21 Temmuz 2015 Salı

Yem ve Solucan

Topraktaki oyuğundan söküp alınan birini daha gören küçük solucan korkuyla annesine sorar;
-Daha derine niye gitmiyoruz? Neden insanların ve diğer hayvanların bizi almalarına direnmiyoruz?
Ağır ağır ilerlemekte olan anne solucan durup yavrusuna sokulmuş, şefkat dolu bir sesle;
-Senin için yavrum. Onları beslemeliyiz ki toprağa düştüklerinde sen yiyecek bir şey bulabilesin

Ne garip değil mi? Aslında günlük hayatında kudretli ve ihtişamlı yeryüzü fatihleri olmakla övünen bizler biyolojik olarak solucan yemi olduğumuzu hiç aklımıza getirmiyoruz. Küçücük bakteriler bizim her bir parçamızdan istifade etmek için bekliyor ve bizim onlara karşı yapacak pek bir şeyimiz yok, yapmaya gerek de yok. Doğanın düzeni bu...

Gözle görülmeyecek kadar küçük  canlıların milyonlarca yıldır var olduğu bir dünyada atarlı ergen olarak var olduğumuz en fazla 2 yüz bin yıldan sonra -biyolojik olarak- hala aynı noktada olmamızı sorgulamıyorum. Sorguladığım şey bu mükemmel düzene sadece "genel kültür" gözüyle bakan toplumların bu düzeni sosyal hayatlarına katanlardan kat be kat fazla olması.

Doğada hayatlar ileriye doğru gelişir. Yani değişen koşulları geri getirmek için savaşmak ve onun peşinde heba olmak yoktur. Değişen koşullara uyum sağlanarak o koşullar içerisinde de eski sistemde olduğu gibi mükemmelleşme vardır. Doğanın kaybedecek bir saniyesi ve fazladan harcayacak 1 kalorilik enerjisi yoktur. Temel amaç tamamen en az kinetik enerji dönüşümüyle işleri yürütmektir. Çünkü kinetik enerjiye dönüşen enerjinin bu besin halkasına geri dönüşü yoktur.  Doğada sevgi, şefkat, korku, öfke, aşk benzeri davranışlar görülmesine karşı  kin ve nefret benzeri davranışlar yoktur. En yaygın bilinen kedi-köpek arası didişme basit bir alan hakimiyetinden ibarettir ki bunda ölen veya öldüren yoktur.

Başka yüzlerce örnek yazılabilir ama benim aklıma ilk başta gelenler bunlar. İnsanları bu kötü gidişlere karşı defalarca uyaranları, Güneş sisteminin en uzak gök cisminin beyaz kalbini görenleri, sinir sistemine entegre çalışabilen protez kol bacak yapanları, evrenin nasıl oluştuğunu anlamak için evinden , yurdundan uzakta çalışan nice insanları  elbette tenzih  etmek gerek. Dünya kurulduğu günden beri çoğunluğu solucan yemi olduğuna inandıran nice kral, soylu, din adamı, tanrı(!)'ya rağmen her devirde birileri çıkıp bu fikri zerk edilen akıllardan gücü yettiğince temizlemeye çalışmış. Bugün, dünyanın "bilgi çağı" dediği çağda yaşayan insanlar olarak elimizde yüzlerce yeni kaynak ve araç varken bile güçlükle değişimler yaratabiliyoruz. Doğuştan gelen bir güdü oldu artık; bize verilenler içersinde en somut olanını seçiyoruz.  Oysa insanı karaca peşinde koşmaktan alı koyan "tarla ekmek" ve "bitki yetiştirmek" ilk başta bir hayaldi... Yüzyıllarca hepimizin karnını doyuran bir hayal!  Köle olarak doğduğuna ve köle olarak öleceğine inanan insanlar için eşit olmak bir hayaldi... Bugünün eşit insanlarının daha doğrusu eşit olduğuna inandırılmış insanlarının yaşadığı dünyadan çok farklı bir hayatı yaşadı bu hayali kuranlar.

Demem o ki sonuçta toprakta  %90 oranında çözünecek varlıklarız, solucanların bizde sindiremeyeceği şeyler toprağa hiç girmeyecek olanlardır. Doğada harcanan kinetik enerjinin besin zincirine geri dönmediğini söylemiştim,  solucan yeminden fazlası olmak için doğru dönüştürülmüş biraz kinetik enerji ve biraz da düşünce yeterli..

Hiç yorum yok: