya aktarılan yanlı anekdotlar da bu bulanık suyun en tehlikeli beyin oltaları olarak kullanılmaktan çekinilmemiştir.
Evet, güçlü olmak her kapıyı açtığı gibi insanların fikir kapılarınıda açar. Yukarıda bahsettiğim gibi baskın olan bir zümrenin iki nesil boyunca uygalayacağı bir dayatma politikasıyla bir çok insan ( özellikler kiraz ağacı gibi meyve veren insanlar) artık olayları istenlen şekilde görmeye başlar. Arada direnenler olacaktır elbet (hurma ağaçları) ve işin hazin kısmı işte buradadır; Bu kişiler doğruyu bulma yolunda bu dayatmayı yenecektir amma tarih onlardan son derece önemli bir karar vermelerini beklemektedir:Şimdi onların dediğimi olacak yoksa gerçek doğruya tüm toplumu katarak mı ulaşılacak?
Kuşkusuz bu zor bir karardır. İnsanları "doğrunun kazanması" değil sonuçta kazanmış olmak cezbediyor ve bu zaferden payına düşen ganimeti bekliyor. Sıranın kendilerine geldiğini düşünen ve artık yeni bir dönemim zirvesini hakettiğini düşünen insanlara kendi doğrularınında öncekiler gibi eksik olabileceğini, gerçek doğruya ancak dinleme, anlaşma ve ulaşmaya varılabileceğini söylmemek (yani herkesi karara ortak etmek) her liderin yiyebileceği lokma değil. Bunu söyleseniz bile size o güne kadar bağlılıkla bakan bir toplumu aynı inançla görmek mümkün olmayacaktır.
Sonuçta bu işe tek bir insandan başladık, ve sonuçta yine tek bir insan olarak çıkmak zor olasa gerek. Dünya tarihi peygamberler haricinde yanlış düşünce ve inançların kurduğu saltanata tamah etmeyen kaç lider ve önder tanıdı ki? Kaç kişi kendi zümresinin ve milletinin çıkararını tehlikeye atmak pahasına tüm dünyaya bir insanlık dersi verdi? Onların kaçı bugün hala koşulsuz bir saygıyla layık olduğu değerde görülüyor? Rekabet ve bencillikten arınmış bu insanların bizim üzerimize her sabah doğan güneşi kıskandıracak bir aydınlıkta olduğunu söyleyebilirim kendi namıma. Böyle insanların çıkmadığı zamanlar için her kesimin tek bir sözü var: "Tarih tekerrür eder. Galibi yeniden mağlup mağlubu yeniden galip eder". Yani verilen her rütbe günü gelindiğinde alınacaktır.
Bilgi (Mini Öykü)-1
Küçük Nevra kasabasının zeki ve iş bilir yaramazı Juki babasının peşinden etrafı izleye izleye yol almaktadır. Kasabadan 4 saat uzaklıktaki bir adamın, yani kasabalılara göre Bilge Zemani Usta'nın evine gitmektedirler. Bu adam kasabalarına ilk olarak 3 yıl önce gelmişti. Sadece alışveriş için kasabaya dilsiz uşağıyla beraber iner, ürün aldığı satıcılara ürünler hakkında yararlı bilgiler verir ve bu bilgileri uygulayanların pişman olmadığı görülürdü. Hemen hemen her konuda birşeyler bilen Zemani Usta bu bilgilerini paylaşmaktan çekinmeyecek kadar cömerttir. Onu halkın gözünde büyüten diğer bir husus ise hastalara şifa vermesidir. Onun elinden şifa bulmayan tek kişi yoktur, o geldi geleli ölümler yalnızca yaşlılıktandır ancak bazı saf köylüler onun ölümsüzlüğün sırrını bile bildiğine adı gibi inanmaktadır. Bu hastalardan biri de daha üç gün önce bir gece vakti Zemani usta'nın evine getirilen Juki'nin dedesidir. Zemani ustanın evinde geçirilen birkaç saat sonrasında dedesi, yürüyerek kasabaya dönmüştü. Zemani Ustanın iyi niyetine ve yardımseverliğine güvenen kasaba halkı bildiklerini çocuklarına öğretmesi ve onları da kendi gibi yetiştirmesi için evlatlarını onun yanına getirir ve eğitmesi için rica eder. Zemani usta, gelen bütün misafirlerini dostça karşılar, sohbet eder ancak hiçbir çocuğa kalması yönünde meyil vermez. Kasabalılar onun eğiteceği çocuğun kendilerine getireceği şerefi düşünerek yılmadan 3-4 ay sonra Zemani Ustanın kapısını çalarlar. fakat sonuç değişmez, Zemani Usta eğitim verme konusunda isteklidir ancak gelen çocukların hiçbiri ondan bu eğitimi alacak düzeyde değildir.
Juki mahallenin elebaşıdır. Babası ve dedesinin sert terbiyesinde yetişmesi onun aşırı hareketlerini engeler, kimseye zarar vermez. Ancak çocukların oynadığı oyunlardan gidecekleri yerlere kadar herşeyi Juki'nin kararı belirler. Hatta bazı konularda büyüklere bile yardımcı olabilmektedir. Yaptığı taklitler, oyunlarla büyüklerin gönlünü fethetmiş bir yumurcaktır ancak bu şakaların hepsinde hedef kendisidir çünkü gülen kalabalık içersinde babasının gözlerinin onun üzerinde olduğunu bilir. jukinin babası Jerge insanlarla dalga geçmeme, onları incitmeme konusunda Juki'nin zekasının sivri yanını elinden geldiğince köreltmiştir. Fakat bu körelme sadece bununla kalmamış zamanla Juki'nin neşesi kendi zekasında biriyle konuşamamaktan ve bu kasabadaki durağanlıktan dolayı sönmeye başlamıştı. Babası artık daha çok düşünüp daha az konuşan evladını hiç istemesede Zemani Usta'ya götürmeye karar verir.Jerge orada eğitim almasını istemiyordu;çünkü bu yaşına kadar kimseden birşey istemeyi kendine adet edinmemişti, üstelik bilginin oğlu üzerinde olumsuz bir etki yaratmasından da korkuyordu. Öyle ya, oğlu bir kibir yumağına dönüşerek birgün ailesini ve kasabasını bırakıp gidebilirdi. Ancak böyle durgun oturması ve bu yaşta derin derin düşünmesi babasının bu korkularını görmezden gelerek onu Zemani ustaya götürmeye itmişti.
Zemani Ustanın kapısına geldiklerinde babası eşeğe asılı duran tavukları ve peynir tekerleiğini, kendilerini karşılayan uşağa verdi. Elini oğlunun omzuna atarak geniş ve gayet düzenli salonda ayakta duvarları süsleyen tablolara, kilimlere bakıyorlardı. Dilsiz uşağın dokunmasıyla ikilen Jerge onun gösterdiği yere oturdu ve tabi oğlu Juki'de tam yanına. Biraz sonra Zemani Usta girdi içeriye, ikiside ayağa kalkmaya yeltendi ancak Zemani Usta ikisinede oturmaları için rica etti ve o da her zamanki köşesine oturdu. Hoşbeşten sonra zemani usta söze başladı:
-Uşağım bize hediyeler getirdiğini söyledi,nezaketin için teşekkür ederiz. Ancak sana bu cömert hediyene karşılık ne verebileceğim beni düşündürüyor.
Bu sözleri duyan meraklı Juki atıldı:
-O konuşabiliyor mu?
Sonra hemen babasının yüzüne baktı, yaptığı kabahatı bildiği kadar babasının yüzündeki kızgın bakışlarıda daha bakmadan görebiliyordu. Hemen başını öne eğerek pantolonun kenarından çıkan ipliklerle uğraşmaya başladı. Jerge söze başlamadan Zemani Usta bu küçük çocuğa şevkatle bakarak:
-Söylemesi için konuşması şart mı? Bu dünyada bizim bilmediğimiz daha nice lisan var ve bu eşsiz kainataki bütün maddeler bu dille anlaşıyorlar. hiç konuşmadan..
Bu sözler Jukiyi etkilemiş, babasının yüzüne bakmadan başını kaldırarak Zemani ustanın gülümseyen yüzüne bakmaya başlamıştı.
Sözünü bitiren ve kendisine hala merakla bakan Zemani ustanın kendisini yanlış anladığını düşünen Jerge ise avuçlarını sıktı, kendisini oğlunu kabul ettirmek için rüşvet veriyor sanması içini titretmişti, yutkunarak cevap verdi:
-Bu hediye sizin verdiğiniz büyük ve paha biçilemez hediyenin sönük ve değersiz bir karşılığıdır. Geçen gece verdiğiniz şifa ile yeniden hayat bulan babam bunları size iletmem için ısrar etti. Bu değersiz hediyeleri kabul ederek onun şifasını tamamlayacağınız söyledi.
Zemani Usta bu sözlerden oldukça memun olmuş gibi gülümsedi. Sanki rahatlamış gibi derin bir nefes alıp verdi. Sonra misafirlerine içecek birşeyler ve her nekadar jerge istemesede yiyecek birşeyler hazırlamasını istedi. Zemani usta yaktığı piposundan bir nefes çektiketn sonra yeniden söze başladı.
