26 Ekim 2015 Pazartesi

Yeni yaş

Oldukça profesyonel iyi giyimli ve ilgili kişilerin işlettiği, çok eski ve oturmuş bir dükkan düşünüyordum. Bu dükkanın ahşap çerçeveli vitrininin camında o nostalji fontla "Hayat " yazıyor. Kapısını açtığınızda eski dükkanlarda alışık olduğumuz bir zil sesi ve tarih kokusu ile karşılaşıyorsunuz; bu ister istemez heyecanınızı bir nebze yatıştırıyor. Sizi karşılayan iyi giyimli ince bıyıklı, kalın  fuallerinden itibaren azalarak kırlaşmış saçlarıyla biri karşılıyor. Eski tüccarların "ne eksik ne fazla" ilgisiyle buyur edip ne istediğini soruyor, cevap veriyorsun: Hayat!

Eğer hayatlarımızı bir dükkandan alabiliyor olsaydık o dükkanın böyle bir yer olmasını isterdim. Israrla en acısız ve en mutlu olanı seçmeye kalktığımda bana "Bunun bedeli ya deli ya teslimkar olmaktır"  diyecektir. Kendime göre seçeceğim hayatta ne olması gerektiğini ben bile bilmiyorum, ilkokula yeni başlayan bir çocuğun üniversiteye kadar tüm kitaplarını peşinen alması gibi bir şey olurdu ve muhtemelen "Siz neyi tavsiye edersiniz?" diye sorardım. Muhtemelen o da: "Hepsinin başlangıcı ve sonu aynı, bizce bir fark yok" diyecek ve "Sürprizinin kaçmasını istemezsiniz" diye ekleyecek hafif bir gülümsemeyle.

Kaç yıl? Kaç gün? Saat? Her şey muamma iken bu dükkana girip rastgele aldığın bir hayatı kullanacaksın ve seni rahatlatan bu tüccarın rahatlığı olacak. Ne yazık ki öyle değil.

Hayatını kendi ellerine aldığın andan itibaren hissettiğin her şeyin yerli yerine oturması bir türlü bitmiyor. 17 yaşında da 25 yaşında da 30 yaşında da "Artık her şeyi görebiliyorum" diyorsun ki biyografileri okudukça anlıyorsun ki daha bir kaç kez daha böyle demen muhtemel. Dünyaya iz bırakan insanların ortak özelliği  hayali tüccarın başlangıcı ve sonu aynı olan hayatların ortasını pek umursamamaları. Ömrü durmadan yürümekle geçmiş bu insanların bir ayakkabı gibi hayatlarını giyip "Yürüdükçe açılır" diyebilmeleri en önemli farkları. Bizler  ise deniz minarelerinde yaşayan küçük yengeçler gibi sığamadığımız hayat kabuklarının mimarı olamamanın acısıyla başkalarının kabuklarına özenerek veya en kötü ihtimalle bulunduğumuz kabuklara yine de şükrederek geçiririz.

Aynı başlayan hayatlarımız aynı sonuçlanır...

Eğer o dükkandan seçmiş olduğumuz hayat için bir garanti süremiz olsaydı ve yaşadıklarımızdan sonra haklı tüketici hışmıyla gitseydik "Kullanıcı hatası dolayısıyla oluşan zararlar size aittir, sorumluluk almıyoruz"  derler ve öylece geri gönderirlerdi. Kullanıcı hatası değil aslında, hayatların karıştığı bir sofrada bölüştürdüğümüz saniyelerimizin iç içe geçmesi sonucu aldığımız ve verdiğimiz zamanlar örtüşmüyor. Ne kadar ölçüle bilse de saniye saniye hesabını tutamıyorsun zamanı. Ölçemediğimiz bir çok kavram var, yer çekimden daha önemli olmasına rağmen hala bir ölçü birimi yok duyguların. Dolayısıyla tüccarın söyleyeceği en doğru cümle "Bunlar hayatların yan etkileridir, alışınız"

Şu haliyle garantiden yararlanmak adına dükkana üşüşen kitleden olmazdım çünkü yeni yaşıma girdiğim şu günlerde rahatlıkla söyleyebilirim ki "Artık her şeyi görebiliyorum!"

23 Eylül 2015 Çarşamba

Kurulum

Ülkelerin bağımsızlıklarını kazandıkları günler, yani savunma savaşlarının sonucu hep coşkuyla kutlanır. Milletler, kuruluş ya da kurtuluşlarını gerçekleştirdikleri bu tarihleri unutmadan unutturmadan gelecek kuşaklara aktarmayı amaçlar. Ölümlerin, oyunların, yıkımların; yetim, yaralı ve evsiz yüz binlerce insanın kaldığı savaşın sonucunda insanları her yıl yas tutmaktan alıkoyup sevindiren şey nedir?

