10 Aralık 2013 Salı

Sevmek

Rüyamda görmüştüm onu. Hasta olduğunu biliyor, peşi sıra ağlayarak diretiyordum;
-Paşam n'olur dinlenin. Sağlığınız herşeyden önemli... Lütfen, hayatınız tehlikede...
O gayet şık bir takımın içinde beyaz, solgun yüzünde masmavi gözleri ve altın rengi saçlarıyla beklemekte olan arabasına doğru ilerledi, arabanın kapısında bana doğru döndü. Gözlerinde "Beni hiç tanımamışsınız.." bakışı vardı.;
-Eğer bu uğurda harcanmayacaksa, ömür dediğin neye yarar?
Arabasına bindi, ben dizlerim üzerine çöktüm ve ağlıyordum...


Gözlerimi açtığımda yastığım göz yaşlarımla ıslanmış ve gözlerimden hala yaşlar akmaktaydı. Bu rüyadan evvel bir kez daha böyle birşey yaşamıştım, bu kadar güçlü ve bu kadar etkili olan başka bir rüya daha.. Bu, öyle bir sevgi işte.

Hiç kitap okumadan ve okullarda hakkında anlatılan her şeyi bir kenara bırakarak bir kez daha baktığım da bu sevginin kaynağını görüyorum;

Ülkelerinden yalan vaatlerle topraklarımıza gönderilen Anzak askerilerinin kederli ailelerine sesleniyor "Bu topraklarda yattıkları müddetçe onlar bizim evlatlarımızdır diyor. Kin tutmayan, zalimle mazlumu ayıran o tavrını seviyorum.

İzmiri yakıp yıkan Yunan milletinin bayrağı ayakları altına serildiğinde, çevresindeki coşkuyla bir yunan generali bile kendi bayrağına basabilecek kadar galeyana gelebilecekken "Bayrak bir milletin namusudur, çiğnenmez" diyerek bayrağı toplatan o adaletini, merhametini, insana saygısını seviyorum.

Herşeyi bildiğini idda etmiyor, bunu karşısındaki insanı dinleyişinden anlıyorum. Gözleri dimdik gözleirnin içine bakıyor karısındaki konuşurken. Sınıfın birine giriveriyor, ayağa kalkan öğretmen ve öğrencilere "Sınıfta cumhurbaşkanı bile öğretmenden sonra gelir" diyor... Kibirsizliğini, emeğe saygısını seviyorum...

Dağıtılmış bir millet iradesine Ankara'da tekrar yol gösterirken verilen her kararı uygulamayı görev bilen hizmetkarlığını seviyorum. Kendisi, yakınları için değil... Millete ne gerekiyorsa onu yapmayı ilke edinen adaletini seviyorum. 


Bir iki kez gazete çıkarmaya çalışıyor, başaramıyor tüm parasını kaybediyor... Ticarete ve paraya ilgisizliğini seviyorum. Bunu gülerek anlatıyor, kendine gülmesini seviyorum...


Çankayada kapısının önünde nöbet tutan askerin yanına inip konuşuyor arkadaşı gibi. Kendini bir devletin sahibi gibi görmüyor, kapısında bekleyenler kulları değil... O sıcak muhabbette bunu kelimesi kelimesine işliyor askerin beynine.. Bu samimiyetini seviyorum.

Ben onun gibi bir lider göremeden öleceğime üzülüyorum, ülke kurmak, sulh sağlamak, savaş kazanmak  onun diğer meziyetleri... Ben onun insanlığını seviyorum

23 Kasım 2013 Cumartesi

Tarih'sel

Eskiden hayatlarını feda eden insanların kahramanlıklarla dolu hikayelerini dinler, över ve severdik. Bu insanların sahip oldukları meziyetler; dürüstlük, sadakat, cesaret, zeka, ileri görüşlülüktü genelde. Hatta bunların hormonlanmış haline bulanmış süper kahramanlarda bu yüzden ilgimizi çekerdi. Niyeyse böyle insanların ortaya çıkışı giderek azalıyor. Son bir kaç kuşağın belirlediği idollerin tarihin benzer sayfalarındaki yüzler olması biraz garip değil mi? Yani üç kuşak insan bir çok alanda birbirleriyle çekişirken, en önem verdikleri şey konusunda hem fikir olmaları... Bunun nedeni çağın içinde yetişen  doğru insanların geçmişte anılan o insanlarla aynı özveriye sahip olmalarına rağmen bir türlü toplumun tamamı tarafından kabul görmemeleri. Bunu "Bu çağa yön verecek insanlar yetiştirmekten aciziz" anlamında yorumlamamak lazım. Her şahsı kendi devrinde incelediğimizde görüyoruz ki aslında çağın adamı olabilmiş pek insan yok. Ait olduğu toplum ve devre kendini kabul ettirebilmiş kişileri ayran iki özelliği var; ya gerçekten bunu önemsemiş ve istemiş ya da bunu hiç önemsememiş.

Günümüzde özel hayat kavramını yerle yeksan eden teknoloji sayesinde bir görüntü, bir bilgi veya bir not  bütün ömür boyu uğruna nice fedakarlıklar yapılan doğru yaşanmış bir hayatı alt üst edebiliyor. Bir gün, bir saat, bir an içerisinde insanlar hep sürecek sandıkları saygı ve sevginin kin ve öfkeye dönüştüğüne şahit olabiliyor.  Yani nerede çağ koşullarına rağmen doğru bir hayat süren "sihirbaz" var ise orada onun "hilesini" ortaya çıkarmak isteyen bir meraklı mutlaka oluyor. Bu yüzden hafızamızdaki resimlerde iki tür etiket var; iyi özellikler ve kötü yanlar. Hangisinin çoğunlukta olduğunu görmek istiyorsak öyle görüyor ve ona göre davranıyoruz. Bazı kişiler bunun önlemini hayran kitlesinin zihnini kötü etiketlere karşı kitleyerek alıyor. Yani kendi hayatını sınırlamak yerine kendisine hayranlık duyan kişilere, hakkında kötü düşüncelere sahip insanların zararlı olduğu ve bunun hayatlarını kötü etkileyeceği yönünde sürekli telkinlerde bulunarak daima ona hayran kalmalarını sağlıyor. Bu çok etkili bir yöntem; hele hala yaşayan ve hata yapması muhtemel bir insansanız kitlenizin bunları görmemesini-hatta görse bile yine de iyiye yormasını- sağlayarak daha huzurlu olursunuz.
Bazıları da görüş ve düşüncelerini dürüstçe açıklamak yerine onu geçmişte kabul görmüş düşünce ve fikirlerin içine yedirerek bu fikirlerin sahibi maskesi altında dile getirmeyi tercih eder. Bu da ölü bir adama ceza kesmeyen toplum ahlakını tıkayan ve yine kişinin kötü etiketlerden kurtulduğu güzel bir yöntemdir. Yani sen belirli bir kişinin  görüşlerini devam ettirdiğini, onun fikirlerini savunduğunu söyleyerek aslında onun fikirleriyle kendi fikirlerini melezlediğin yeni bir görüş ortaya atıyorsun. Birileri "Bu kötü" derse sen "Ben sadece onun fikirlerini savunuyorum, bu görüşün gerçek sahibi o" diye etiketi yönlendiriyorsun. 