-Aslında babana şifa veren ben değilim, baban bana şifa veren kişidir.Yalnız o değil, kasabada herkes bana şifa verir. Küçük yaştan beri bilmek ve öğrenmek arzum bana bugün sahip olduğum hazinemi kazandırdı. Çok zaman bu hazineyi omuzlarım üzerinde gururla taşıdım. Ama bu yükün azabı çok farklıydı. Herkesin hürmet ettiği, saydığı ve danıştığı biri olmak zamanla benim hazinemin kapıalrını kapattı. Artık insanlar onlardan öğreneceklerimi zaten bildiğimi kabul edip susmaya başladılar. Bundan daha çok acı veren ise bildiğim birşeyi bilmiyormuş gibi yapamamaktı. Bir çiçeği ekmek için üç karış kazmam gerekiyorsa, iki karışta yorulup bırakamıyordum. Bildiğim halde yapmamak, tembellik etmek kafamın içinde bir örs gibi beynimi eziyordu. Sonra bildiklerime ihtiyaç duyan insanlara dağıtmaya başladım bu bilgileri.Böylece bu hazine odasının kapısını yeniden açarak oraya gün ışığı gibi doğacak yeni sorular gelmesini bekledim. Her soruya verdiğim cevap tozlu odadaki bir külçe altına yeniden ışıltı veriyordu ve bende bu eksilmeyen hazinedeki herşeyi cömertçe dağıtmaya başladım bu günışığı bana şifa veriyordu çünkü. İnsanlar bunları sevinçle kabul ettiler, onlar benim gibi herşeyi değil sadece kendi işlerine yarayanları öğrendikleri için bu onlara mutluluk verdi ancak bu azap onlarıda esir alabilir.Baban mesela, rahatsızlığının midesinde olduğunu artık biliyor, ona kendisine nasıl bakması gerektiğini söyledim. O bildiği halde yapmazsa, midesinde hiçbirşey olmasa bile o ağrıyı hissedecek. Çünkü bu ağrıyı ona midesi değil, beyni verecek.
Jerge bütün bunları dinlerken aklına kendi hazinesi geldi. Tüm hayatı ancak karısı Diyna'nın küçük elişi sandığına sığacak kadar bilgiyle geçmişti. Juki ise şimdiden bir oda açmış ve içine bilgilerini dizmeye başlamıştı ve bu hevesle aklına takılan bir soruya cevap almak için az önce Zemani ustanın cevabından ve gülümsemesinden güç alarak sordu:
-Peki ya bilmeden yapılanlar? Biz babamla birlikte hiç durmadan bir ay boyunca toprağa tohum ektik ama mevsimin bize ne gibi sürprizler hazırladığını bilmiyoruz. Sizce biz de hata mı yapıyoruz?
Çocuğun sorduğu soruyla gülümseyen Zemani Usta'nın gözleri sanki güneşe bakıyormuşcasına kısılmıştı. Jergenin çocuğun baldırını sıkıştırıp gözlerini büyüterek baktığını görünce ona çocuğun konuşmasına fırsat vermesini soru sormanın iyi bir özellik olduğunu söyledi ve çocuğa soru sormada gösterdiği nezaketi aşıladığı için kendisini mutlu hissetmesini öğütledi. Sonra çocuğa dönerek;
-Bilmeden yapılanlar insana en büyük hediyeyi kaybettirir, zamanı.. Bilmeden yaptıkların kontrol edemediğin olaylar yaratır. Öyle ince ve hassas bir denge olur ki, bir karınca bile kolayca bozabilir.Sen, tarlayı sürmeyi biliyorsun ve o toprakta ne yetişeceğinide.Bilmediğin tek birşey var ve sen bilmemeye devam edersen buna "kader" diyeceksin. İnsanlar kontrol edemediği herşeyin yükünü bu kelimeye yükleyerek rahatlarlar. Eğer mevsim iyi geçer ve sen fazla ürün alırsan şanslı olacaksın ama mevsim sert geçer ve tüm ürününü tarlada bırakırsan talihsiz diyecekler. Senin bilmediğin şey doğanın dilidir. Elebetteki bir dil öğrenmek zor iştir, insan bir tercümana ihtiyaç duyar.. Bu tercümansa doğanın içinde asırlardır var olan canlılarıdır. Evet; karıncalar, böcekler, solucanlar, yararsız görülen otlar, ağaçlar, kuşlar.. Daha sayamayacağım nice varlık bu doğanın dilini biliyor ve buna göre yaşıyorlar, sana düşen onları izlemek ve onlara göre hareket etmek bu sayede başkalarına göre kader olan şey sana göre kontrol edilebilir bir gerçek olacak. Senin verdiğin örnekte sadece birşey bilerek daha fazla ürün kazanabilir veya hiç ürün kaybetmeyebilirsin ama bu ikisininde sana kazandıracağı en büyük şey paradan çok zamandır keza kaybıda bu olacaktır.
Juki Zemani ustayı hayranlıkla dinliyordu. Daha önce hiçbir büyüğün bu denli anlaşılır ve mantıklı konuştuğuna şahit olmamıştı. Kasabadakiler verecekleri cevap olmayınca topu kadere atmayı seviyorlardı bunlardan birisi de dedesiydi. Kendisini iyileştiren Zemani ustayı bile kaderin kasabaya hediyesi olarak görüyordu. Babası Jerge bu konularda tam bir kapalı kutuydu. Herhangi bir hata yaptığında kenara çekilip annesinin bütün sataşmalarına rağmen sessizliğini korur ve o her hatasını içine sigara dumanıyla gece boyu defalarca işlerdi. Zemani ustanın bu güzel sözleri Jerge'nin de hoşuna gitmişti, bilgeliğini el öptürmekten çok alçakgönüllüğüyle yükselten bu adama oğlunu güvenle emanet edebileceğini düşünüyordu. Ancak hala konuyu açabilmiş değildi.Dilsiz uşak baba-oğlun nezaketen birer çatal aldığı yemekleri ve sofrayı kaldırmaya başlarken Zemani usta piposunu yeniden doldurarak konuşmaya deavm etti.
-Kasabadakiler çok iyi insanlar, onlara faydalı olmak beni mutlu ediyor. Ancak bu fayda onlarda bir hayranlık oluşturuyor ve çocuklarını tıpkı bir kumaş gibi bana göre ölçüp biçmeye çalışıyorlar. Onları anlamadan, dinlemeden buraya getirip benden onları eğitmemi istiyorlar. Buraya gelen çocukların ilk dikkatini çeken şey sevimli hayvanlarım oluyor. tavşanlarıma ve ördek yavrularıma bayılıyorlar. Bir kısmı güzel çiçeklerime dalıp gidiyor, onların rengarenk büyüsüne kapılıyorlar. Kimisi ise sofrada önüne konulan güzel yemeklerden gözlerini alamıyor ve yemeye doyamıyorlar. Bunlar elbetteki bana hayvanlarım, bahçem ve mutfağım hakkında sorular soruyorlar. Ben onlara cevabı veriyorum ve hatta beğendiği ne varsa mutlaka ona hediye ediyorum. Bir tavşan, ördek yavrusu bir saksı çiçek ve bir tencere yemek.. Babaları her nekadar kalmasını istesede çocukları hep elindekiyle mutlu mesut dönmeye istekli oluyor.
Bana ilkkez bilmenin doğasıyla ilgili soru soran çocuk sensin. Anlıyorum ki gerçekten öğrenmeye meraklısın eğer baban uygun görür ise burada sana eğitim vermek isterim. Bunu düşünmek için babanın süreye ihtiyacı olacaktır.
Jerge söze girerek;
-Aslında bizde bu nedenle gelmiştik. Sizden bunu rica etmeyi düşünüyordum. Benim bu eğtime rızam olduğunu bilmenizi isterim
Zemanı Usta gülümseyerek juki'ye döndü;
-Bak bir örnek daha, baban bilmeden birşey yapıyor;seni bana bırakıyor. Ben seni eğitip yetiştirdiğimde ve sen de benim gibi memleketinden taşıp yeni diyarlara akmak istediğinde baban bu duruma "kader" diyecek. Oysa şimdi düşünmek ve bilmek için oldukça vakti var.
Bu sözlerden sonra Jergeye dönerek;
-Dostum Jerge, burada çocuğunuz hakkında karar verirken birşeyi iyi düşünün; bu eğitimi alırsa Juki kendi geleceğini yaşayacak; eğer sizinle kalırsa ona uygun gördüğünüz geleceği.. Bu konuyu iyi düşünün ve kabul ederseniz Juki'yi üçüncü gün sabahtan buraya yalnız yollayın. Sizin gelmenize gerek yoktur. Oğlunuz istediği zaman sizi görebilir ve tabi sizde istediğiniz zaman onu.
Zemanı usta makas gibi sözleriyle Jerge'nin korkuları üstündeki tül perdeyi kesmiş ve onları yeniden canlandırmıştı. Oğlunun birgün kendisini bırakıp gideceğini düşünmek Jerge'yi kaygılandırıyordu. Kasabada oğulların babalarına bakması bir gelenekti, ayrıca her yeni doğan günde oğlunun sağlığını düşünerek ve onu görmeden ölmek düşüncesiyle yaşlanmak istemiyordu. Bu yüzden Zemani Ustanın dediği gibi düşünmeye karar verdi. Bir yanda gelinceye kadar Jukinin solgun yüzüne gelen o eski ışıltı diğer yanda birgün evladının ailesini bırakıp gitme korkusu. jerge müsade isteyerek kalktı. Zemani ustanın elini sıktı, ve kapıda bekleyen eşeğine doğru yürüdü.Juki evden uzaklaştıkça batan güneş gibi yüzünün parlaklığını kaybediyordu, ama gitmekte isteksiz değildi. Babasının hissettiği korkuyu anlıyor gibiydi, hem kasabadan ayrılma düşüncesi şimdiki haliyle onu korkutmuştu. Belki, yerini yurdunu bırakmadan da Zeman ustadan ders alınabilirdi. Bu denemeye değerdi.