Mesela Almanya neden Rusya ve ya Fransa'yı işgal ettiği günü coşkuyla kutlamaz? Amerikalılar uzaklardan gelip kızılderililere dünyayı dar ettiği savaşları neden mutlulukla yad etmez?

Dünya tarihinde -istisnalar hariç- bir milleti ve ya ülkeyi işgal etmekle sonuçlanan savaşlar pek rağbet görmez. Genelde  ya bu savaşları sadece tarih kitaplarında sunarlar ya da mazisiyle barışmak adına bu savaşların yok etme/ortadan kaldırma sonucunu örten masum isimlerle anarlar. Toplumlar hükmettikleri toprak bütünlüğü dışında diplomatik olarak da mümkün olduğunca  genişlemek için dünya karşısına elleri ve ayakkabıları temiz çıkmayı amaçlarlar. Bunun içinde yok etme/işgal gibi rahatsız sonuçlar oluşturan hamlelerini dünyanın gözüne sokarcasına kutlamayı ve ya anmayı pek makul bulmazlar.

Peki okuyan, araştıran ve bilgiye salisede ulaşan dünya halkları karşısında işgal/yok etme kartlarını kullanmadan bir devlet nasıl genişleyebilir ki? Bunun için seçilen yeni yöntem yutul mak istenen lokmanın kendi kendine dağılmasını beklemek. Bu çok uzun sürer değil mi; o halde birazcık müdahele kullanılabilir.

"Sömürgecilik" kavramı toprakların askerle korunma mecburiyetine karşın "yerinde yönetim" mantığıyla hayat bulmuş bir kavramdır. O bölgede bayrağınızın dalgalanmasına, askerinizin bulunmasına gerek kalmadan  sizden binlerce kilometre uzaktaki kaynakları ülkenize akıtabilrisiniz. Peki o topraklardaki insanları buna nasıl ikna edeceksiniz?

*Öncelikle sizin tarafınızdan ömür boyu korunacağına, rahat ettirileceğine güvence vereceğiniz bir liderin o ülkeyi yönetmesine destek vereceksiniz. Bunun için o ülkedeki tüccarları teşvik etmeniz bile yeterli olabilir.
*Bu kişi halkın desteğini alıp iktidara geldiğinde kesin veriler üzerinden-saha anketi yada araştırmaları- toplumun hassas olduğu konulara yaklaşımıyla güven kazanır.
*Bu süreçte dikkat çeken şey eğitime ayrılan bütçenin zamanla azalması, savunmaya harcanan bütçenin zamanla artması olacaktır-güçlü devletin kaynaklarını olası bir halk uyanışından korumak için-. Yeterli eğitime sahip olmayan bireylerin iş sahibi olmak  ve sahip olduğu işte kalmak dışında başka birşey için kaygılanmamaları için gereken tüm önlemler alınacak-bası/yayın vs-.
* Önemli bir diğer nokta; devleti ayakta tutan   kurumların olası direncidir. Toplumun büyük çoğunluğunun desteklediği reformlarda bile çalışan/işleyen bir kurumu "kapatmak" bir yönetici için hoş bir intiba olmaz. Ancak daha güçlü devletler tarafından seçilmiş ve korunmuş liderin devleti onların istediği kıvama getirmesi için bazen bu kurumların kapatılması /lağvedilmesi gerekebilir. Bu durumda yapılacak iş "kokuşturma"dır. Kurum personeli/yönetimi yetersiz kişilerden oluşturularak bir süre kurumun skandallarla ya da çuvallamalarıyla gündem oluşturmasına izin verilir.Halkın bu kurum hakkında duyduğu her yeni haber kuruma olan güveni ve ona olan ihtiyacı da azaltacağından bu haldeki bir kurumu aslında ilk baştaki halinden daha çapsız bir başka kuruma dönüştürmek-yetkilerini budamak- yada tamamen kaldırmak toplum için çok önem arzeden bir mesele olmaz. Burada dikkat edilecek şey "kokuşmanın" yayılmasını ve zamanını iyi ayarlamak olacaktır. Çünkü birileri liyaklatsiz atamalarınızı dile getirerek kurum üzerinden size sıçrayabilir. Önemli nokta skandal/çuvallama haberinden hemen sonra gerekli reaksiyonu göstermektir.