Aslında geçmişte yaşamış insanların devirlerinden taşıp bugün hala övgü ve saygıyla anılmasının en önemli nedeni hata yapma şanslarının kalmamış olması.  Bunun üzerine o dönem imkanlarıyla elimizde haklarında elde edebildiğimiz sınırlı bilgi eklenince ister istemez kusursuzlaşıyor git gide. Çağımızın yaşayan büyük adamları da bizden sonraki devirlerde haklarındaki kötü etiket ve iyi etiket endeksine göre kendilerine bir yer bulacaktır. Hafızamızın yükünü hafifleten İnternetin giderek daha az şey okuyan, araştıran ve doğruyu öğrenmeye çalışan insanlara etkisini düşününce ürperiyorum. Beni korkutan şey teknolojinin geçmişe uzanan elleriyle artık köklerini geçmişteki bu önemli şahısların hayatlarına saplayan eski veya yeni görüşleri, birilerinin çıkarlarına göre hormonlayarak geliştirmesi. Bu hormonlu görüşlerin geçmişe uzanan kökleri değiştirdikleri tarih sayfalarından değer verdiğimiz idollerimizi alacak mı acaba? Ya da hata yapma şansı kalmamış bu insanların resimlerine yeni  siyah etiketler ekleyerek üç kuşağı ondan ve dahası birbirinden uzaklaştırmayı başaracaklar mı?

Herkesin kendine göre bir hayatı ve düşüncesi var. İki iyi insan arasından kıyasla kendi için daha iyi olanı seçebildiği gibi kötü olarak bilinen bir insanı sırf çıkarları ve hırsları nedeniyle de destekleyebilir, bunların hepsi kişinin iradesinin sonucudur. İşte sorun bu iradeyi doğuran algının kandırılması olursa, ne yaparız? Ben söyleyeyim; bu devirde bir çok insanın yaptığı gibi sahip olduğunuz bilgilere sıkı sıkıya sarılır ve düşüncenizi değiştirmeye çalışan her insandan köşe bucak kaçarsınız. Bu öyle bir hal alır ki, giderek saldırganlaşabilir hatta düşüncenizi savunmak uğruna insanların hayatlarına son vermeyi bile göze alabilirsiniz... Ya da diğer bir çok insanın yaptığı gibi zihninizi bir kağıt gemi gibi hızla akan zamana bırakır onun sizi "düşünme" zahmetinden kurtaran ellerinde kaygısızca yaşarsınız.

Bu ikisinin dışında düşünüp, herkesin bu girdaptan kurtulması için bir şeyler söylemeye kalkarsanız, iyi bir deli olma yolundasınız demektir.

18 Ekim 2013 Cuma

Delilik

Tüm kuralların, yasaların, görüşlerin ve insanların aksini söylemesine rağmen bir şeye inanmak deliliktir. Peki ya buna bütün herkesi inandırmak?

Sevdiğim bir masal kahramanıdır Don Kişot, deliliği herkesçe bilinir ancak bu delilik o kadar kuvvetlidir ki onu ikna etmek için tüm dostları ilk önce onun dünyasını kabul etmek zorundadır.  Don Kişot hayalinde yarattığı dünyayı yaşarken  dostları onun zarar göreceğinden endişe edip onu evine geri getirmek derdine düşer.  Don Kişot hikayenin sonunda ölür ve Cervantes "Onu mezarından kaldırıp maceralarda yormayın" diye ricada bulunur. Oysa zaten Don Kişot'un maceralara kapılma gibi bir niyeti olamaz çünkü ölmeden önce dostlarına göre akıl sağlığına kavuşmuştur.

Bugün ki hayatımıza Don Kişot'un gözleriyle bakarsak aslında neden akıl sağlığından endişe edildiğini anlayacağız. Don Kişot iyilik yapma, güçsüzlerin hakkını koruma amacındadır. Bunlar insanlığın ortak temennileridir ancak günümüzde en çabuk gözden çıkarılan hatta ciddiye alınmayan bu tür faaliyetler yürüten kurumlar ve ya insanlardır.
Don Kişot varlığını bölüşmeye hazırdır, sahip olduğu herşeyi deliliği süresince bu şekilde harcamıştır. Yine günümüzde böyle insanlar var olmakla beraber bizzat yardıma muhtaç kesim tarafından saflıkla itham edilirler. Bir insanın çevresindekilere yardım etmesinin tek makbul gerekçesi çevresine geniş bir kitle toplamak olmalıdır yani bir bakıma bankta oturup  güvercinlere yem atmak gibi. Karşılıksız yapılan yardım alışıldık birşey değildir.
Don Kişot  hiç görmeden, hayalinde bir aşk yaşamakta ve bunun için acı çekmektedir. Yaptığı kahramanlıkları bu aşka layık olmak için yapılan birer görev olarak görür. Gerçekte aşkı bu şekilde yaşamak mümkün görülmez, aşıkların ortak görevi evlerini geçindirip ihtiyaçlarını gidermektir. Eşitlik temel ilkedir, hiç kimse bir diğerine yaşadığı aşktan dolayı kendini borçlu hissetmez.

Don Kişot yaralanır, ölümlerden döner, hor görülür, aşağılanır ancak yine de doğru bildiği şeyden şaşmaz. İnandıklarını bir rahibe, bir dosta, bir komutana karşı cesurca savunur. Bizler uzmanlık alanlarımızda dahi doğru olanı savunmada ısrarcı olmayız. Daha çok" ben demiştim" demeyi sevdiğimiz için olayların sonucundan -zararı bize dokunsa dahi- kimsenin bizi sorumlu tutamayacağını düşünür kendimizi rahatlatırız. Biz kanımızın bir damlası karşılığında karşımızdaki insanın en feci şekilde can vermesi gerektiğini düşünürken Don Kişot'un  başından akan kanlara rağmen iki parmağı kırık eliyle tuttuğu mızrağının ucunda rakibe sunulan gayet basit bir yaşama yolu vardır; yenilgiyi kabul etmek.  Bu seçenek ne olursa olsun vardır ve bu onu zorba bir katil olmaktan alı koyar.


Don Kişot'un yoldaşı Sanşo Panza'yı memnun etmek için elinden geleni yapar. Yaşadığı dönem itibariyle  sınıfsal farklılıkları belirgin şekilde ortaya koymaz. Merhametli bir işveren olarak sorumluluğundaki çalışanı olabildiğince korur. Bizim yaşadığımız dünya ise işverenin işçiye karşı tüm sorumluluklarını ödeme şekli paradır. Patronu tarafından takdir edilmeden, hatta itilip kakılan kişiler hak ettikleri saygıyı maaşlarının önünde tutmazlar.

Don Kişot büyülere ve büyücülere inanır, onları cesaretiyle dize getirmek için didinir. Bizler ise yaşanan her olayın ardında Amerika olduğuna inanıyor ve onun dünyayı yönetmek için her türlü imkana sahip olduğunu düşünüyoruz. Cesaret mi? Bir kaçı hariç bunun yetersiz olduğu konusunda hem fikiriz...