(Devamı Gelecek)
9 Aralık 2010 Perşembe
Algılar
Algılar düşünmediğimiz, düşünmeye gelmeyen şeylerdir genelde. "Kırmızı rengi seviyorum." diyen birisine "Neden?" diye sorduğumuzda bunu açıklamak için bir çok şey söyleyecektir. İşte bütün o söyleyecekleri şeyler bilmediği algı kavramına uygun gördüğü maskelerdir, evet bazen algılar yüzüne bakılmayacak kadar çirkindirler. Günlük hayatımızda otomatik yürüyen işlerde algıyı daha iyi anlayabiliriz. Yere düşen para sesi, sıkıcı bir dersi bitiren zil sesi, beyaz önlüklü bir doktor,sade kahve, soğuk beton ,asfalttan fırlayan gelincik, gölde yüzen bir kırmızı zürafa, duraktan yolcu alan akbil kullanılabilir bir gergedan... Bunların bazıları günlük hayattan aşina olduğumuz şeyler bazıları ise "Nasıl yani?" diye garipsenecek durumlar. Rüyalarda gördüklerimiz, ne kadar imkansız olursa olsun bize gayet doğal geliyor rüyadayken; bu bize güvendiğimiz beynin açık arka kapsını gösteriyor. Biz bu kapıdan kırmızı zürafayı da, yolcu alan gergedanıda öyle rahatça geçiririz ki bunlar günlük hayatımızın sıradan bir parçasıymış gibi gelir.
Bilim adamları,avukatlar, pskiyatrlar, istihbarat birimleri son yüzyılda bu kavrama o kadar çok önem veriyor ve onunla öyle işler başarıyorlar ki; bunun sonucu işte bizleriz. Çok güvendiğimiz beynimiz maalesef söz konusu algılar olunca savunmasız hale geliyor. Beyin kötü yada iyi eller içinde herşey olmaya hazır.. çağımıızn bilim toplumu olmasında en büyük katkı bu keşfe aittir. İnsanları önce alıştırmak, sona mamulü zerk etmek suretiyle hiç şaşırmadan bir çok şeyi kabul ediyoruz. Aslına bakarsanız yeterince vakit verilirse insanlığın bu açık kapıları kullanarak "Mesih" i bile getirebileckelrini ve milyonlarca insanın ona biat ettireceğini düşünmek saçma olmaz. Elbette bu oyuna kanmayan beyinler olacaktır, onlar "isyan eden ruhlar" olarak zaten diğerleri elinde yok olacaktır.
Karşıdaki kişinin "karakter analizini" onun söylediklerine göre çıkarmak isterseniz bu sizi çokça yanıltabilir. soruları ne kadar özenle hazırlarsanız hazırlayın ölçmek istediğiniz özellikle ilişkilendirmeniz gerekecek ve bu da karşıdaki kişiye özellik derecesiyle oynama fırsatı verecek. Ama algılara bağlı çıkarılacak bir "karakter tayfı" bu hatayı ortadan kaldırabilir. Kişinin karşısına konulacak alakasız resimler, nesneler, izletilen filmler... Bütün bu şeylerde asla belirgin özelliğe bağlı kalmadan düşünmesini istemek. İşte o kişinin algı kapısını açacak şey ve o kapıdan hiç bir koruma, gizlemeye takılmadan girebileceğiniz beyin! Bunu işin uzmanları çok iyi kullanıyordur. Başta da söyledim bizlerde yalan söylerken olayların, durumların "algılanması" konusunda küçük bir hile yapıyoruz ve sonuçta başarırsak kişi olayı bizim istediğimizgibi algılıyor.
Günümüzde yapılan en büyük hata olaylara, nesnelere, yeniliklere alıcı gözle sorgulamadan bakmamız. Oysa bugün kullanılan bir çok ürün ve ortaya çıkan bir çok yenilikte asırlardır süre gelen akımların propagandası yapılıyor. Beynimize tam da yukarıda bahsettiğim gibi hiç alakası olmayan bir nesne/olay üzerinde algı kapılarından sorunsuz geçerek yerleşen düşünceler var. Bilmem okuyan var mıdır Ömer Seyfettin'in "Kütük" adlı hikayesi tam da bu şekilde bir olaydır. Birileri sizle hiç boy ölçüşmeden, size hiç bir güç göstermeden yada kullanmadan büyüklüğünü, yenilmezliğini kalıcı şekilde kavratabilir. Algılar kişileri esir alır, çünkü o beynin dış dünyadan ham veriler aldığı (yada ham sandığı veriler) güvenliksiz kapıdır.
İzlediğiniz filmlerde karakterin giyidiklerine, evlerin duvarlarındaki resimlere, sıradan basit kelimelere bile dikkat ederseniz ya da teknoloji harikası ürünlere, onların sizi yönlendirdiği fikirlere, düşüncelere birazcık daha dikkat ayırarak bakarsanız, belki sizde algının nelere kadir olduğunu anlarsınız.
Hayatta herkersin öyle yada böyle ilizyonist olduğu bir durum vardır. Ama bazıları bir iki insanla yetinmeyip tüm dünyayı kandırıp "Tanrı" olduğunu idda edebilir. İşte o zaman aklı başında olan bizler onun cennetinden kovulmakla ödüllendirileceğiz...
29 Kasım 2010 Pazartesi
Sabr-ı Elzem
kuş, böcek,çiğ tanesi, toprak
bağırıyor yüzüme yüzüme
"İsyan et!"
Alnımı göğe dikip yürüyorum.
onların aldığı ne varsa
söylüyorum işte; ben veriyorum.
Şimdi bir cenge tutuşmak için erken
bahaneler böyle küçükken
ve içimdeki ses
olması gereken bu, derken.
İsyan etmek niye?
Durmuyor yinede,
raftan düşen bir kitap
sayfalarını saçarak
Bir kapı kulpu, kazağımdan tutarak
bardaktaki çay
parmaklarımı yakarak diretiyor bana
"İsyan et!"
Şimdi ete kemiğe bürünmüş öfke olsam
yakacağım önce kendi cismim olacak
sonra bu ateşi besleyen ocak.
bitmeyecek, yılmayacak ve durmayacaklar
Demiri tava getiren bu sıcağı tutabilmesidir..
çekici azap kılan el...
Elin kastı ise demire değil, demirdeki eğriliğe
Bu ahengi hayat hayat izleyen ben
Niçin gam duyayım keskinliğime dokunan eldivenden?
Bütün bildiklerime rağmen,
buruk bir dost yüzü
sevgilinin solan gülüşü
babamın iç çekişi
ahbabın yüzsüzü..
sessiz bir nefesle kulağıma fısıldıyor
"İsyan et!"
Bu rüzgara kapılırda bir tutam ateş
kaynayıp taşarsa kin yağım
baktığım her yerde bir fesad
tuttuğum elde aciziyet ararım.
Bu akı kara
insanı yılan eden yalana nasıl inanırım?
Dört duvar içinde
İsyana mani bir kozadayım.
Sözlerim korkaklıktan
durgunluğum tembellikten sayılsın
bir tek kem bakışıma dek bu yemin
benim en büyük yalanım.