*Eğitim düzeyi istediğiniz seviyeye gelince okuyan ve araştıran kesmin toplum üzerindeki etkisi de giderek azalacaktır. Kurumların dönüşümü/kapatılmasını müteakip tek güç olan siyasetin kanadının altına gireceği devletle yakınlaşmasını sağlayacak siyasi adımlar ve diplomatik faaliyetler gerçekleştirilir. Hedefteki ülkeye ilkönce sanayi ürünleri, giyim, kültür ve en etkilisi olan basın/yayın yoluyla girilerek sempati ve ilgi oluşturulur. Ardından belirli dönemlerde planlı yada plansız gerçekleşen krizlerle eğitimsiz ve ülkesinden başka hiçbir şansı olmayan toplumun umutsuzca çare aradığı zaman gelir. Burada hedefteki devleti ucuza kapatmak isteyen güçlü devlet şartları olabildiğince katı ama kurtarıcı bir antlaşma teklif eder ve sonuç! 

Yukarıdaki olay uzun ve dolambaçlı bir işgaldir. Ancak iki devlette bu günü "işbirliği/müttefiklik" günü olarak kutlayabilecek kadar elleri ve ayakkabıları temiz bir süreç geçirmişleridir.Modern toplumların işgallerini ancak iyi bir belleğe sahip araştırmacı nesiller boşa çıkarabilir. Sorulan sorulara anında cevap veren kuşaktan böyle bir çaba beklemek saçma, bunu anlayıp önleyecek nesiller doğru soruları korkmadan sorabilen kişilerden oluşmalıdır

17 Ağustos 2015 Pazartesi

Kıstas

Günlük ifadelerimizin bazıları yargı taşır. 
"Güzel bir gün."
"Zor iş"
"Rahat hayat"

Hepimizin bu sıradan cümleleri söylerlerken amacı evrensel bir kanun oluşturmak değil; sorulsun yada sorulmasın hayata /nesnelere/insanlara bakış açımızı ortaya koymaktır. Elbette bu "yargılama"da temel kıstas kendi hayatımız olduğu için çoğu kez görüşlerimizin ardında duran kitleler bulmamız güç.

Sıradan insanlar tüm toplum  için değer yargıları üretme , toplumu şekillendirme derdinde olmadığı için kitleler takip etsin veya etmesin kemiksiz dilinin el verdiğince hayatından parçalar koyarak oluşturduğu terazinin boş kefesine düşen her şey hakkında yargısını dile getirir. 

Hedefi daha büyük olanlar yani toplum inşası amacı güdenler bu konuda daha dikkatli ve özenli olmalıdır. Şimdi sayısız kitle iletişim aracıyla günler hatta saatler süren bir çalışma ile oluşturulan algıların herkes için kalıcı ve ortak yargılara dönüşmesi için her insan terazisindeki ölçme işlemi aynı yada benzer sonucu vermeli ki toplum istenilen yönde ilerleyebilsin. Çeşitlilik içeren toplumlarda bu işlemin başarılı olabilmesi için toplumun büyük çoğunluğunun benimsediği değer merkeze alınır ve kişiler/nesneler/kurumlar/ülkeler hakkında oluşturulmak istenen yargılara bu değer üzerinden algılar oluşturularak ve bu sık tekrarlanarak ulaştırılır.
Bu çeşit bir etkiye maruz kalan birey için "etkilenmiş", "kandırılmış" ifadeleri yersizdir, çünkü totalde kişi kendi terazisinde yaptığı işlem sonucu bu yargıya vardığına emindir.

Toplumun büyük kesiminin benimsediği değerler genelde "milliyetçilik" veya "inanç" başlığı altında  olduğu için  bireyin seçeneği dahi olmadan tarafını belli etmesi beklenir. Bu şekilde toplum değerleri, değerleri yorumlayan seçilmiş/atanmış/kabul görmüş kişilerin  çevirdiği hedefte evrimleşebilir, toplumun eski kuşaklarına yabancılaşabilir hatta köklerinden kopup bir kaç kuşak sonra anlamsızlaşacak bir kavram haline bile gelebilir.

Batıda yavaş yavaş yer eden sistemde ise merkeze alınan değer "insan" olduğu için sıklıkla "insan hakları" ile ilgili bir çoğu "özgürlük" başlığı altında yeni kavramlar üzerinden yeni bir denge kurulmaya çalışılıyor. Klasik "milliyetçi" ve ya "inançsal" tepkiler vermeyen toplumun hedeflenen yargılara ulaşması için hedefler yerine değerle güncelleniyor ve sonuç; hedeflere başarıyla ulaşılmış! 