Yaşadığımız dönem ile Don Kişot'un hayali dünyası arasında çok fark var. Don Kişot bundan yüzyıllar öncesine ait dünyanın koşullarında  kalkanı paslı, başında bir berber leğeniyle sıska atının üstünde mücadele veriyordu. Bugün her guruptan, her düşünceden Don Kişot'lar benzer şeyleri yapmaya çalışıyorlar.. Sayıları az, imkanları kısıtlı ancak delilikleri Don Kişot'tan farklı değil..

Ama bugünün koşullarında geliştirmeleri gereken birşey var. Don Kişot'un "Yenilgiyi kabullen" şartı biraz geliştirmeli değil mi? Yani insanlara düşünemedikleri seçenekleri sunmak için biraz daha çaba gösterilmeli.. E tabi bunun için daha fazla deli gerekli.



12 Ekim 2013 Cumartesi

Od

Seni zapteden neydi bundan önce?
Topraktan koparıp
bir yara kabuğu gibi..
kanamalı bir yokluğa  iten neydi?

Düş görmüş, hatta düşmüş olabilirsin
içinde saçılan ganimetine değen gözlere öfke
ama en çok kendi adımına bile hakim olamamanın acısı
İşte ter içinde uyandığın şu gece yarısında
sen davet etmiştin yatağına
sana dünyayı dar eden karabasanı.

tüm dünyayı bir masala çeviren hikayelere aldanma
gerçekte herkes
dünyayı yakabileceği bir ateşin eşiğinde...
Sen ne kadar uzak durursan ocağından
o kadar soğuksun..
Bırak içinde seni zapteden şu korkuyu..
bırak yüreğini kesen zincirleri kopsun..
içindeki boşluğa, sıkışan yüreğinin duvarlarından akan kan
özgürce aldığın nefesi verirken fışkırıp çıksın boğazından
o zaman rahatça söyleyebilirsin;
"herkes kendi kanı kadar feda eder doğruya"
herkes kendi ateşi kadar yakın
çok korktuğu cehennemine..

Doğum Günümde

Bazı şeyler insana geç gelir... Para, şöhret, sevgili... Bunların dışında cesaret, aşk, mutluluk, pişmanlık ve sabır... Hatta kendi sesi bile geç gelir. Hemde çok geç...

Kendiyle çok konuşan bir adam bile zaman zaman kendi sesini duymakta geç kalabilir. Mesela bu yazıdaki adama... Bir otobüs yolculuğu sırasında duyar kendinden gelen bu eski tınılı sesi. Bu ses ona "Yaşa!" diye bağırıyordur. Ucu öyle açık bir nida ki bu... Bir yanıyla sınırsız bir özgürlük vaadediyor, mutlu ediyor. Ancak hiçbir liman sunmadığı içinde biraz ürkütüyor bu serüven daveti.. O kadar amansız bir hiçliğin ortasında duyulur ki bu ses, göz alabildiğine belirsizlikte bile "rüzgarı kontrol edebildiğine inanan çocuk" gibi emin atılıp gitmek istersin. Oysa bu nida başaramadığın onca işe ve değerlendiremediğin onca fırsata rağmen sürdüğün bu hayatta içinde beliren küçük isyana, hayatın "bu kadarı yeterde artar bile" cevabı da olabilir.

Daha az yazıp, daha az okuyup, daha çok susarak sıradan bir insan olmaya teslim olmuşken içten içe bu geç gelen nidanın "Bari bundan sonrası için..." anlamında olması için dua ediyordur. Senden mümkün olmayacak şeyler yapmanı beklemeyen yeterince mantıklı sebebin varken bu sesin ortaya çıkması kendi içinde hala özgürlüğünü yaşayabildiğini düşündürüyor ve bu küçük mutlulukla mevcut koşullar içinde yorumluyorsun "Yaşa!"yı.

Yeni bir yaşa girmenin arefesinde içinde yankılanan bu sesin misafirliği sana ve hayatına yansıyacak, bu bir gerçek. Bulabildiğin her fırsatta bu yankıyı dindirecek bir çıkış arayacaksın ve bu çıkış öncelikle kendine verdiğin sözlerden geçmeyecek bir yol üzerinde olmadıkça senin için gökteki yıldızlar kadar uzak olacak.

Bu doğum gününde sana gelen bu ses, bundan sonra eksilmeye başlayacak herşeyin için sana bir dost tavsiyesi... Daha iyi gören gözlerin, daha iyi duyan kulakların... Seni uzun yollar boyu taşıyan daha güçlü ayakların olmayacak... Bu yüzden yaşayabildiğin kadar yaşa tüm bu hisleri, ciğerlerini bu zamanların havasıyla doldur, gözlerin ameliyat masasında değişmeyi bekleyen bu silueti beynine kazısın.. Büyüdüğünü hissettiğin bu yaşını iyice yaşa...

Nice yaşlara..

24 Eylül 2013 Salı

Birşeyler Değişir..

Bir kafa çapında kalıyor hayat
biraz yaşlanmaya başlayınca
içine sıkıştırınca bir kaç eşya
ve yeterince çokluk
eskiden kalan hatıralar kapı önüne konuyor
yeni bir resmin heyecanıyla fırlattığın bir an
karşına bambaşka bir yerde çıkıyor
kırık bir çay tabağı bir çaydan fazlasını taşıyor
senin için yazıldı sandığın senaryoyu
aynı gökyüzü altında başkaları da oynuyor..

Bir kafa çapında herşeyin,
gerisini çoktan kaybettin
şimdi hangi şehrin sokaklarını süslüyor adımların
vapurun yanağındaki huzuru kime kaptırdın
kim senin yürüdüğün koridorlarda 
bitmeyecek sandığı bir rüyayı yaşıyor..


Öyle ya, sen de başkalarından almıştın bu emaneti
Hiç sımsıkı sarılmadın, hiçbiri sana ait değildi..
Bir çocuk sürüsü gibi gelip geçtiler bahçenden..
geride talan edilmiş bir elma ağacı
şen kahkahalar
kanayan bir dizin yara kabuğu
burukluk
ve beklemek kalıyor
Belki diyorsun,
kapı çalar da birgün
geri döner birisi
Belki..


4 Eylül 2013 Çarşamba

Burada

Senin için doğmuyor güneş, bunu bilerek uyanıyorsun
Ağaçlar, gökyüzü, toprak..
Sen varsın diye böyle güzel değiller.
Yağmurun bereketi de
kar tanesinin zerafetide seni etkilemek için değil..
kendi elinle saksıya koyduğun çiçek bile
senin için dönmüyor güneşe.

Yani sıradan bir günde
saat öğleyi bulmadan baktığın herşey
bir hiç olduğunu söylüyor kendince


Teselliyi kendin gibi aciz insanlarda arıyorsun
Güneşle, bulutla, kızıl bir elmayla yarıştıramadığını
adıyorsun, kendini paylaşıyorsun.