12 Kasım 2010 Cuma
Cevap
Önünde yükselen soğuk yüze baktı. Göğe kadar uzanıyordu boyu, ve uzamaya devam ediyordu. Dizleri yere hızlıca çarptı, kanlı bedeni zorlukla duruyordu bu dizler üzerinde. Aniden yüzükoyun yere yıkıldı.. Gözleri adamın ayakları hizasındaydı. Soğuyan vücudundan çekilen can, kan olup caddeye akıyordu.. İçini son kez çekti ve son nefesinde tükenen isim; "Maria"
Kapıyı açmak için yöneldi. Duyduğu ilk ses kapının arkasından gelen telsiz sesiydi. Ne olabilrdi? Akşam yemeği, televizyon ve bir eş olarak kendisi hazırdı.. Sıradan bir evdi işte bozmaya ne gerek vardı?! Kapıyı istemeyerek açtı, kalbi beynini kana boğarcasına hızla çarpıyordu.. "Grabtin, bay Grabtin'in nesi olyorsunuz?"..Boğazı düğümlendi, kalbi göğsünden fırlayack gibi atıyor, gözleri karamaya başlıyordu, beyni boğuluyordu kötü düşünceler içersinde. "Eşi... Eşiyim" diyerek kapıyo tutundu. Olmayacağını bile bile kimliğini evde unuttuğunu, bir olaya şahit olduğunu hatta arkadaşlarıyla kendisine şaka yaptığını düşündü birkaç saniye içinde. Önündeki iki yüz programlanmışcasına yere bakarak "Başınız sağolsun, bizimle gelip kendisini teşhis etmelisiniz. " Bu nasıl bir... Nasıl.. hayat bu insanlar için nasıl devam ediyor? Sudan çıkmış balık gibi.. Kendi acısı içinde nefessiz çırpnırıken diğer insanların yaşamalarına hayrretle bakıyordu. Alelacele koluna girdiler ve devriye arabasına bindirdiler. ışıklı caddelerde ilerleyen polis arabası kırmızı-mavi ışıklar saçıyor ve memurlar etrafı izleyerek yola devam ediyorlardı. Maria başını cama yasladı içinde tuttuğu son ümide sımsıkı sarılıyordu ;Bu başka bir yüz olmalıydı. Herşey sıradan bir akşam yemeğini işaret ederken, herşey buna giderken bu haber çok ani.. Bu tabloda çok yakışıksız duruyordu. Nasıl ki dünya güneşe bir santim yaklaşmadan asırlardır dönüyorsa bu akşam yemeğide diğerleri gibi sıradan basit olmak zorundaydı. Yoksa bütün evren bu gece çökecekti. Devriye aracı yavaşladı ve memur kenarda duran ortayaşlı bir adamla konuşmaya başladı. Adam nereye gittiğini sordu,memur "Yukarı sokakta öldürülen adamın eşi, hastaneye teşhise götürüyorum." Adam üzgünmü korkulu mu belli olmayan bir ifadeyle Maria'ya baktı, "Başınız sağolsun" derken sanki ilkkez bir ölüme şahit oluyor gibi çekingendi. Polise dönerek "Kaza mı? Yoksa?" diye sordu, polis "Kaza değil, cinayet. Ama görgü tanığı yok. Sen içmeyi erken mi bıraktın? bugün ayık görünüyorsun? Yoksa çenendeki morluğa sebep olan düşüş mü seni kendine getirdi?" diyerek takıldı adama. adam belirsiz bir gülümsemeyle karşılık verdi "Bugün ara verdim.." Memur, adamla vedalaştıktan sonra araba yeninden hareket etti. Bunlar olup biterken maria başını camdan kaldırmadan öylece tuttuğu umuduna sarılıyordu. Hastane kapısına geldiklerinde memur tekrar koluna girerek ona eşlik etti. Maria insanların çalışmalarına, gülmelerine, yemek yiyip birşeyler içmelerine hayretle bakıyordu; O ölmüşken dünya nasıl hala aynı kalabiliyordu? İri yarı bir hemşire sanki çalışarak Maria'dan daha çok azap çekiyormuş gibi istemeyerek eşlik etti onlara. Morg kapısı açıldı, soğuk ve cansız bir hava yüzüne vurdu. Kahretsin ki, atan kalbi, teni, aşkı.. İçerde onun kokusunu alabiliyordu. Kalbi yeniden ve tüm gücüyle göğsünü yumruklarken kolundaki polise bir parça daha yaslandı. Üzeri beyaz kalitesiz bir çarşafla örtülmüş ve çarşafın göğüs izasında kıpkırmızı bir kan lekesi oluşmuştu. Sabah kravatını gömleğine milimi milimine oturtan, manşetlerini özenle düzelten, ayakkabıları parıl parıl parlayan eşi adi bir bez parçası altında... Olamaz.. Olmamalı. Hemşire reyonda yemeklik et gösteren kasaplar gibi kaba bir şekilde çarşafı kaldırdı. Son sözünü, yüzüne bakarak hissetmişti, son sözü kendi ismiydi adı gib emindi.. Çünkü açık gözleri, yüzündeki hafif tebessümlü hal ve bütün bunları sarıp sarmalaştıran huzur.. Sabahları uyanıp göz göze geldiğinde hep aynı şükürle ve bu yüz ifadesiyle söylerdi ismini "Maria'm" şımarıp tekrar gözlerini kapatırdı. Gözlerini kapadı Maria son bir güçle..
Gözlerini açtığında kolunda bağlı serum ve yanında öncekinden farklı bir polis memuru vardı. Gözlerini açtığını gören memur ona evlerinin mutfağında küçük çaplı br yangın çıktığını ama olaya hemen müdahale edildiğini evinin devriye tarafından güvence altına alındığını anlatıyordu. Üst üste gelenler... Önce hayatının mihenk taşı sonra ondan kalan hatıralarla dolu ev. Polis memuru bir isteği olduğunda ona hemşirelerin yardım edebileceğini ve evini merak etmemesi gerketiğini salık vererek odadan çıktı. Şimdi yalnız ve halsizdi.. Ölmek istiyor ama hala onun öldüğünü kabullenemediği için ikinci bir ayrılğa meyil veremiyodu. Sabah evden ayrılırken, dün.. Onunla geçen vakit ne hor kullanılmış. Gözünün önüne o hazırlanırken televizyona dalıp gittiği an geldi. Niçin doya doya bakamadı? Niye gitmesine izin verdi ki.. Göz yaşları yanağından düşüp ucuz ve hissiz hastane yastıkları üzerinden akıp gidiyordu. Onunla geçirecek bir kaç zaman için gözlerini kapatarak rüyalar alemine girmek istedi.. Zonklayan yüreği izin vermesede, gözlerini kapadı..
Köşe başında bekleyen çiçekçi bu akşam yoktu. Bir kaç sokak ötedeki dükkana doğru hızlı adımlarla yürümeye karar verdi. Bu akşam evinin kraliçe arısına hamaratlığından dolayı küçük bir ödül vermeyi istiyordu. üstelik hava güzeldi, gençlik yıllarında sırf bu havaları kaçırmamak için yürüdüğü zamanları düşünerek yürüdü. Dükkana girdi, karısının sevdiği çiçekleri aldı. Pek uzakta olmayan evine doğru hızlı adımlarla yürümeye devam etti. Biran önce yuvasına ve eşine kavuşmak istiyordu, saatine baktı ve baktığı anda sarhoşun tekine çarptı. çiçekler ikisi arasında ezildi, Grabtin sendeledi ve geriye düşmekten son anda kurutldu. Adama terslenecek oldu ancak zil zurna sarhoş adam bundan anlayacak değildi. Çiçekleri düzeltip yürümeye devam edecekti ki sarhoşun sataşmasını duydu "Hey! Gel buraya ve benden özür dile!" aldırış etmedi. Sarhoş peşi sıra yürüyerek sataşmaya devam ediyordu "Sana diyorum kaz kafalı! Gel ve çarptığın için benden özür dile!" Grabtin aldırmadan yürümeye deavam etti. Sarhoş adam durdu ve adamın duyabileceği bir sesle "Karının çiçekten çok gerçek bir erkeğe ihtiyacı var. Ona beni götürmelisin." Grabtin durdu, elindeki çiçek düşmeyle kalma arasında takılmıştı. Dünya zerinde en değr verdiği şeye, aşkına bir sarhoşun böyle adice sataşması en sağduyulu haliyle bile dönüp gideceği bir durum değildi. Çiçeği yavaşça yanmayan sokak lambasının dibine bıraktı ve srhoşa ağır adımlarla yürüdü. "Sen, ne cürretle karımın adını ağzına alıyorsun?" dedi ve sarhoşun cevap vermesine fırsat vermeden çenesine yumruğu indirdi sonra bir daha ve bir daha sarhoş arkasındaki duvara yaslanarak çöktü. Grabtin hiçbirşey söylemeden sokak lambası dibindeki çiçeğe yöneldi. Çiçekleri aldı,eliyle düzeltti ve yürümeye devam etti. Birkaç metre sonra arkasında hızla yaklaşan adımları farketti. Sarhoşun geldiğine emindi, tam dönüp ona gitmesini söyleyecekken göğsünde soğuk bir metal paçası hissetti. Göğsünü yararak ilerleyen bu metal iç organlarını avı vererek deliyor ve kemiğine sürtüyordu. Sarhoş hızlı hızlı nefes alıyor ve hayretle Grabtin'e bakıyordu. Sarhoşun nefesindeki alkol her yeri kaplamıştı. Bıçağın çekilmesiyle Grabtin bir süre durdu, önce elindeki çiçek buketi yere düştü ve yuvarlanıp kaldırım kenarına sindi.
Maria'nın hastaneden teslim aldığı eşayalar arasında eşinin aldığı çiçek buketi yoktu. Evine dönerken haketmediği herşey için isyan ediyordu.. Elbiselerin kokusunu içine çeke çeke çıktı hastaneden, evien gitmek için taksiye bindi. Dün geceden beri uyuyamamıştı.. Evlerine vardmaya yakın dün geceki polis memuruyla birlikte birkaç polisin dün memurun konuştuğu adamı yere yatırıp kelepçelediğini gördü. Taksiyi durdurdu, indi ve onlara doğru yürüdü.. henüz hiç birşey bilmiyordu ama onu gören memurun Maria'yı engellemek için önüne çıktığını görünce anladı.. Dün kocasını en son gören bu adamdı. Adamın gözleri Maria'nın ayakları hizasındaydı.Maria sakin bir sesle memura "Sadece bir tek şey soracağım, lütfen izin verin.. bu kadarına hakkım olmalı." dedi. Polis memuru yerde yatan adam bakarak "Pekala, bir soru sadece.." dedi. Maria olduğu yerden adama bakarak "Son sözü.. Son sözlerini duydun mu?" diye sordu. Sarhoş başını Maria'ya çevirmeye gayret ederek baktı.. Maria önünde göğe uzanan bir ağaç gibiydi, hatta mavi gözlerine göğü zaptettiği söylenebilirdi. "Yere düştüğünde Maria dediğini duydum.. Son sözü buydu, bundan başka birşey demedi. Kazayla oldu, amacım onu öldürmek değildi.." diye geveledi ancak Maria çoktan arkasını dönüp evinin yolunu tutmuştu. Kucağında kocasının kıyafetleri, "Biliyordum.. Biliyordum sevgilim" dedi rüzgar doğru. Gözlerinden akan yaşlar yanağını okşayarak saçlarına karışıyordu.
Evin kapısı kapandı, dalgın dalgın yatak odasına yürüdü.. Duvardaki fotoğrafı aldı, sarıldı, yatağa girdi.. Gece yarısına doğru usulca sıcak bir dere gibi akan kan yatak odasından caddeye giden yolu arıyordu. Caddeye varıp bir gece önce dökülen kana karışmak için karanlıkta ağır aksak ilerliyordu.
Maria üşüyen ayaklarını iyice karnına çekerek gözlerini kapadı ve "Sensiz uyanmayacağım" dedi ve gülümsedi.
Fotoğraftaki iki mutlu yüz beyaz yastık üzerinde camdan giren ay ışığı altında parıldıyordu.