Milli ve dini hassasiyetleri olan toplumlarda istenmeyen yön/kişi/kurum/devlet için telaffuz edilen kavramlar; hain, dinsiz, terörist, şeytan, iblis, günahkar.. 
İnsan temelli hassasiyet sahibi olan toplumlarda ise aynı yön/kişi/kurum/devlet için; katil, zorba, zalim, diktatör, insan hakları ihlali, sömürgeci, emperyalist ...

Bu yargıları toplumun bireylerinin kendi kendilerine verebilmeleri  için yargı verilecek şey hakkında işlenmemiş bilgiye sahip olması ve onu kendi terazisinde kendi hayatıyla ölçmesi gerekir Basının tüm dünyada battığı batak göz önüne alınırsa işlenmemiş bilgi hayal, bireyin kendi hayatı ise sanal karakterler ve bir çok reel faktör (geçim sıkıntısı, göç, bağımlılıklar..) nedeniyle asla tamamen kendisine ait değil. e o halde?

Basit bir örnek:
 
İşsiz A kişisi  kendi köyüne yapılacak B fabrikasının köye zarar vereceğini söyleyen C kuruluşu yetkililerinin aslında yatırımı baltalamak isten fitneciler olduğunu D gazetesinden öğreniyor (A kişisi B fabrikasının D gazetesine verdiği reklam vaadi yada her türlü ticari ilişki hakkında bilgi sahibi değil) A kişisinin B kuruluşu ya da D fabrikası hakkında nasıl karar vermesini beklersiniz?

Basit bir işlemle ortalama on yıl gibi bir sürede yetiştirilen kuşaklarda eğer sistem kendi değer yargılarıyla benzer sonuçlar verecek terazileri oluşturmak için benzer hayatlar inşa etmişse bundan sonrası sadece bu terazilerde yargıya dönüşecek algıları sık sık vermeye devam etmektir.

Eğer aranılan her durumda doğru tarafta yer almayı, adaleti gözeten ve evrensel değerleri gözeten bir toplum yaratmaksa öncelikle hayatların yukarıda bahsettiğim sanal ve reel prangalardan kurtulması gerekmekte.














21 Temmuz 2015 Salı

Yem ve Solucan

Topraktaki oyuğundan söküp alınan birini daha gören küçük solucan korkuyla annesine sorar;
-Daha derine niye gitmiyoruz? Neden insanların ve diğer hayvanların bizi almalarına direnmiyoruz?
Ağır ağır ilerlemekte olan anne solucan durup yavrusuna sokulmuş, şefkat dolu bir sesle;
-Senin için yavrum. Onları beslemeliyiz ki toprağa düştüklerinde sen yiyecek bir şey bulabilesin

Ne garip değil mi? Aslında günlük hayatında kudretli ve ihtişamlı yeryüzü fatihleri olmakla övünen bizler biyolojik olarak solucan yemi olduğumuzu hiç aklımıza getirmiyoruz. Küçücük bakteriler bizim her bir parçamızdan istifade etmek için bekliyor ve bizim onlara karşı yapacak pek bir şeyimiz yok, yapmaya gerek de yok. Doğanın düzeni bu...

Gözle görülmeyecek kadar küçük  canlıların milyonlarca yıldır var olduğu bir dünyada atarlı ergen olarak var olduğumuz en fazla 2 yüz bin yıldan sonra -biyolojik olarak- hala aynı noktada olmamızı sorgulamıyorum. Sorguladığım şey bu mükemmel düzene sadece "genel kültür" gözüyle bakan toplumların bu düzeni sosyal hayatlarına katanlardan kat be kat fazla olması.

Doğada hayatlar ileriye doğru gelişir. Yani değişen koşulları geri getirmek için savaşmak ve onun peşinde heba olmak yoktur. Değişen koşullara uyum sağlanarak o koşullar içerisinde de eski sistemde olduğu gibi mükemmelleşme vardır. Doğanın kaybedecek bir saniyesi ve fazladan harcayacak 1 kalorilik enerjisi yoktur. Temel amaç tamamen en az kinetik enerji dönüşümüyle işleri yürütmektir. Çünkü kinetik enerjiye dönüşen enerjinin bu besin halkasına geri dönüşü yoktur.  Doğada sevgi, şefkat, korku, öfke, aşk benzeri davranışlar görülmesine karşı  kin ve nefret benzeri davranışlar yoktur. En yaygın bilinen kedi-köpek arası didişme basit bir alan hakimiyetinden ibarettir ki bunda ölen veya öldüren yoktur.