Yüzünü avuçluyor bir gün biri,
dalından kopmaya hazır bir çiçek gibi
boynunu ellerine uzatıyorsun


Netekim zaman gibi geçip gidiyor..
Hayatın boyunca her gün,
koca dünyanın öğretmediği şeyi
sana bir çift el öğretiyor..
bu beklentisiz teslimiyetten
sana kalan bir tırnak izi bile yok..

Bir hiç olduğunu bildiğin sürece
kalabalık kaldırımlarda
geceleyin ışığı açık bir odada
sana ait bir telefonun yanı başında olmak
anlamsız değil mi?


19 Ağustos 2013 Pazartesi

Belki

Gökyüzüne bakarak kale burcunda dolanıyordu garip Elie, bu yıldızların tamamını saymaya ömrünün yetmeyeceğini biliyordu ve bu ona kalan vaktinin ne kadar az olduğunu bir kez daha hatırlatıyordu. Uzun zamandır rahatsızdı ve üç ay aradan sonra ancak bugün kendini ayağa kalkacak kadar iyi hissedebilmişti. Kale burcunda biraz dolaşıp siyah gökyüzünü görmek ve kale duvarlarını döven dalga seslerini duymak için gürültü dolu salondan dışarı çıkmıştı. Az ilerde sönük ışıklarıyla şehir uyumaya hazırlanıyor ve sabah erkenden yola çıkacak olan gemicilerin bağırtıları duyuluyordu.

Elie dört sene önce gelmişti buraya. Babası burada, amcasının yanında daha iyi bakılacağını düşünerek koynunda bir mektupla buraya göndermişti. Amcası bölgenin sözü geçen tüccarlarındandı , Elie için şehirdeki hekimleri tek tek dolaşmış ve onların tavsiye ettiği ne varsa bulup getirtmişti. Bütün bu çabaların fayda etmediği hastalık Elie'nin beyaz tenini sarartarak onu yavaş yavaş dünyadan siliyor buna en çok tüm gücüne rağmen birşeyi değiştiremeyen amcası üzülüyordu. Hekimlerin çaresiz kaldığı  bu noktada Elie annesinin sözüne uyarak tapınaklara gidiyor, sunaklara adaklar bırakıyor ve her bir tanrıdan hastalığı için yardım istiyordu.Ancak mağrur tanrılar bu kızın dileğini ya görmezden geliyorlar ya da onun için daha iyi olacağını düşündükleri öteki hayata bir an önce geçmesini istiyorlardı. Daha fazla dayanamayan Elie üç ay önce ateşler içinde yatağa düşmüş ve günlerce bilinçsiz yatmıştı. Rüyasında doğduğu şehre koşarak geri döndüğünü ve annesinin artık sağlıktan kızıl birer elmaya dönen yanaklarından öptüğünü görüyordu ancak her uyanışında amcasını karşsında merakla beklerken buluyordu. Bütün bu gördüklerini tanrıların müjdesi olarak gören Elie adaklarını adayabilmek için ayağa kalkabilmeyi sabırla bekledi. İşte bugün de Apollon'a sunduğu adağının ardından amcasıyla birlikte kalede verilen bir ziyafete gelmişti. İçkinin, zeytinyağının ve etin bonkörce sunulduğu ziyafette herkes memnun görünüyordu öyle ki amcası bile dostlarıyla sohbet ederken uzun zamandan beri ilkkez içten kahkahalar atıyordu, yanından süzülüp giden yeğenini farketmemişti..

Elie kendinden önce yaşamış insanları düşündü. Onlardan geriye mezar  taşları ve acılı ailelerden başka birşey kalmamıştı. Gördüğü son mezar büyükbabasına aitti. Gemisi açıklarda batan, bu gemiden kurtardığı tayfası ile günlerce yüzerek karaya ulaşan ve hayatı boyunca da hep yeni yollar denemekten korkmayan büyükbabası asasına tutunup ince patikadan beraberce evlerine yürüdükleri gün ona "Senin gibi çocukken yıldızları seyrederdim, bugün baktığımda bana çocukluğumu hatırlatan tek şey hiç değişmemiş olan şu kara delikli çuvaldır" demişti.. Büyükbabası yatağında sırt üstü uzanmış ve gözleri açık halde ölmüştü. Şimdi Elie için de aynısı mı olacaktı? Hem de daha büyükbabası  gibi torunlarını göremeden...

Elie üzülmenin hastalığını daha fazla ilerleteceğini biliyordu ve tabi ölümsüz olamayacağını da. Ama tıpkı hikayelerini dinledikleri kahramanlar gibi o da kendinden sonrakilere mezar taşından başka bir iz bırakmak istediğini farketti. Bir mektup, bir mesaj.. Hayatı ellerinden çok erken yaşta alınan bu kızın hayatta kalanlara bunun kıymetini bilmeleri için edeceği iki çift lafı vardı.. Bu sözlerini dünya vardoldukça yaşayan herkese iletebilecek tanrılardan başka ne vardı? Hem bunun bir yolu olsa çoktan büyükbabası bulmuş olurdu.

Düşüncelerini merdivenlerden gelen ayak sesleri bozdu, gelen amcasıydı ve onu merak etmişti. Artık herşeyden korkmaya başlayan ihtiyar adam Elie'yi yaşadığı tarifsiz acılardan bıkıp ölümün ona uzattığı teslimiyet belgesine kendi kanıyla imza atacak biri olarak görmeye başlamış ve buna engel olmak için sürekli tetikte olmaya alışmıştı. İşte, eski dostlarla geçen bir kaç kayıtsız dakika neticesinde Elie bu yüksek surlar üzerinde kararsızlığını yenmeye çalışıyordu. Kolundan tutarak sıkıca sarıldı Elie'ye, umutsuzluğu kovmak için her zaman söylediği şeyi söyledi; "Bu belayı kovacağız, Asklepios'a ulaşmak gerekse bile..."


Beraberce salona indiler, kahkahalarla muhabbet eden insnalar Elie ile göz göze geldiklerinde sanki suçlu kendileriymiş gibi susuyor ve ona şevkatle bakıyor ya da bakmaya çalışıyorlardı. Bu durum Elie gibi gençliğin beşiğinde bir kıza kederden başka birşey vermiyordu. Zira bu acıyarak bakanlar bazen Elie'nin gönlünü kaptıracağı genç erkeklerde olabiliyorlardı. Amcası Elie'nin sıkıldığını parmağındaki  yüzükle uğraşıp durmasından anladı ve dostlarıyla vedalaşarak eğlenceyi terkettiler. Gecenin serinliğinde evlerine doğru yürürken Elie gökyüzüne tekrar baktı, yıldızlarla yazılmış bir mektup, ne kadar güzel olurdu ve tabi bir o kadarda kalıcı... (Devam edecek)

26 Temmuz 2013 Cuma

Oradan Bakınca

Milattan önce 5. yüzyıldasınız, o zamanki kurallara göre yaşıyor ve hayatınızı planlıyorsunuz. Sonra biri tam da bu yaşınızda günümüze getirip bırakıyor. Hiç bilmediğiniz insanlar, araçlar ve çevreyle karşı karşıyasınız.. İlk neyi arar gözleriniz? Tanıdık birşeyler, değil mi? Sizin zamanınızdan kalma eski bir heykel görürsünüz ve yanına ilişirsiniz.. Heykelin önünden geçenler için o heykel de bir yabancıdır, bilinmeyen çok yönü vardır. Oysa siz onun duruşu, kıyafeti ile geldiğiniz dönemde neyi anlattığını şıp diye çözersiniz. Sizin toprağa bereket getiren Ceres heykeliniz trafiğin keşmekeş olduğu kilometrelerce kare beton kaplı bir semtin cadde kenarında durmaktadır. Yani sizin bugünü anlamamanız normaldir, çünkü bir anda buraya getirildiniz ama bugün yaşayanların bunca yazı, heykel, esere rağmen sizi ve kültürünüzü tanımaması normal midir? Oysa sizin bıraktığınız evinizin üstüne kurulmuştur bu yeni şehir.. Çok uzak da değiller yani, hatta belki sizin soyunuzdan gelenler de bu şehirdedirler..