16 Ekim 2010 Cumartesi
Kediden Geçmek
Bir insan olarak iki ayağımız üzerinde durduğumuzu kabul etmiyorum. Biz de dört ayaklı bir varlığız ve bunu inkar ederek ancak kendimizi kandırırız. Bu ayaklardan ikisi zaten bizim görebildiğimiz ayaklarımız; yürüdüğümüz, tekme attığımız(!), ezdiğimiz(!)... Diğer ikisi vicdan ve hayatta kalma inancı. Hatta altı ayaklı olan insanlar da var, bunların birer ayağı geçmiş ve gelecekte.. Ben çoğunlukta olan dört ayaklılardan bahsedeceğim ama şu küçük alıntıya yer vermek istiyorum öncelikle, bu öyküden sonra daha net anlaşılacak anlatmak istediğim;
" ...
Martin J.Duxer makalesinin bilim dünyasınca küçümsenmesine şaşırdığını belirterek başladı az miktarda katılımın olduğu basın toplantısına. Makalesinin konusunun gayet bilimsel ve net olduğunu, bugüne kadar ortaya çıkan verilerle uyumlu sonuç veren tek savın kendi savı olduğunu ileri sürdü. Geçmişte olduğu gibi yine bir doğruyu kabul etmek için gereken sürecin işlediğini söyleyen Duxer bu sürecin ; "alay et-karşı çık- kabul et" olduğunu ve diğerlerinin de bunu bildiğini sözlerine ekledi. M.J. Duxer makalesinde bugüne kadar alışılagelmiş evrim ve yaradılış teorilerini bir potada erittiği savını şu şekilde özetledi:
Bugüne kadar aynı düzlemde birbirine zıt kabul edilen evrim ve yaradılış teorileri aslında farklı düzlemlerde ve birbirleriyle kesişim içersindedir. Bu Tanrı'nın yarattığı insan ve Doğanın ürettiği insanın aynı tür kabul edilmesiyle başlatılan alan savaşının sonucu olarak hep çözümlenememiş bir sorun olarak gözümüzün önündeydi.
Tanrı'nın yarattığı insan düşünme becerisi ve sahip olduğu ahlaki değerlerle kendi belirleyebildiği bir "yaşam" amacı olan bir insandır. BU yaşam amacını gerçekleştirmek için hırs, sebat ve izafi düşünme yetileriyle donatılmıştır. Kendini, sahip olduklarını bu amaç için feda edeilecek yapıya sahiptir. Bunun ispatı tarih boyunca binlerce insanın hayatıdır. Bu insanlar "iç güdü" denilen ve hayatta kalmak için doğadaki bütün canlılarda doğanın bir hediyesi olan mekanizmaya aykırı hareket ederek bunu ispatlamıştır. Doğanın yarattığı insan olsaydı eğer o zaman doğa bütün türlere armağan ettiği bu güdüden neden bu insanları mahrum bırakmıştır? Çünkü bunlar doğanın içinden ama doğaya ait olmayan birşeyler eklenerek oluşturulmuş özel bir yapıdır. Tanrı'nın yarattığı insan değerli olduğunun farkındadır, bu bilinçle doğar.
Doğanın yarattığı insan az önce bahsettiğim içgüdü ile dünyaya gelen varlıktır. Bu canlıda fedakarlık, merhamet, aşk, sevgi gibi soyut değerler bulunmamakta olup idraak ve düşünme becerisi hayatı kolaylaştırma, hayatta kalma ve türünü devam ettirme üzerine evrimleşmiştir. Bu süreç içersinde kendisini güdülerin ihtiyaçlarına götüren soyut kavramlar türden türe aktarılabilecek düzeyde öğrenilmiş olabilir (Örnek: Aşk, üremeye götüren bir araçtır). Doğanın insanı doğanın "ekonomiklik" ilkesine göre hareket eder. Yani ihtiyacından fazlasında gözü yoktur. Ancak bu insan özündeki vahşilikle kendi yaşamını korumak ve devam ettirmek için her şeyi yapabilir. Doğanın insanı dayanıklı, hayatta kalmak için kolay adapte olabilen ve sadece fizksel ihtiyaçlar için düşünebilen bir varlıktır.
Şu an dünya üzerinde her iki insan türününde saf ve karışmadan devam ettiği yerler varolmakla birlikte genel itibariyle bugünki toplum bu iki türün genleri ve mayaları iç içe girmiş karışımıdır. Bu acı karışım Doğanın insanına hırsı, Tanrı'nın insanına güdülerine boyun eğmeyi hediye etmek demektir. Bu tabloya göre raslantısal olarak dağıtılan karakter özellikleriye daha canavarca yada daha hümanist insanların oluşacağı bu insanların toplum tarafından baskı altında tutuluabileceği ama asla değiştirilemeyeceği aşikardır. Bizler "yaşam amacını" keşfetmek için çıktığımız bilim yolculuğunda bu amaca hizmet etmek yerine kendi güdülerine giden her yola koşullanmış insanlarla karşılaştığımızı itiraf etmeliyiz. Bizler belki doğanın Tanrı'nın insanından esinlenerek geliştirdiği amatörce kopyalarız ve ne olmak istediğimize karar vermeliyiz.
... "
Peki bizler saf olan Tanrı'nın insanları mıyız? Yoksa doğanın duygulardan yoksun insanı olarak gerçek insanlardan hırs ve sebatı alarak yaşamayı yegane amaç bilen üvey evlatları mıyız? Eğer öyle değilsek yok yere yapılan bu kıyımları, bu hırs ve kibir gösterilerini, ziyan edilen vakti, emeği, ekmeği, canı.. Nasıl açıklanır dünyanın uzaydan görülen gri rengi? Bir insanın kendi hırsı için Roma'dan, milyonca insanın hayatından, tarihin mirasından vazgeçmesi ile bir kediden vazgeçmesi arasında zerre fark varmı? Bence hiç yok.. Eline geçen ilk fırsatta sırf eğlencesine bir canı ayaklar altında ezerek öldüren bir insan(!) yarın eline geçecek fırsatta neler yapabileceğini göstererek kendini ihbar ediyordur sadece.
Ey İnsan! Sen de dört ayaklısın! Hayatta kalma inancın hayattan zevk almya dönüştükçe, diğer ayakların ne kadar küçük kalıyor, topallıyorsun. Aşk ve muhabbete Mevlana, Mecnun, Ferhat, Kerem, Veysel, Köroğlu, Yunus Emre ve nicesinin aldığı yola hayretle bakıyordum önceden, şimdi çok net anlıyorum. Çünkü aşk gibi Saf insana yakışan bir his, günün karışmış toplumunda paha etmez.. Bu çağda doğmuş, büyümüş biri bu aşktan birşey anlamaz.
Bu aşk seni yatağa götüren bir kapı değildir. Bu aşk insana can'ı sevmeyi öğreten, kendini feda ettiren bir yoldur. Bu aşkta verilen bedel yoktur, çünkü zaten herşey bu aşk için emanettir bize. Hayatının her zerresine sinmedikçe tat vermez bir meyvedir..
Şimdi kendinden geçmek için bahane arayan insanoğlu, her hatasını kendi diken parmağı delik deşik kör bir terzidir. Onun için önemli olan hala kendine ait sandığı şu dünyada hükümdarlığına toz kondurmamaktır, elbete keseceği cezada yine kendinden değil kediden vazgeçecektir.
8 Ekim 2010 Cuma
Susmak

Elinde kelimeleriyle, masa başında
kalemle intihar ediyor
birer birer
asrın vicdan azapları.
Birleşip güneş olmak yerine
binlerce yıldız katarak geceye..
infilak ediyor nice dolu baş!
Bu devrin mürekkebine müstahaktır!
Bilinmez mi en tehlikeli ilim karanlığı okutmaktır!
Şimdi neresi kuzey, neresi güney bilinmez
Gece puslu, yollar çetin kalkıp gidilmez
Susmak, yarada mikrobu yakar gibi
Susmak, çölde sususuzluğu unutmak gibi
Susmak, vicdanın çığlığını yutmak gibi elzem
Kendine lanet eder gibi aciziyettir.
Susmak hayatta kalmaktır.
24 Eylül 2010 Cuma
Uyum
Önceleri "tek" olmayı, diğerlerinden ayrılmayı benimsedim. Kendi sesimi toplumun sesinden çekip alınca ne istediğimi, ne olmayı hakettiğimi öğrendim. Sonra diğerlerinin arasında diğerleri için ne olduğumu ve ne olmayı hakettiğimi duydum. Diğerlerinin ne olması gerektiği ve ne olduğunu bilip onların kendileri için yorumlarınıda uzun uzun dinledikten sonra elimde uçurumlarla dolu bir vadi haritası kaldı. Kendim, diğerleri.. Karınca ve fil..
Ben karınca olarak çukurları uçurum olarak görüyorum,çünkü sınırlı bir ömrüm ve dünya için küçük bir cüssem var. Benden sonrakilerin dümdüz bir vadide yürüyebilmesi için bu çukurların dolması gerek. Bu çukurları doldurmak için fili ikna etmek ve fili ikna etmek için önce sesini duyurman gerek. Bir tek karınca olarak file "Gelecek için herşeyi düzeltmeme yardım et" dediğimde muhtemelen kendi için bir çukur görmeyen fil benim bu hareketimi "bencillik" olarak algılayacak ve "kendini kullandırtmayacak". karıncalar ölüp gidecek,filler uzun süre yaşayacak. İşte bu çıkmazda bir karınca için bilmenin ve çaresziliğin azabını çeken ben son kez sesleneceğim "Fildeki kardeşlerim! Bu cüsse sizin değil, siz de birgün gerçeğin üstüne düşeceksiniz! Bir gün takatınız bittiğinde bu çukurlarla yüzleşmeye gücünüz olmayacak! Ben erken düşenlerdenim!"