Başka yüzlerce örnek yazılabilir ama benim aklıma ilk başta gelenler bunlar. İnsanları bu kötü gidişlere karşı defalarca uyaranları, Güneş sisteminin en uzak gök cisminin beyaz kalbini görenleri, sinir sistemine entegre çalışabilen protez kol bacak yapanları, evrenin nasıl oluştuğunu anlamak için evinden , yurdundan uzakta çalışan nice insanları  elbette tenzih  etmek gerek. Dünya kurulduğu günden beri çoğunluğu solucan yemi olduğuna inandıran nice kral, soylu, din adamı, tanrı(!)'ya rağmen her devirde birileri çıkıp bu fikri zerk edilen akıllardan gücü yettiğince temizlemeye çalışmış. Bugün, dünyanın "bilgi çağı" dediği çağda yaşayan insanlar olarak elimizde yüzlerce yeni kaynak ve araç varken bile güçlükle değişimler yaratabiliyoruz. Doğuştan gelen bir güdü oldu artık; bize verilenler içersinde en somut olanını seçiyoruz.  Oysa insanı karaca peşinde koşmaktan alı koyan "tarla ekmek" ve "bitki yetiştirmek" ilk başta bir hayaldi... Yüzyıllarca hepimizin karnını doyuran bir hayal!  Köle olarak doğduğuna ve köle olarak öleceğine inanan insanlar için eşit olmak bir hayaldi... Bugünün eşit insanlarının daha doğrusu eşit olduğuna inandırılmış insanlarının yaşadığı dünyadan çok farklı bir hayatı yaşadı bu hayali kuranlar.

Demem o ki sonuçta toprakta  %90 oranında çözünecek varlıklarız, solucanların bizde sindiremeyeceği şeyler toprağa hiç girmeyecek olanlardır. Doğada harcanan kinetik enerjinin besin zincirine geri dönmediğini söylemiştim,  solucan yeminden fazlası olmak için doğru dönüştürülmüş biraz kinetik enerji ve biraz da düşünce yeterli..

25 Haziran 2015 Perşembe

Selam Çay Bardakları!

"Su gibi aziz ol!" demek gibi bir adet vardı eskiden.
"Su gibi saf"
"Huyu suyu temiz"..

Suya benzemekle ilgili belki de bilmediğimiz daha nice deyim, söz.. 4'te 3'ü su olan bir gezegende 4'te 3'ü su olan canlılar olarak su elbetteki önemli.

4'te 3 denilince aklıma geldi. Çay seven bir insan olarak söyleyebilirim; bir çay bardağındaki ideal su oranı 4'te 3'tür, dem oranı ise kalan 4'te 1... Çay bardağı ile tutturulan bu oran hazır kahvelerin hayatımıza soktuğu kupalarda pek tutumuyor, kupa çaya yakışmıyor.  Çay bardağının özel bir anlamı var.

Su bardağı, şarap kadehi, bira bardağı, rakı bardağı, kahve fincanı, kahve kupası... İlki hariç geri kalan hepsi için işin ustaları kendince bir oran belirlemişlerdir elbette, bu oranlar damak zevkine bağlıdır. Benim verdiğim oran da benim damak zevkimi ortaya koyuyor.

Yukarıda verilen bardak örneklerinin hepsinde bardağa konulan içecek hazırdır. İçeceğin bardaktan öncesi bardaktan sonrası yoktur. Çay bardağının özel anlamı var dedim ya, işte anlamı bu; Çay bardakta hazır olur. Önce gün batımını az geçmiş kıvamda dem ardı sıra gün onu gün doğumu kıvamına getiren su eklenir. Çay, bardakta bulur kıvamını.

İnsanları bardak olarak düşününce en çok hangisi vardır dünyada? Su gibi aziz olamadığımıza göre hangisi olabildik? Rakı, şarap veya bira gibi meşrebince sarhoşluk veren ardı sıra bir baş ağrısı ve pişmanlık bırakanlardan mı? Kahve gibi ciddi, sert, uyku kaçıran biri mi? Yoksa bembeyaz olmakla övünen ama neticede fena halde uyku getiren süt mü? Belki bu yüzden "İnsanlar bana hakettiğim değeri vermiyor" serzenişini sıklıkla duyuyoruz. Günümüz kültürü her bir içeceği aynı tek kullanımlık kutu bardakta ikram ediyor. Bu da "farklı olma" arzusuna dar geliyor ve sonuç saçma sapan bir çok söz ve hareketle o bardağın dışına bir damla dahi olsa sıçramak için çırpınan nicesi...