Bizler neyi biliyoruz yaşadığımız yer ve çoğalan soyumuzla ilgili?  Bunu merak ederken aklıma takılanları buraya yazmak istedim.. Hepimiz klasik ortasyadan göçle başlayan anadoluda Türk tarihi anlatımını biliyoruz. Peki ortasyadan gelen bu insanlar geldikleri yerlerde tüm insanları öldürmüş ve sadece onlar mı kalmıştır? Hayır, bulgular gösteriyor ki Türkler gittikleri bölgelerde oradaki halkla iç içe yaşam sürmüşler ve bir çoğu yaşadığı çevrede azınlıkta kaldığı için asimile olmuş. Anadoluda yüzyıllar önceden beri kurulmuş olan nice şehir kalıntıları arasında kendilerine yeni devletler kurmuş ve uzunca süre anadoluda hüküm sürmüşler ve günümüzde de sürmekte.. Bir toprak parçasını yurt edindiğiniz de onu sahiplenirsiniz ve kolay kolay bırakıp gitmezsiniz.. Veba salgını döneminde insanların çok büyük kayıplar yaşamasının sebebi de budur, toprağı bırakıp gitmemiş onun verdiklerine razı gelmişlerdir. Toprağı sahiplenmek ona gem vurup bereketinden faydalanmak, hırçınlıklarını dizginlemek olduğu kadar onun geçmişini yani kaderini de sahiplenmektir. Bugün depremlerle boğuşan uzakdoğu ülkeleri ve yanardağ patlamalarıyla mücadele eden amerika ülkelerinde bunu görüyoruz.. Bunlar doğa eliyle toprağın mayasına kazınmış yazgıdır, bir de insan eliyle kazınanlar var. Bizler Hitler'in yaptığı kıyımları bildiğimiz için Almanya bize biraz soğuk geliyor ve ya Hiroşima ve Nagasaki'de patlatılan atom bombaları yüzünden Amerikanın şefkatine güvenmiyoruz. Bugün üzerinde yaşayan insanların yazgısına toprak, bu insanların atalarından miras kalan bu kötü yazgıları da  ekliyor.. 

Bizler yaşadığımız toprağı tüm yazgısıyla kabul etmek zorundayız. Yani eğer bugün bir uçtan diğerine anadolu bizimse, Hitit de, Sümer de, Lidya da, Fenike de Urartu da bizimdir. Aynı annenin karnını paylaşan iki insan kardeş olmuyor mu? O halde aynı toprağın bereketiyle doyan ve aynı gökyüzü altında uyuyan bu milletler kardeş değil midir? Bugün dünya görüşü farklı olan insanların medeniyet dediği kağnıyı daha ileriye taşımak için gıcırdamaları, direnmeleri veya önde gitmelerini anlayabiliriz..Çünkü gelecek için önümüzdeki belirsizliklerin çokluğu ve bizi bir görüşe sıkı sıkya bağlanmamak gerektiğine ikna eden tarihi olaylar bunu öğretiyor. Ancak yüzyıllar önce gözlerini yummuş bir adamı, sırf mezar taşında inandığı Apollon'a yakardığı için dışlamak niye? Eğer MÖ 5.yüzyılda yaşamış olsaydınız o dönemde de insanların ekip biçtiğini, birbileri ile ilişkilerinde  çeşitli kuralları benimsediklerini görecektiniz. Bizden farklılar mı? Evet, tıpkı bugün hindistandaki bir budist kadar.. Ama o bizim yaşadığımız toprağın bizden önceki emanetçisiydi, yani aynı toprağın berektine sevinip kuraklığına üzüldü.. Aynı yerde meydana gelen depremlerde yıkıldı, aynı güneşin yakıcılığında aynı ağacın gölgesine sığındı... O da senin gibi kendinden öncekilerin inançlarını ailesinden büyüklerinden öğrendi ve ona göre yaşadı. Sonuçta aynı toprağa karıştı ve bugüne kalan bir tek mezar taşı oldu.. Zarfta kimin adı yazıyorsa mektup ona ait değil midir? 

Biz kendi tarihimizin büyüklüğünü sahiplendiğimiz kadar burada bizden önce yaşamış insanların tarihini de sahiplenmeliyiz. Bir savaş kazanılıp, bir toprak ele geçirildikten sonra o toprağı kaplayan ölüler artık sizindir.. Düşmanlık o toprağa silahlar gibi gömülmüş üzeri ölenlerin bedeniyle örtülmüştür.. Bu açıdan bakıldığında ülkemizde hep batı tarafının tarihine itilen uygarlıklar ve onların  bıraktığı eserler ne korumasız, ne sahipsiz kalmıştır. Bugün ki materyalist avrupanın gözünde uzun ve ya kısa vadede talan edilecek değerli mezarlardan farklı değillerdir. Elbette Avrupalıların içinde de bu öksüz medeniyetleri sahiplenmek için can atan ülkeler ve insanlar mevcuttur. Belki onların elinde ihya olacaklardır ancak burada yatanların dün vatan dedikleri toprakları terketmek istemedikleri mezar taşlarına yazdıkları "Mezarıma dokunmayın.." yazısıyla sabit değil mi? Belki onlardan sonra dünyanın bu kadar yıl varolacağını ve artık kendilerinin bu toprakların insanı sayılmayacaklarını bilmiyorlardı ama bu toprağın yazgısını kabullenmişlerdi bir kere..

Ben onların sıradan yaşamlarını okudum bıraktıkları küçük notlarda, bizden farklı yanları bilmedikleri çok şey olmaları.. O kadar çok şeyden habersizlerdi ki bütün habersiz oldukları şeyleri hiç görmedikleri hayali varlıklara emanet ederek geceleri uyuyabilmeyi, mallarını ve canlarını koruyabilmeyi ve hatta iyi birer insan olabilmeyi  umut etmişlerdi ve bu konuda samimiydiler. Topraklarına yabancılar gelip yerleştiklerinde ve onlar azınlıkta kaldıklarında o hayali tanrılarına sığınıp inançlarını yaşayabilecekleri yerlere çekilmek yerine yazgılarının bağlı olduğu toprakta ölmeyi tercih ettiler.. Bu onları bizden biri yapmaya yetmez mi?