Biz karıncaları fil olduğumuza o kadar inandırmışlar ki, bu öyle uzun bir masal ki.. Az önce bahstettiğim ilimle aydınlanınca ve filin sırtından toprağa düşünce anlıyorsunuz. O karıncalar düşünmeyi çoktan unutmuş, atalardan yadigar düşüncelere tutunduklarının farkında değiller. Gerçekten düşünebilenler, toprağa en erken düşenlerdir.
Bu uzun zamandır süre gelen bir masaldı, ama bu masalın girmediği haneler, ocaklar vardı. İşte şimdi o hanelere o ocaklara hatta kafalarımızın içine kadar girdiler. Bu masala inanmayan kimse kalmassın diye ellerinden geleni yapıyorlar.Bütün bunlar değişim farkedilmesin, biz değişmeyelim diye. Toprağa düşenlerin çektiği azap bundan belkide, çünkü fil büyüdükçe düşmenin etkiside artıyor. İnsan düşünce yalnız kalıyor, bu yalnızlığa sebebin değişim olduğunu anlamıyor. Oysa filin üzerindeyken yani bir filken herşey ne kadar mükemmeldi.. Zamanın etki etmediği kişiler, fil üzerinde ölenlerdir. Onlar toprağın (gerçeğin) kokusunu hiç solumadan, sanki hiç yaşamadan göçüp gittiler ve gidecekler. Onlar filden zihnen ölü olarak düşecekler, acı hissetmeden..
Bu fil ve karınca hikayesi sarmadıysa eğer şu şekilde açıklayayım;Toplum dediğimiz güç değişimi ve gelişimini sürdürürken bizler yani bireyler bu değişimin yönünü belirlemeyecek kadar aciziz. Biz bu aciziyeti toplumdan "farklı" kaldığımızda anlıyoruz. Bugüne kadar kendimizden sandığımız gücün karşısında ezilmemek için aykta durmaya çalışıyoruz, kendi iki yüzlülüğümüzü görmezden gelsekte yanımızdakilerin vurdumduymazlığına, bize vurulan damgalara dayanamıyoruz. Akıl sağlığımız "farklı" olduğumuz an bozluluyor; değişime küfrediyoruz. Dünün bayramlarını bozanlar bugün oyun dışında kalınca eski bayramlardan dem vuruyor.. Dün komşularının evini basıp öldürenler bugün komşuluğun bittiğine yakınıyor... Biz o toplumken, toplumun göz yumduğu herşeyde suçluyduk. Farklı olunca bizi ezecek bu adımı, "ani değişim" olarak görüyoruz, oysa ne kadar masumuz(!)
"Bir insan hayatının nasıl olması gerektiği" ilminde öğrendiğim herşeyi uygulamam mümkün olmuyor malesef. Bu yüzden dümdüz bir vadi bırakamıyorum arkamda, benim uçurumlarım benim taşıdığım taşlarla dolmuyor. Gerçeğin varlığı ve düşmenin azabını biliyorum.. Artık her düşenle acıyorum. Benim için "birden bire" olgusu geride kaldı.. Kalanlara selamet diliyorum.
24 Ağustos 2010 Salı
Başlamak
Zamanı biz keşfettik, insanoğlu.. Kolunda su geçirmez saat olan bir yengeç görmediğimize göre ve zamanını şaşıran canlılara raslmadığımıza göre, nasıl hesaplanıyor bunca yıldır zaman? Bizi özgür kılan bu mu? Yani içgüdülerimize engel olabilmemiz. Aç bir fareden halice zekamızla tuzağı görüp peynir kokusuna ve açlığa bir süre daha tahammül edebilmemiz mi? Biz koşullara uyabiliyoruz, (Piaget'e göre zeka; çevreye uyum yapabilme yeteneğidir). Biyolojik ihtiyaçlarımızı erteleyebilmemiz bir zeka örneği, şimdilerde onlarsız yaşatmak için çalışıyor bilim adamları. Evdeki elektrik süpürgesi gibi, biz açmadıkça hiçbir ihtiyaç rahatsız etmeyecek o zarif bünyemizi... Tıpkı makina gibi.
Ben bizim içimizde alarmını susturabildiğimiz saatin bukadarına tahammül edemeyeceğini düşünüyorum. Düştüğümüz bir kibir çukuru.. Eskiden nasıl kendi suuretinde tanrılara taptıysa insanlık, bugün de kendini keşfettiklerine benzetmeye çalışıyor suretini. Bugün, kendi tanrısını güçlü bir robot olarak tarifeden çocuklar dolaşıyor sokaklarda.
Demek istediğim; biz sınıra dayandığımızda, saati durdurmak kimimz için elzem olacak. Çünkü saatlerimiz güneş, ay, ağustos böceği, çiçekler... Doğadaki herşeyi esas alarak ayarlıyor kendini. Bugün ki koşullarda, bir ampül etrafında döneduran ağustosböceğinin gösterdiği zaman ne kadar doğru olabilir ki? Veya 24 saat ışıkta duran bir saksı çiçeğinin? Zamanla bu yanlış saatlerle güncellenen saatimiz anlamsız, yersiz sinyaller verecek bize (ki veriyor günümüzde).Şimdilerde adına kanser dediğimiz devasız illet işte böyle bir nane. Vücudun kendi kendine, anlamsız bir tepkisi.. İşte bu vakalar giderek ilerlediğinde, yani bu saat bize eziyet olmaya başladığında onu susturmak söz konusu olacak.
Siz istemedikçe uyuya kalmayacak, sarhoş olmayacak, acıkmayacksınız... Kimbilir, belki bu kararları vermek zorunda bile bırakmayacaklar sizi. Masanın üstünde duran mutfakrobotu gibi birilerinin sizin damarlarınıza hayatı yeniden vermesini bekleyeceksiniz. Bu ölmek değil, bu ölmeden ve gömülmeden hiçbirşey yapmadan beklemek demek. Evet, siz bunu bir "Köle programı" oarak düşünebilirsiniz. Ama bunu belki milyonca insan gönüllü kabul edecek. Döne döne ışığa çarpan bir pervane gibi, sorsanınz "yolculuğum güneşe" diyecekler..
Sabahları kalkamıyorsanız, öksürüyorsanız, veya boğazınız ağrıyorsa.. Saatinizin size zamanı doğru gösterdiği için sevinin. Belkide geceleri gündüzlerinden farksız şehrlere uymayan bu saatler sizi ağustosböceği seslerini, gelincik tarlalarını, gün batımını ve dolunayı tüm güzellikleriyle gösterecek ve kendi kendini bulacağı biryerlere götürür.
Kolumuzdaki saate ihtiyacımız yok..
27 Temmuz 2010 Salı
Yolcu
En sevmediğim insan tipidir bu doğru yanlış ayırt etmeden her eleştiriye bir hakaret, ithamla karşılık veren insan tipi.. Bir de sözde doğru yolcular vardır ki insanı yoldan çıkarır. Bana yolu anlatan insanlar, yolun "bir lokma bir hırka" yaşamış yolcularınıdan farklı kalın bir kibir kürküyle gezindiklerinin farkında değiller.
"Sen çok yanlış düşünüyorsun", "Haşa de! Dinden çıkarsın", "Senin yolun yol değil"... diye diye nice insan o yolun eşiğine adım atmadan vazgeçirildi. Oysa "Oku" ve "La İlah" taki hikmet at gözlüğüyle görülebilecek bir hikmet değildir. Kafası önünde ve beton duvarlar arasında yaşayan bir insan yolu göremez ki tarif edebilsin.
İnsan bir inanca bir cümleyle girip çıkamaz.. O inanca girmek öncelikle tüm ön koşullarını, eskilerini bırakma ve arınmakla başlar. Sen kafanda uçuşan sorulara bir yön ararken biri çıkıp gelir ve sana "Bu, o, şu, bunlar, şunlar onlar vs vs günah düşünme, etme yapma" gibi kalıpları tekrarlar. Dinlemem dersen öfkelenir, seni yargılar ve belki de öldürür... Tarih böylece yok olup giden nice evliya ve nebilerle doludur. Sen anladığını yaşamak için saf ve temiz bir inançla girdiğin yolda bazılarının kibirden kaftanına basmış ve onları sinirlendirmişsindir. Bunca yıldan beri güce eğilegelmiş bir ağacın dalını doğrultmaya çalışmak, tek başına o ağaçta boynundan salınmakla sonuçlanabilir.
Aslında çok açık bir gerçeğin üzerinde yaşyoruz, herşey net.. Kitap, insanın ta kendisi.. Ama bunu kabul ettirmek için ya Şeyh'in dili ya paranın gücü gerekli. Bu iki muktedir varlıkta da bu yönde meyil zor bulunur.
Demek istediğim Yunus'un "Bir ben var bende, benden içerü" demesi boşa değil. Çünkü hangi hak aşığı, şu koca evren dolusu kitabın bir cümlesini idrak etmenin tadına varmış bir insan içindekini söylese, o vakit yargılarlar adamı. Bırakalım içimizde kalsın, rüzgarın yönsüz estiği bu mevsimde ateşimiz sönmesin boşa..
20 Haziran 2010 Pazar
İskele
7 Haziran 2010 Pazartesi
Bekleyiş
Sordu, "Dua etmek ister misin?"