Çay bardağına sahip çıkmak lazım, yoksa maazallah  kendime biçtiği oranımı kaybederim, sonra ağız tadımı sonra da ...
Not: Rakı bardağında da dem bardakta sağlanıyor, unutmuşum. Ama rakı, çay bardağını da seviyormuş...

11 Mayıs 2015 Pazartesi

Çay

Bu mevsimde havanın tuhafbir kokusu vardır, ay ve güneş hareketinden bağımsız ta kışa kadar devam eder.. Bu kokubir çok anıyı alıp getirir, bir çok yarım yamalak hayalle beraber... Oyunların ortasından terli ve yorgun lezzetli kokularla donatılmış sofralara gider gibi adımları hızlandırıyor, sanki bir daha göremeyecekmiş gibi el titreten heyecanı ve şehrin en kuytu köşesindeki karanlıkta kendinden başka herşeyi düşündüren cesareti hissediyorsun.


Bu havalar çoğu kişide aynı etkiyi yarattığı için bayık gözlerle bankta oturan insanlar gördüğümde şaşırmıyorum. Bu dalgalı haller dibe çökeltmek istediğin fazla yanlarını yüzeye taşırsa iş kötü. Çünkü bu çaya dem veren bu taneler seni yudumlayan insanın boğazına takılır ve o üzerine yüksek sesle öksürürse sonraki yudumu sen soğuduktan sonraya kalabilir.

Bir çay düşün,

 Çayın vakti mi olur? Her ikram edildiğinde şöyle bir bakarsın, tamam dersin. Çok sevdalıları şekersiz içer ama, şeker atsan da kızıl renginde bir küsme olmaz.. Çaya bahane bulursa ve ya bir çay bitirmelik bile vakti yoksa bir ömrü geçirmek hayali niye? Kartonmuş, plastikmiş, kanserojen falan deyip de bir yudumu azaba çeviriyorsa hastane kokusu yakın demektir...

Hayatını sana göre planladığının en büyük belirtisidir çay, gözlerine bakar çay  içerken... Bardağı çay tabağına kalp atışı gibi tık tık tık çarpar,bu atışların sıklığı aşkın şiddetini koyar ortaya.  Çaydan bir iki yudum alıp seni dinler çayı soğutursa bu havai aşkın rüzgarları bitince gidecek demektir... Gözü senin bardağında olmalı, senin boş bardağın tabağa değmemeli! Şekerini atmadan, çayın yanında getirmeli ki hayatını karıştırmakta gözü olmadığı anlaşılsın. Gece eğlenceleri, lüks arabalarla gezmeler, son moda kıyafetleri... Hiç bir zaman bunlara sahip olmayacağını iliklerine kadar hissetmesi için "Ben"in başladığı en hassas yeri dudaklarını yakacak kadar sıcak bir yudumu tatmalı senden.. Gece deyince balkonu gelmeli aklına, lüks arabaların yanından elini tutup tükürmeye bile tenezzül etmeyecek umursamazlıkla geçmeli. Kırmızı başlıklı kız değil, o gün kırmızı başlığı kendine yakıştırmış bir kız olmalı senin için... Senin için güzel olma çabası yüzündeki tatlı tebessüme sinmeli...

Bütün bunları yapan biri için sen?  Dünyaya kulağını kapatır, bu mevsim kokusu gibi içini doldurmasına izin verirsin... Bir tomurcuk karanfilin çaya verdiği tat gibi, içine karışan yar nefesi seni kolundaki saatin akrep ve  yelkovanından .. Kendine ait vakitten koparıp ayırır...

Çayın vakti mi olur?


18 Nisan 2015 Cumartesi

Serin..

Karışık bir hayatın yüzlerce düğümünden biriydi
seni dinleyen hiç kimse
bu düğümler çözülse ne olacak diye düşünmedi

bu yığın yığın göz korkutan bağların hiçbiri
sana can veren kordon değildi,
en müthişi bile
bir makas darbesini kolayca vuruken sen
öleceğinden endişe etmeyecek kadar emindi

Herkes bu manzarada
arkada karmaşık bir yığın olmasın istiyordu
bu bir fotoğraflık zamanda bile
kendilerini gölgeleyen hiçbirşeye tahammülleri yoktu

Elleri bu düğüme yapışıp kalacak diye
ellerini sakınanlar...
O düğümleri hakettikleri gibi yoksayanın gölgesinde şimdi

Elleri, kendinden emin bu tavra aciz
anı avcısı balıkçı ağını sıyırıp atarken
içimde hep belli belirsiz bir korku
bu gıcırtılı sandığın
çıkmış bir çivisi takılırda ince bir inleme duyulursa..
Ya yapayalnız girdiği bu odada
bu inleme onu korkutursa..