Bugün bu topraklara geldiği günden ötesini bilmeyen bir nesil yetişiyor. Bizler bu topraklarda yaşamış her insanın bu toprakta bıraktığı mesajları, hayatları doğru okumazsak ve onları sahiplenmezsek bu toprağı sahiplenmiş olur muyuz? O yüzden en azından büyüdüğünüz şehrin tarihini, orada geçmişte yaşamış insanların hayatlarını, değerlerini, korkularını öğrenmeye çalışın.. Çünkü sizin karşınıza MÖ 5yy'dan kalma bir insan çıkmaz belki ama kendi atalarının izini süren bir seyyah size rastladığında kendini gerçekten evinde hissetmedikçe toprağın yazgısı sizinkiyle birleşmiş sayılmaz.

30 Haziran 2013 Pazar

Vur'gun


Yaşadığım yıl 1640, ömürlerin çok uzun olmadığı ancak insanın hayatını korumak adına oldukça yetenekli olması gerektiği bir zaman. Bu devirde öğrenmek için yaşıyor ve dinliyorsun, çok az bir kısmımız bunların yanı sıra okumayı becerebiliyor ve yine çok az bir kısmımız doğduğu şehirden başka yerleri görme lüksüne sahip. Pek yaşınılası değil ha? Ama bizi bu devirde yaşatan tek güç akıl dostum.. Aklı olmayanlara karşı kazandığımız oyunlar sayesinde eğleniyor, onlardan kazandığımız paralarla hayatımızı devam ettiriyoruz. hayal kuruyor ve gerçekleştirirken tüm gereksiz işleri bu akılsız kitleye yaptırıyoruz. Şehirler, binalar, evler, aletler ve daha nicesi benim gibi aklını iyi kullanan beyin silahşörlerinin sizlere armağanıdır, güle güle kullanın!

Aklını kullanmayı beceren insan bunu ilk çevresindeki insanlarda test eder.. Karşındakini alt ettiğin, çaresiz bıraktığın ya da tek parmağını kıpırdatmadan sadece sözlerinle ondan aldıklarına baktıkça ellerini göğe kaldırıp en derin şükranlarını sunmak istersin.  Akıl kullanıldıkça güçlenir; bir, iki, beş, on, yüz, bin... On binlerce insana sana hizmet ve hörmet etmeleri için yemin ettirebilirsin. O noktada artık karşında kimsenin duramaması kadar acze düştüğün bir an yoktur. Çünkü akıl kendi kendini imhaya programlanmıştır eğer sen kendini alt edecek birini bulamazsan aklın seni alt etmek için ilk fırsatı değerlendirecektir.  Akıllı insanlar çoğu kez bunu tarihe not edecek zamanı bulamaz bu yüzden arkalarında sadece inanmış bir kitle ve açılmış bir yol bırakırlar.. Buna fırsat bulan  birileri yok mu? Elbette var; işte onlardan biri ve diğeri de ben oluyorum sanırım;

"Aklın mermiler saçan bir tabanca güzel dostum. Sen onu sağa sola sıkarak  bonkörce kullanıyorsun.. Evet, çok iyi bir nişancısın  ve mermin hiç bitmiyor cancağızım.. Bazen odun kütüklerine manasız atışlar yapmak canını sıkıyor değil mi? Böyle zamanalarda eli silah tutan yani az biraz aklı olan biriye düelloya tutuşasın gelmiyor mu?  Hani adını duyurmak mı dersin gücünü korumak mı.. Karşına böyle birinin çıkmasını dört gözle bekliyorsun değil mi biraderim?...Oysa aldanıyorsun güzel dostum, seni alt edecek kişide  silah namına birşey olmayacak. Evet biraderim tepeden tırnağa silahsız dikilecek karşına, elinde bir tek kalkanı olacak.. Güzellik kardeşim güzellik.. Sana doğru yürürken sen takır takır sıkacaksın mermileri ve o mermiler seke seke seni bulacak.. Kendi aklının zehriyle kıvranacak  ve belki öleceksin.. Lafın kısası; sana evler, şehirler kurduran ve o evleri senin istediğin insanlarla dolduran aklın, bir tek kişi yüzünden o şehirleri yerle bir eden felaketler konusunda da oldukça bonkör olacak."
 Damon Kelven, 1598

28 Haziran 2013 Cuma

Umud

Her eşiğin başında görüyor, inatla yürüyorsunuz..
Bir avcun içinde titreşen gözyaşlarını tutuyorlar
sıkılan yumruk sanmayın sakın..

Merhametinizi kitlediğiniz zindanlar çok mu derin?
kırılmış kapıların sökük kilitlerinde
geride kalanların tutuk dillerinde
ve boylu boyunca bir çaresizlik evlerinde
duvarlara saçılmış bu çığlık sizin izleriniz


Havayı, suyu, umudu ve huzuru ipotekte tutmuş
Korkuların pençelediği ciğerlere
kor bir demir saplar gibi ah yüklüyor kibir.
Yüzyıllarca üstüne dökülen nice betona rağmen
bereketli bir özden fidelenen filize zulmetmek niye?


Ufku, güneşi, denizi ve karayı zaptedipte
Bana "yaşa" deme, bu zulümdür..
Bırak canımın emaneti verende kalsın
Sana baktığımda bir insan göreyim benim gibi aciz
Ellerinde tuttuğun zincirin şakırtısı,
Karışmasın benim sessiz zikrime..


Bu avucun içinde de saklı gözyaşları var...
Yumruk değil, boşuna öfkelenme.
Derdine düştüğüm şey bir nefes fazlası değil
Ufuğa boylu boyunca
en saf haliyle uzanmış
 şu huzuru tadabilsem
ve görebilsem
Bir ademin ruhunda
gün gibi aydın bir vicdanı
bana yeter..

9 Haziran 2013 Pazar

Sesler

Sokaklara oyun oynamaya çıkan son kuşağa denk geldi. Hani bir adım daha gitseydik, böyle bir etki mümkün değil görülmezdi. Akıl, fikir ve beceri vardı lakin.. Tecrübeyi esirgeyen "fark" bir anda kalktı aradan.   Konuştular, tanıştılar..

Şimdi yepyeni şeyler görüyor insanlar. Çok vurgu yapılanların dışında; para geçersiz kılınıyor, yardım etmek için çıkar beklemiyorlar, üstlerine vazife alıyorlar ve çoğunluğu sadece zekasıyla bir çok taşı çatlatıyor.  Bu önemli, çünkü özgürlüğe giden yolun anahtarı bu. 

Eskilerden aldıkları çarpık çurpuk şeyleri yeni ve sağlam bir şekilde teslim etme niyetindeler kendilerinden sonrakilere. Hatta vakti zamanında hevesini alamamış birçok ihtiyarda bu güzel anı keyifle yaşamakta. Gençlerden hediye...