Bu hazlı yok oluşta, kurtulmak istemek belkide hakaret etmeye denkti. Başını öne eğip bir iki şey mırıldanacak oldu, içi götürmedi. Kafasını hayır anlamında salladı. Bir mucize daha bekliyordu, mucizelerin her şeye gücünün yetceğini biliyordu da bir aklına söz geçirmeye yetmiyordu gücü. Ölümden beter olan bu bekleme anıydı, hem azapların en büyüğü. Gözlerini kapatıp "Uykusuzum, hastayım ve çok yol yürüdüm dedi." Tüfeği elinde tutmakta olan adam, camdan dışarı bakarak konuştu "Evet, atımda öyle". Bu söz üzerine "ama ben insanım" demeye utandı, üzerinde at sinekleri uçuşup konarken çok anlamsız gelecekti.
Yinede bir kurtuluş olduğuna emindi, onu merak edenlerin duaları, hiç değilse onların duaları, kendisini bulacak ve buradan hiç değilse yaralı olarak kurutlacaktı. Yaraları büyüterek ve muazzam bir savaşın eseriymiş gibi anlatacak, yaralar iyleşinceye kadar bu masalla avunacak ve avutacaktı. Sonuç yine aynı olacak ve başka bir borcun bedelini de yine böyle dizleri üzerinde kanamayı bekleyerek ödeyecekti.
Ölüm için geri sayım başlarken düşündüğü tek şey vardı "Bende bir attan fazla olan ne var?"
"Tanrı şahidimdir, eğer yaşarsam ilk iş nalların uğurundan vazgeçeceğim"
...
Devamı daha sonra
4 Haziran 2010 Cuma
Masal Toprakları
Sana hep bir masal anlatırdım,
hatırladın mı?
bir savaştan bahsediyordu, kanlı bir savaştan..
hani şaşırmıştın
sonunda kaharmanın düşman dost ayırdetmeden
bütün cansız bedenleri gömmesine.
O masalı ben uydurdum çocuk, kendi yaşadıklarımdan..
hayat dediğin dışta ve içte birçok cephe..
sana olduğu gibi anlatamazdım, anlamazdın.
İşte o savaşlı masalda benim anlatmak istediğim,
Öldürmenin kutsallığı değildi..
Yada zafer sarhoşluğu..
Kimsesi kalmayan Davud'un
herkesi tek tek gömecek kadar amaçsız kalması
yeterince acınası bir hal değil mi?
Öldürmek bir an
Ama karşında öylece duran kabrin azabı senelerce..
Sana masalı anlattığımda küçüktün,
şimdi toy bir delikanlısın..
Seni anlmadığımı idda edip duruyorsun..
Oysa aynı cephede kanter içinde görüyorum seni..
Masaldaki Davud kılıç,kargı kullanıyordu..
ben sözlerimi..
sen soğuk telefon mesajlarını..
Davud yalnız kaldı masalın sonunda..
Ben kucağımda seninle..
Sense bir küçük resimle..
Anlıyorum seni, sen kabul etmesende..
Çocuk değilsin, büyüdüğünü söylüyorsun..
Odanda karanlığın içinde sessizce ağlıyorsun..
Hıçkırıkların Davudun küreğinin toprağa vuruşunu andırıyor
birilerini gömüyorsun..
Oğlum, çok isterdim sana yapma demeyi..
dinlemeyceksin beni, biliyorum
Yüreğin toprağı çürütmez hiçbir eskiyi..
Birgün, bir çiçek edasıyla aklını başından alır..
İstersin ki bahçen onunla dolsun..
Kazarsın, ekmek için..
Kazdıkça açık gözleriyle eski bir yüz çıkar..
Anlarsın ki gerçekmiş ölümsüzlük, senin masal sandığın
O savaşlı masalda
Davud'un avuntusu güneşin gökte yükselişini görebilmekti
Güneşi doğuran periye söz vermişti. ..
Bense seni büyütmekle avundum..
Bu zaman içinde çok şey değişti elbet..
Ben cesetlerini yakan insanlar gördüm..
O zaman anladım Davud'la hatamızı
Kendimde yapabilirdim
ben, sana sakladım..
Oğlum..
Doldurma yüreğini cesetlerle,
Mezarlığın o soğuk kokusu içine sinmesin..
Yak gitsin ne varsa..
Elbet bir sağnak olacak bu yangından sonra..
Sen benim oğlumsun nihayetinde..
Göreceksin..
Sen istemeden yeni çiçekler bitecek..
Benle Davud'un masalı
Senin masalındaki kıvılcım olmaya hazır..
Göreceksin oğlum,
Seni anlıyorum..
Göreceksin beni..
kendinle aynı cephede..
24 Nisan 2010 Cumartesi
NEDEN

Temelinde değiştiremeyeceğin birşey varsa insan savaşmaktan bıkmaz mı? Çirkin bir suratın estetikle düzeltilmesi, ruhtaki ezikliği kaldırır mı? Yıllarca bencil yaşamış birine kendi yaranı göstermen merhamet uyandırır mı? Aşk.. Sonsuza kadar süreceğini tüm yüreğinle haykırsan bile "rahat bir hayat" kavramının önüne geçebilir mi?
Yalnızca bu değil düşündüklerim, suç ve ahlakıda düşünüyorum. Bu zamana kadar sevgili edindi diye taşlanan, öldürülen, dışlanan kaç kadın var dünyada.. Oysa bunları "kaçamak" olarak kabullenenlerde ellerindeki taşları ceplerine saklayanlardı. Yoruldum.. Gerçekten.. Toplumun zihniyetindeki bozukluğu gördüm ve değişmeyecek olan bu çıkarcı zihniyetin kölesi veya bir parçası olmak istemediğimi artık daha net anlıyorum. Herkes için doğru ve herkes için iyi eşitken kimse onurlu bir duruş gösterip bunların arkasında duramıyor. Gelişmiş insan, medeniyetler.. Hepsi koca birer safsatadan ibaret. Yontma taş ve Cilalı taş devrinde neyse insan dürtüleri aynı günümüzde de. Onca çağrı ve mucizeden sonra hala insanlar bu ilizyondan yağan altıntozlarını toplama derdinde.
Bu yazıyı yazmadan önce en yakından en uzağa bütün insanları düşündüm. Piramitleri yapacak kadar teknik bilgiye sahip olabiliriz, uzayda hayat kurabiliriz.. Ama hala bir avuç insan dışında kendi içinde bir adım yol alıp bir kulübe kurmuş değil çoğu. Doğru değişebilir, herşey bir cümle ile sonlanabilir.. En büyük yeminler bir nefeste ağızdan çıkar.. Nasıl olsa güce ulaşınca bu küçük "kaçamak"ların hesabı sorulmaz... Altta kalanın canı çıkacak en üstte kalanlar bu imparatorluğun direklerini satranç taşları gibi dengede tutacak hamleler yapacak: Dünün doğrusu bugünün çağdışı zihniyeti olacak.. Aslında hiçbir zaman doğru gerçek bir doğru olmadı..
Güzel bir kız ardına sürüklenip giden genç, o ne derse yapacak... Paraya ihtiyacı olan biri patronunun ağır sözlerini başını eğip dinleyecek.. Hani aşk güzel ve hata yapmak suç ya..
Bütün doğruların temelindeki çıkarı ve savaşı gördüm. Midem bulandı, kusmama ramak var.. Bu kumpasın içinde taze bir beyin salatası olmamak için tek isteğim bir nefesten fazlasına gücü yeten biri..
Açlığın güzelliği ve estetiği boğmasınada, güzelliğin aşkı estetikle ölçmesinede, estetiğin çirkini kesip biçmesinde karşıyım... Utanıyorum bu insanlık tanımından.
27 Mart 2010 Cumartesi
Çar'esizlik

İçki şişesinde balık olmak düşüncesinde değilim..
bir can derdi değil
bir teselli ve avuntu aramaktayım kadehin soğuk vücudunda
içinde ha zehir olmuş ha deli divane eden şarap
ben ne yaptım..
ben nasıl teslim oldum böyle?
her şeyin eşit dağıtıldığı bir sofra istiyorlar..
bir tarafta karınca bir tarafta ağustos böceği..
bu yıkılışın beşiği, benim bildiğim sarayım yanıyor
içmek için yanıyorum ama kadehim kırık,
içinde beyaz sinsi cam parçaları yüzüyor..
bir kuytuda bekleyip göreyim diyorum
kutsal makasın sivri gagası gıcırdayarak kapanıyor
boynumdan fışkıracak kanla beslenecekmiş toprak
yağmaya katılın kardeşlerim!
takatim yok direnmeye...
Toprağa düşmüş bedene saldıran böcekler gibi
Sevgililerimin ipek elbiselerini alın
Onlardan çeyizlikler yapın kızlarınıza
Sandalyelerimi, kapılarımı sökün..
Bırakın, zarafet ve estetik yanıp gitsin açlığın koynunda
Yanmaya gelin kardeşlerim!
Bu zevksiz çapulcu ordusu emri altında kalmaktansa ölelim!
Leş kokan nefesleriyle kirlettikleri şarkılara bakın
Bizim güzel sesli kanaryalarımza benzemez
Yerde yatan bir güzel vücut, hüzün içinde
Bacakları arasından sızan kan delili değil mi?
Hangi güzelliğin kıymetini bildi ki bu bir avuç zibidi
Bu özenle hazırlanmış sofrada her lokmanın hakkını vererek
Tüm dinlerin dışında bir şükrü katık ederek yiyorduk yemeğimizi
Bu aç kurtlarsa döke saça midelerini doldurmaya uğraşıyorlar
Ha dünyanın en maharetli elinden çıkmış olsun ha domuz pisliği
Önemli olanl midelerine neyin değil ne kadar girdiği..
Tüm bu gördüklerimden sonra
İçimdeki bütün insan sevgisini yitirdim..
Camdan bir saraya da süslü pullara da ihtiyacım yok!