Herkes kahramanı olduğu romana atıfla başlar söze
ben,
kahrını çektiğim romanları, filmleri anlatırım
figüranlıkla başlayan, senaristliğe terfi ettiğim bir hayatta
gözlerime baka baka
beni aklımdaki repliklerle doğaçlama oynamaya davet ettin.
Bu filmde kalemi ve kağıdı bırakıp..
sadece duymak istediğin şeyleri
hiç düşünmeden içimden geldiği için söyledim

Hiç okumadığın senaryolarıma
üstünkörü izlediğin filmlerime rağmen
en başarılı filmim olsun diye
kendini yiyip bitirircesine
bu filmde olduğun için
teşekkür ederim...

O sandığın içi boş,
nemli ve yalnızlık kadar serin
o düğümlerin hepsi bağlanmış dileklerdi desemde
yinede
seni, gerçekleşen varlığın dışında
ikna edecek hiçbir kanıtım yok...

17 Nisan 2015 Cuma

Bir Sembol Olarak Martı..

Aynı sokaklarda yürümediğin milyonlarca insanla aynı gökyüzüne bakıyor olmak hissi ilk ne zaman fark edildi? Bu şehrin her bir sokağında yaşandığını düşündüğüm hayat kendi hayatımdan izler taşıyor. Sanki bir kaç şarkı sonra herkes denize ulaşacakmış, sanki herkes deniz kenarında yürümek isteyecekmiş gibi geliyor.. Sanki her gittiğimde zaman duracakmış... Bir heykel gibi dimdik ve sağlam durup bakınca, yıllarca unutulmayacakmışım gibi...

Şimdi denizden soğumanın sebebi de, bir kaç şarkı eksik dinlemenin sebebi de aynı  şey değil mi? Kendini parçalayıp adilce dağıtınca yine de yetmeyen kısmı hep sana düşmüyor mu? Denize ulaşıp gelen kısmın... Zaman deyip de koluna taktığın akrep seni bilmem kaçıncı kez zehirledikten sonra hala yaşamak ve yaşatmak için doğradığın bu ayak izin, hangi yöne gittiğine dair birşey diyemiyor.. Nefessiz kaldığın zaman bile tahammülü yok sensizliğe bu koyu gri tablonun. Deniz gibi gelgitli ruhunu cam bir kavanoz ve bir kaç renkli taşla akvaryuma dönüştürünce mutlu ettiğin balık hafızalı bir kaç surat  senin hasta yeşil rengini umursamadan ciğerlerinden söküp aldıkları son oksijen için bile tek damla vefa göz yaşı dökmedi, dökmeyecek...

Dalga seslerini dinlediğin o gecede kahkahaların arasına biraz yosun kokusu, biraz umut, biraz umursamazlık saklayarak ne iyi etmişsin! Şimdi tuzlu kokusu genzine yapışmış bu anıyla kıyaslayarak mutluluk hesabı yapıyorsun... Gecelerde biçtiğin ılık rüzgarlı hayal filizlerin..Sen niye geceleri bu kadar çok sevdin? Aklında adınla yatan kaç insan tanıdın, ki kaçı şimdi ismini bir kırmızı çizginin kendi tarafına yazar.. Geceleri uyuyan herkesin bıraktığı şehri seninmiş gibi sevdin... Seni hep bir korkuyla uyandıran çocukluk günlerine rağmen dizlerine uzanmasına, ağlamasına ve yanağını yalan bir sevdayla okşamasına izin verdiğin gecelerde hem kaygısız hem kaygılı sabahı beklediğin nice günden sonra seni avutamayan dar, boğan bir camın ardında durmaya karar verdin.. Eski ve yıkık surlar gibi bir tarihin eşiğinde o tarihin en dışı olarak yer aldığını haykıran bir yığıntı gibi biriktirdiğin kadarını da dönüp dönüp göğsüne vuran denizlerin kopardıkları da çoktan başka kıyılarda bambaşka şekillerde vurdular sahile.. Anlatmak istediğin çok şeyin yanında sen, yollara ve evlere mani bir taş yığını olmaktasın kendin için. Elinde balonu bu surların şehr-i sefkat içindeki yerini öğrenmek isteyn bir masum yüzün duymak istediği fethin arsız akıncılarına ait ölümsüzlük masalları yerine herkesçe okunabilen bir kitabe dikebildin yamacına, işte burada..