Bundan sonra ne olur? E tabi dünyayı değiştirecek şeyler değil. Ancak hala bir kesimin kullanmakla gurur duyduğu "korku" ögesine karşı cesur bir neslin varlığına şahit olduk, daha ne olsun? Eli sopalı, döner bıçaklı, silahlı delikanlı gücü satranç tahtasına davet ediyorlar ve hamle yapmaya mecal vermedin mat ediyorlar. Bu yönüyle şiddetsiz ifade özgürlüğü doğuyor bu insanların ellerinde. Bir zamanlar alışık olduğumuz yöneticileri eleştirebilme özgürlüğü yeniden geliyor, millet bin bir etiketle yaftalanmadan düşüncesini söyleyebiliyor... Bundan sonrası işte bu koşulları ne kadar istediğimize bağlı ve tabi korkumuza.. 

Farklı renkler bir araya gelip bir şarkı söylüyor ve bu şarkıyı yıllar sonra dinlediklerinde ellerinden geleni yaptıkları için içleri rahat olacak.. Belki o şarkıdaki gibi içlerinden geçirecekler;

"Ah ne kahraman ne cesur, ne güzel çocuklardık
Her yeni günü ümitle nasıl kucaklardık
Ah kaldırımlar biliyor, bir devir muhteşmdik
Güz güneşinden hüzünlü, ilk yazdan şendik!"

29 Mayıs 2013 Çarşamba

Çocuk

Küçükken anne veya babamla alışverişe gittiğimiz günleri hatırlıyorum. Okul açılmadan önceki hafta ve çoğunlukla Eminönü'ne gidilirdi. Sırf bizim kıyafetlerimiz, ihtiyaçlarımız için saatlerce yürünür, dükkan dükkan gezilir ve nihayetinde akşama doğru yorgun argın ev yolu tutulurdu. Bütün bunlar sıradan şeyler, herkes benzerlerini yaşayarak büyüyor ama benim burada takıldığım küçük bir detay var; Hayatımda hiç kimse sırf benim küçük bir ihtiyacımı gidermek için bu kadar çok zaman harcamadı... Kendi adına hiçbir şey yapmadan, sadece benim için...

Anne ve baba özel insanlar, hayatımız boyunca bu şekilde bizim için uğraşan hiç kimse olmayacak.. Hayat boyu arkadaşlıkların en derin noktalarında bile sonuçta sizle o sıcak duygular arasında bir kaya parçası kalabiliyor. Eşiniz sizi neşeden uçursa da aniden esen ters bir rüzgarda savrulabiliyorsunuz..  Mutluluk? Huzur içinde girdiğiniz bir "ev"..  Baba bu evin kapısı, eve geliş gidişinizi kollayan, her gün göğsünü yumruklasanız da arkanızda bırakıp gitseniz de sizin gelmenizi bekleyen, size açık bir kapı.. Anne ise halısından koltuğuna, tenceresinden ocağına kadar evin içine saçılmış eşyadır. Bazen ayağının kokusuna hastalığının bulaşıcılığına bakmadan sana kucağını açan bir kanepe, bazen kendi derdini yakıp şefkatli bir sıcaklığa dönüştüren soba.. İşte insanın en mutlu olduğu yer; utanmadan, sıkılmadan, yargılanmadan, ayıplanmadan, unutulmadan, nefret edilmeden kabul gördüğü dünya üzerindeki tek "ev".

Elbette hayatın geri kalanında bunlara benzer şeyler yaşayabilirsiniz; ama içinizin titrediği ve yanınızdakilere tek kelime edemediğiniz anlar olur, bağırıp çağırmanızı, ağlamanızı ve hatta öfkelenmenizi kaldıramayacaklarını bildiğiniz için susar yada kaybetme, yanlış anlaşılmaktan korkarsınız. Bunları  anne ve babaya yapmazsınız ama yapsanız da yanlış anlaşılsanız da bu dağınık sahnede hiçbir şeyi toparlamanız gerekmeden yolunuza devam edersiniz, onlar sizin bu döneminizi  tıpkı kendi çatlaklarını tablolarla gizledikleri gibi siler geçerler. Onları üzmemek ve ya yormamak için içinizde  tuttuğunuz ne varsa başınızı hafifçe yasladığınızda anlatmış kadar rahatlarsınız..

Her insan zorluklarla karşılaşır ve şu bir gerçek ki uğruna ölmeyi dahi göze alsanız sevdiğiniz insanın her derdine deva olamazsınız.. Onun yanında olmak, sevginizi hissettirmekten öteye geçip ona iyi gelecek tek şey olduğunuzu iddia etmek bencillik ve kibirden başka bir şey değildir. İşte böyle durumlarda   bazen işe yarayan ama işe yaradığında etkisi uzun süre kalan  bir şey var;  hala dimdik ayakta duruyorken kısa bir zaman için dahi olsa onu mutlu olduğu o "ev"e götürmek..  Seni elinden tutup oraya  götüren bir kişinin sevgisinden,  senin için dükkan dükkan gezen anne sevgisi kadar emin olabilirsin...


25 Mayıs 2013 Cumartesi

Zincir

Ateşlere atılmış, eritilmiş!
soğuk yalnızlıklara itilmiş..
vurulmuş, boynu bükülmüş bir demir
tek başına bir halkadır..
bu halka zaman babanın tekkesinde
kendi gibi nicesiyle karşılaşır
koyu, açık, kalın ince...
hepsi ayrılmamak üzere kenetlenince!
vicdanın üstüne çöreklenmiş ağır gülleleri kaldırıp atar bir gün

Bu bir asır sürer, belki binlerce yıl...
doğruların azlığına da kızma, vicdanın aczinede
her şeyin bir yeri ve zamanı var bu tekkede
sen ölsen de, ismin okunur..
şangırdar boş zindanların paslı zincirleri..
sen öldün diye bitmez, yüreklere ince ince dokunur..

Gün gelir bugünün zalim tüccarları
bu zinciri bölecek kudretten yoksun düşer
kan taşıyan uşaklarının elem yayan seslerini kimse duymaz
gün gelir,
sokakta yürüyen öylesine bir adam,
bu cinnet davetine hevesle bakmaz
gün gelir
koyu, açık, kalın ince..
kimsenin kanı öfke doyuranların testisine akmaz..
gün gelir.. 
gelir..

19 Mayıs 2013 Pazar

Günce


kafamın içinde
bir ağrıyla yaşamaya çalışıyorum
bu ağrı susturuyor
parçası olduğun herşeyden tek tek koparıp
kayıtsızlık dolu bir kutu içine hapsediyor
duvarları kartondan olan bu küçük hanede
yırtıp dışarı çıkamamanın acizliğiyle yaşıyorum

Her güzel şeyin bir ömrü varmış demek
cebinden anahtar sesi gelen bir adam olunca
koşmak yerine yürümeyi tercih ediyorsun...
koşmak, kendi rüzgarını yaratmak demekti benim için
rüzgarlar şimdi
taze fidanlarda esiyor..

Bir gün harcadığım bu anında hesabını vereceğim
Şimdi gizleyebildiğim unutkanlıkların yerine
kayıtsız bir yeniden doğuş gelecek
ben ne yaşadığımı bilmeden öleceğim
Acıyorum benim yerime terleyecek o adama..
ondan çaldıklarım için de
beynimdeki ağrıda pay var
ve ben her dürüst adam gibi
hakkım olan acıyı çekeceğim..