Elimde parçalanan kadehe dolan kanım dondu
Tabancamdaki son bir kaç kurşuna yuva arıyorum
Şu baktıkları her yerde para ve yemek gören
Omuz üstünde taşınan kütük parçaları ne uygun!
Bitecek!
Devrilen güzelliğin son sütunu altında birkaç böcek ezilecek!
Karda yatan güzel kız, göz yaşları yüzünde donmuş..
İntikamını alacağım güzelliğinin..
Gelin kardeşlerim!
Bu şişe hepimize yeter!
Ölün kardeşlerim, topraktaki böcekler için!
Nasılsa çürüyen bir tek bizim bedenlerimiz olmayacak!
Güzelliğin yıkılan son sütunu
Mezar taşımız olsun!
12 Mart 2010 Cuma
SOYTARI KRAL ÖLDÜ!!!
ŞİMDİ BU YAZIYI OKUDUĞUNUZ ANDA ARTIK ONUN FERMANLARI VE İSTEKLERİ BİZİM İÇİN BİRŞEY İFADE ETMEYECEK. HİÇ KİMSE İSTEMEDİĞİ DURUMLARA DÜŞMEYECEK,KİMSE HAKETTİĞİNDEN FAZLASINI ALAMAYACAK,KİMSENİN GÖZLERİ BAĞLANIP OYNATILMAYACAK.
ONU;SEN,BEN BİZ ÖLDÜRDÜK.BELKİ KÖTÜ NİYETLİ DEĞİLDİ AMA KÖTÜ NİYETLİLERİN GÖLGESİNE KONDURULMUŞTU TAHTI VE ONUN EN PARLAK DÖNEMLERİ YAŞATTIĞI ANLAR HEP TAHTTAN KALKTIĞI ANLARDI.
YAPISI GÜÇLÜ OLMAYA MÜSAİT DEĞİLDİ,ZAAFLARI VARDI AMA BİR KRAL DÜŞÜNÜN Kİ CESARETTEN YOKSUN,GÜÇSÜZ VE İNSAFLI HEM NEREDE GÖRÜLMÜŞ KRALLARIN İNSANLARI GÜLDÜRDÜĞÜ?
ŞİMDİ MUTLAKA CENNET NİMETLERİNDEN FAYDALANIYORDUR.ONUN YÖNETECEĞİ BİR ÜLKE DEĞİLDİ BURASI;ÇAKALLAR VARDI,KURTLARIN PENÇELERİNDE ÖLÜYORDU SU İÇMEYE İNEN MASUMİYET CEYLANLARI. LEŞ KOKUYORDU HER AĞACIN GÖLGESİ VE O SADECE İYİ TARAFINDAN BAKIP;YÜKSEK KALESİNDE GÜNEŞİN DOĞUŞUNDAN,YEŞİLİN BÜYÜSÜNDEN VE GÖĞÜN MAVİSİNDEN İBARET SANIYORDU DÜNYADA YARATILAN HER CANLININ YAŞAM SEVİNCİNİ.ARDI SIRA ENTİRİKA ÜSTÜNE ENTİRİKA ÇEVİREN YÜZLERCE HİZMETKARA RAĞMEN YAŞAMAYI BİLDİ UZUNCA BİR SÜRE VE SONUNDA SONKEZ ÇAĞIRDIĞI DÜŞÜNÜN KOYNUNDA YUMDU GÖZLERİNİ.
ŞİMDİ BU KOCA ÜLKEDE DÜZEN BOZULACAK SANMAYIN! DÜZEN BOZULDUĞU İÇİN SOYTARI KRAL OLMUŞTU. ARTIK DÜZEN YENİDEN YERLEŞECEK BU ÜLKEYE.
EĞER DİYORSAN Kİ TAHTTA BENİM HAKKIMDIR BUNDAN BÖYLE YANILIRSIN.KRAL ÇOKTAN OTURDU TAHTINA VE İLK İŞ GÖLGESİNE GÖMMEK OLDU O NİYETİ GÖNÜLLERİ GİBİ KARA İNSANLARI. İŞTE İLK FERMANI:HER HANEYE HER GÜN ARALIKSIZ TAŞINAN KAHKAHALAR KESİLECEK ÖNCE,YARDIM İSTEYEN ELLERİN TEMİZLİĞİ ESAS OLACAK VE BİTECEK UZAK DİYARLARDA SÜREN İNSANLIK KIYIMLARINA DUR DEMEK İÇİN ASKER YOLLAMAK...
SOYTARI KRAL ÖLDÜ HEPİMİZİN BAŞI SAĞOLSUN.
VE YAŞASIN YENİ KRAL!!!
Not:Bu yazı üniversitenin ilk yılında okuduğum bir yazıydı bugün okuduğumda aynı şeyi hissettim ve paylaşmak istedim.
21 Şubat 2010 Pazar
Duraklama
en kötüsü yanarım dedim..
bu dört duvar dışında neyim var ki?
öylede oldu, tutuştum..
duvarlar ve kilitli kapı içinde
tek ses çıkarmadan bekmekteyim..
kendi içime döne döne
özünde yanmaya mahkum bir pervaneyim
bu alev bu tene can verdikçe
bu mezar sana amade..
senin bu mezara, benimle, canlı girmeye
sebebin var mı?
Dışarıda bıraktıkların, bir iğne dahi olsa..
kalbine düşen en küçük bir gölge
bu kabrin kalbine girmene mani
en ufak bir nedenin var mı?
Ola ki bir zaman vakit geçer dersin
deme..
Ola ki kalkar bu mezardan
Yaşama arzusuyla koşar diye düşünürsün
düşünme..
Bir kuş sesi, bir meyve, bir çiçek
bir günah yada bir şükür gibi..
sende beni kendime döndüren bir nedensin..
Menzilim içimde kor gibi parlıyor..
dönemem geriye..
Sana anahtarımı teslim ettim,
kapımı ört ve git diye
sana anahtarı verdim
senden bir isteğim yok diye
İçimdeki ateşin tendeki sıcağı yanıltmasın
Bir tutam kül kalır bu yapma şehvetten geriye..
Ben döne döne mezile varırım
Sen cesedimi sarsarak hesap sorarsın
İstersin ki bu kabir çöksün ve başım altında kalsın
Oysa esas ben o başta değil, başın içindeyim
Ben bu bedeni bir koza bilmekteyim
varsın binlercesi gibi
bir zalim çıkıp da bir tutam ipek için canıma kıysın
umrumda değil hiç biri
hiç biriniz..
En fazla yanarım..
Sen bırakıp gidersin
Bir tek menzilim var gözümde parlayan
etrafım zifir gece..
7 Ocak 2010 Perşembe
Adak

Birşeye kendini adamak veya kısa bir an da olsa kapılmak nasıl bir duygudur?
İnsan beyni yanılmaya ve kendini kandırmaya okadar müsait ki bazen çok basit olaylarda bile bunu anlayabiliyoruz. Mesela haberimiz olmadan çekilmiş bir videomuzu izlerken bir an o ekrandaki kişiyi yabancı hissetmezmiyiz? Bu tamamaen ben'lik algısının hayatımızda kapladığı yerle ilgili "Benden habersiz, bensiz, benim bilmediğim birşey olmaz" düşüncesi altbilincimizde yer etmiş durumda.
İbadet ederken, birini çok severken... Ağlarken, içten gülerken... İnsan bir an dünyadan kopuyor. İnsan benliğini ezdikçe dünyadan kopuyor, dünya dar geliyor. Benim elimde olsa bir ben bırakmam kendimde, eziliyorum isteklerim altında. Bak bu denizin bir yakası da tembelliktir, bunu da biliyorum. Ben bu sandal sefasının bedelini çok ödedim. Bütün gerçeklere ve kurallara rağmen Don Kişot'un haklı olduğuna yenim edebilirim. Çünkü o bu dünyadan koptuğu yerde gördüklerini söyledi tüm dünyaya. Bu dünyanın kuralları mucizelerin koşulacağı savaş arabalarına benziyor. Bu dünyadan kopuşun tek delili o değil tabiki.. Bir avuç askerle dünyaya meydan okumak, yıllarca zulme ve küfre direnmek, ölmeden önceki son gecede bir matematik probleminin çözümü üzerinde çalışmak... Bütün bunların beni getirdiği nokta beni mutlu eden, ağırlaştıran, bu dünyaya bağlayan ben.. En güzel kıyafetleriyle giydirilmiş halde başı kütüğe yaslanmış ve elimde mucizelerden bi bıçak. Bu yüzden Don Kişot'tan başladım söze aslında, çünkü önce bu korkulara, tabulara ve benliğin kendisine, bu rüzgarı başkalarının nefesi olan hantal bedeni besleyen canavara dört nala at sürmeye cesaret etmek gerekiyor. Bu bir taraf meselesi. Sonra öte tarafın sana ettiği zulme ve küfre direnmen gerekecek belki yıllarca... Sonra bu ışık senden taşacak bir savaş olacak, bir avuç gerçeğinle bütün yalanlara savaş açacaksın.. Geriye kalan tek yalan kendi varlığın olacak, onuda dediğim gibi başı kütükte karşında bulacaksın. Bıçağın kesecekmi? İşte ozaman onun ölümünün senin ölümün olduğunu anlayacak ve bu büyük problemin çözümü için bir zaman daha ölümün eşiğinde okuyup dinleyeceksin.
Bu dünyadan kopmaya bir ölüm sebep değil, içten yaşanan her an bu dünyadan kopuşa sebeptir... Ben kopmaya uğraşıyorum, ben bir kırlangıcım... Bir yoldaşım daha var benimle gelecek, sözüm söz ben uçamadan ölsemde gam yemem, onunla kanat açacağım...