Sana vereceği hiçbirşeyi kalmamış yaz geceleri yine yavaş yavaş kanına girmeye çalıştığı şu vakitlerde gözlerin pencerelerde olsun.. O evleri düşün, sokakları... O evlere tek tek konuk olduğunu düşün, yolculuklardan yorulup herhangi bir kapıyı çalarak gösterilen yerde uyumaktan çekinmezdin. Sen geceleri sevdin, geceler seni uyuttuğunu düşündüğü için seni sevdi... Gecenin her bir saatini mesai olarak gören ve gücü yettiğince nefes nefes içine çeken insanların kendine açlığından kokan nefeslerindeki sıcaklılık, senin samimiyet sandığın...

Seni anlatacak bir kaç kelimeden biri bu şehir, bu şehri anlatan yüz binlerce öykü... Bu denizin dibinde yaz, kış, gece, gündüz yaşamayı göze almış ve martıya dönüşmüş nicesi kanatları altında senin hasret duyduğun tatlı rüzgarları taşıyor.. Çöplüklerden topladıkları atık hayatları, şairlere ilham veren bir dansa dönüştüren hayat cambazları onlar. Geceyi de, rüzgarı da onlara bırak...

21 Mart 2015 Cumartesi

Sevgi'liye

Uzun uzadıya anlatılacak bir hikaye değildi 
beyinde bir iki hücrenin taşıdığı kadar
anlattığım herşeyin-o ana dek-
senin için çok olmasını istememden başka derdim yoktu


Ben çoktum, sen ben de çok ol istiyor,
bu yüzden anlattıkça unutacağım herşeyi bırakıp
seni zihnime dolduruyordum ...

Bütün bilinmezliğine rağmen
en gaddar halinde bile bana merhamet edeceğine 
yani en ihtiyaç duyduğum şeye garanti veriyordu 
içimde hala sönmeden tuttuğum o bakışın

Uzun yolculukların ardında olman, bana gülmen..
koşman ve sarılman..
Bazen yanı başımda olmadığın için dua ediyordum
Gönlümce göremesem de seni,
Gördüğümde başka bir hayatmış gibi yaşıyordum. 
Bugün bile, ne zaman başka bir hayatta olmak istesem
dışarıda bir yerlerde,
yada hemen yan odada geçirdiğim bir zaman sonra
yanına, başucuna gelirim.

Kelimelerimi çalan bu gel git hali mi,
yoksa unuttuğum diğer şeyler mi bilmem
bugün daha az kağıda haddince yazıyorum
Ama rüzgarlı saçlı resmini hatırla,
rüzgarı yüzünde hissetmezsen de
o rüzgar saçların arasında hep 
ve aşk'ın
beynimin her bir hücresinde
senin adaletince pay edilmiş...

Bugün benim eskimi hatırlayan bir kaç kişi
gördüğünde beni..
anlar, bu adam çok sevmiş...

20 Mart 2015 Cuma

Taş

Bir avuç alıp gittikçe
geriye,
alaycı şangırtısıyla gidişlerle dolu bir kavanoz kalır
Saçlarındaki beyazdan,
ciğerlerinden sökülen daha fazla nefesten fazlasıdır artık
dudaklarından kuruyup çatlamış bir iki tebessüm kırıntısı
dudaklarını ısırıp düşünürsün şimdi acı gelen o tadı


Parmaklarının ucunda yürüdüğün yolları düşün,
kendinden başkasını
hatta kendini bile düşünmeden uyuyup uyandığın gece
ve sabahı..
tam teslimiyet budur diye içini yakan ilk acıyla boğuşurken
senin denkleminde evrenin varlığına dair tek sonuç yoktu.
elin titremesin,
çok bilinmeyenli bu denklemin sonucu hep sabittir
ellerinden çekip aldıklarında hayat dediğin duayı
varsaydığın ve ihmal ettiğin tüm sayılara
virgülden sonrasına dek muhtaç olacaksın..
işte, hesap cetvelleri baş uçlarında öncekilerin

Şakaklarımda güneşin kaygısızlığıyla parlayan sarı saç telleri
çok yorulmuş, sıcak bir yaz akşamında olmak isterdim
Değer verdiğim, elini tuttuğum herkesin
bugün mutlu günleri olmasında bir katkım olsun
Bir kaç resimde ama saklı.
Ama arada bir tebessümle bakılan bir yüz olmak isterdim

Şimdi,kendi denklemimde köşeye yazılmış bir eldeyim..
her an ihmal edilebilir, her an bir bilinmeyene çarpılabilirim..
ben  çözmeye niyetimi
anlatmak istedim..