5 Mayıs 2013 Pazar

Heyelan

"Ne medet umuyorsun bu taş yığınından?"
diye sordu göğe çıkmak için
ahşap merdivene sıkıca tutunan adam.
bu öfkesine biçtiği nedenler vardı
üzerine basıp
bu yumuşak toprağı sıkıştıran, kaya yapan onlardı
ve devrin cambazları, bu yolda takılıp
bu mağduriyetin avcuna düştüğü şu anda
onu dinlemeye mecbur herkese bu tavrı müstehaktı

De ki geli verse aniden
bir kimsesizin  cisminde, yürüse yeniden..
Artık herkes, fikrinde ondan daha emin görünmekte
örseleyip sımsıcak yüreğini
artık bambaşka bir anlamda okurlar adını..
Bes belli bu bir açlığın savaşı
Her miğferin altındaki başta ayrı bayrak,
herkes unutacak bu savaşı
döktüğü kanı, yaktığı canı unutacak...
Müptela olmaktan korktuğu o kızıl şarap
damarlarında dolaşan kendi kanı...

Canın gölgesinde kervanlar yürütenleri de gördüm
Güneşin secdeye durduğu topraklarda canından geçeni de
Aynı yere gittiler diyebilir mi vicdanı olan?
Bunca zulmü verdiler diye susmuş bu toprak parçasına sor
Madem bütün bunlar göğsüne batırılan demir oklardı
ve saklı gözyaşların vardı
Neden alıp götürmedi üzerine basanları bu yeminin heyelanı?

18 Nisan 2013 Perşembe

An'ı

Parmak uçlarına basarak yanına kadar yürüdü
hem korkuyor hem delice merak ediyordu
-Neden durmuyorlar ki?
bir martı çığlığı duydu, gözleri gökyüzüne kaydı
öyle ya, ne duruyor ki olduğu yerde..
Taşını bütün sıkıntısıyla denizin üzerinde sektirdi
taş da, bu merak da yavaş yavaş dibe indi

Onu gördüğüm zaman bir an durdum, gerçekten durdum..
Bildiğim herşeyi bir anda anlatmak,
dibe vuran merakı çıkartıp başına atmak istedim
göz göze geldik, bana bir anlık fırsat verdi sadece..
-Evrendeki herşey uzaklaşıyor birbirinden
diyebildim..
Ceplerinden gelen taş sesleriyle yürüdü gitti yanımdan..
O benim herşeyimdi, kelimelerimin bittiği yerde çıktı karşıma..
geriye dönüp bakmasını, merak ettiği herşeyi sormasını bekledim
yapmadı...
Akşam güneşi denizi tutuşturmuştu,
belki ısınırım diye iyice yanaştım.

Çocukluğumun güneşli bir gününe götürdü beni bu Nisan
araya yollar giren ilk dostluk bitişinde
beni bir nebze avutan bir deniz kenarı gezintisindeydim
Yolların, yılların ve fikirlerin iki kafada uzaklaştırdığı nice dostluk..
ve ben kendimi teselli ederken
yaşını bile bilmediğim evrenden bahsediyorum
"Her şey uzaklaşıyor!"

İşte bu yüzden en iyi şeyi öğretiyor bana o çocuk
yıllar sonra bakarda anlarım diyerek belki..
Bitip giden her dostluğun ardından cebinde bir avuç anı
yerli yersiz şıngırdıyor.
Tıpkı, bu güneşli gün gibi..

14 Nisan 2013 Pazar

Had'di

Yırtık sayfanın koynunda kalan bir kaç harf
ismine sıçrayıp boyadı is karasına bir kaç zamanı
keşke yakılmak çözüm olsaydı
ruhunu hapisten kurtarmak isteyen nicesi,
medet umduğun şu ılık rüzgarda savruluyor..

Neyi değiştirmeye çalıştıysa onun etrafında dönüp duruyor
koparıp vermek istediğin elmaların sen tarafı hep yeşil
bunca itilmişliğin arasında bulduğun tek tepe, sözlerinin üstü..
kibritten bir ev gibi hep infilakını planladığın kaleni barındırıyor


Ayaklarındaki toprak, gözlerindeki yaş ve ellerindeki ter..
seni haklı çıkarmaya yetmiyor, korkuyorsun..
bir kağıttan intikam alır mı insan?
onu niçin yakıyorsun?
niçin asık bir surat? neden dağınık saçların?
Yaşamayı layıkıyla beceremeyenlere lanetini az mı dinledim?
Bunu ustalık sanıyorsan yanılıyorsun

Koynuna sıkıştırdığın kitabın kahramanları, hep seni kendine benzeten
kabirlerinden  söküp söküp diktiğin için her biri düşmanın
Sen yürüdüğün adımları birer, üçer, beşer atlarken
bunca hatana rağmen çürük köprün gıcırdayarak direniyor
sen o köprünün başında bekleyen adama Şapka diyorsun
gölgesi seni rahatlatıyor..



Derken uyanıyor bunca felaketin içinden adam,
onu bu kabusa iten sesin yumuşak karnında..
Hiçbirşey yapması gerekmiyor, hiçbirşey olmaya devam etmek için
Şarkının son istasyonunda, tabelayı düzeltiyor
"Herkes için herşey olduğum yer burası"


23 Şubat 2013 Cumartesi

Başka

Kibritin suçunu üstlenmez alevi
baş tacı edip kabullendikten sonra
oysa zehir şişesinde mutlu
kıluç kınında huzurla uyumakta..
ateş, mumun ışığına gebe..

Hepsi bir olup aynı şeyi söyler dile geldiğinde
acz içinde kalıyoruz değince bir insan eli..
işte karşımda gözlerin..
yolları, yılları hiçe sayıp gelmiş..
ellerimde elin..
Mecnun, Leyla olup çalmıştı kapısını
Ben benden geçtim çoktan..
ama neden..
Neden senden başka birşey oluyorum?

14 Ocak 2013 Pazartesi

Can


Aldığın nefes verdiğin seste silinir gider
Bir tek adın kalır adım adım zamanda yürüyen
Yanından göçen kervanlar yeşil bir vahada  sana el eder
Bir gelin olursun yeniden ardı sıra hem gözyaşı hem mutluluk sürüyen

Senelerce biriktirdiğin derdin kederin bir anda çıkar dudaklarından
Etrafında tutmaya can atan onca ele, gözyaşı seline rağmen durmazsın
Kızgınlık, öfke ve nefretin zincirleri erir ve dökülür bileklerinden
Uzun zaman sonra ilkkez kendinden başka birşey düşünmeden gözlerini kaparsın


Yalan olduğunun delili bu resimlerin, bu çınlayan feryatlar
Sen çok başka bir anlamın parçasısın artık, beşeri akıl nasıl anlasın
Uzaklarda bekleyen bir toprak parçasına yönelir başın, ardında dostlar
Hergün binlerce insanın ucundan döndüğü çizginin başındayız, sen ise orda kalansın


Bilmesende canın için içime düşen ateşi ve içine düştüğüm kuyuyu
Gideceğin akla gelmezdi, hep orada bizimle birlikte ol istedim
Şu canımın başına bela, tendeki ben gibi çıkmıyor arsız huyu
Bil ki öyle görünce seni, şu ömürden de biraz al istedim