20 Haziran 2024 Perşembe

Suskun

Dinamik bir ömür yönetim sistemi olsa... Sınırlı gezegen ve yıldız ömrüne bağlı var oluşu maksimum medeniyete ulaştırma amacı güden bir denge mesela... Bu denge bütün olasılıkları hesaplayıp sonuçta hangi canlının  var oluşun hangi aşamasında ne kadar süre var olacağını bu büyük amaç için kontrol etse, random oluşturulan her hayat için bir simülasyon ve hemen karar.

İşte öyle bir sistemde bugünkü halimle  yaşamam mümkün olmazdı, olsaydı da bana başka hayatların küçük hatalarından kaynaklanan sorunları giderme amaçlı bir "yama" görevi verilirdi. Çünkü kendi hayatımı müdafaa konusunda gösterdiğim basiretsizlik bu sistemdeki temel işleve aykırı; var oluşun biricikliği.  Bunu bana küçük bir kız öğretti, küçücük yaşına rağmen kendi istekleri konusunda ısrarcı, kararlı duruşu benim uzun süredir yapmadığım bir şey. Hayat ne benim için? Bana verilen zaman ne? Rollerim? Görevlerim?

Seni sırf sorumlulukları sırtlaman için yakın tutan bir bağın oldu mu? Bunu yüzüne çekinmeden söyleyen? Eskiden olsa, gençlik işte,  o kişiyi geride bırakmadan önce şunu söylerdim; "Duygusal olabilirim ama aptal değilim, sana benden sonraki hayatında başarılar dilerim"

Bugün mü? Hayır, diyemem.. Çünkü bugünün denkleminde tek boyutta düşünemiyorum. Ben o kadar katı değilim, bu bağ öyle taze bir filiz değil içimde epeyce kök salmış.. Dahası, içimde bir orman, kaçacak yerim de yok. Nefes alamıyorum, boğulup ölmeden yaşamama sebep tek şey var; bu ormana yenilmesin diye dua ettiğim o küçük fidan... Ama bu amacı bilseler ne yazar? Sonuçta burada mıyım, bu yeterli. 

Ben bir gazoz açacağıyım, bir çakmak, bir bıçak... Arada teklediğimde, ki bu da sıklaşmaya başladı,  "Niye çalışmıyor bu koduğumun aleti?!" tepkisi de bu yüzden. Yüzlere bakınca anlık olarak bunu görüyorum.

Peki tamamen çaresiz miyim? Bu böyle devam edecek ve ben bu ormanda ölecek miyim? Gökyüzünü göstermeyen, tek nefes aldırmayan bu ormanda ölümü bekleyerek mi o fidana yol açacağım? Ah, beni bilenler kalmadı, cebimde hep bir bilet... Bir telefon, hani "Öleceksin" desem bile baş üstüne kabul edecek o dostluğun zirvesi, hep karlar altında dursa da donmayan dağlar... Peki ya o kırık taş? Bugün göndersem bir mektupla, adımı bile yazmadan boş bir zarfa koysam bile, kapıma kadar gelecek o mavi ve engin sadakat denizi? Hani "istersen hayatını sırtlayıp getir" diyen uçsuz bucaksız açık düzlük ova? Hani derin derin kazıp da kendi içini,  dövdüğü altın yüzüğünü önüne atan "yüzü kara" maden... Hani devrinde nice değirmeni kıracak kadar azgın ama "ihanet edemeyeceğim tek kişi sensin" diyecek kadar uysal nehir...

Ben bu ormana gönlümle girdim, bu ormandan çekip alacak her sedaya kulağımı kapattım. O yüzden içimde tuzağa kapatılıp buraya tasmayla bağlanmış hayvan öfkesi yok. Ama sanırım yaşlandıkça "sorumluluklar" bu işin tasması oluyor... Nehirler kuruyor, dağlar yıkılıyor, madenler çöküyor, denizler kirleniyor.... İçimdeki ormanın yaprak dökmüş dallı ağaçları kadar yakama tutunup hesap soran biri daha yok. Bu sonbaharın nedeni bensem öleyim, çünkü hiç bir zaman yeşil dallarında çiçekli bir gülümseme kadar başka bir şey istemedim.  Ama değilsem, ben bunca yokluğa neden mahkum edildim? Meyvesiz dalların  gölgesinde kıştan kışa sürüklenecek ne yaptım?

İçimde dumanı tüten bir tren var, bu tren denizlerden, dağlardan, nehirlerden, madenlerden geçer mi? Bilmem, ama bu trene kuru dalları, ağaç kütükleri ile durmadan yakıt taşıyan bir orman var. Bana bir parça gökyüzünü çok gören, beni meyvesinin mayhoşluğundan mahrum bırakan bu ormana  biriken kırgınlığım bir yol oldu boydan boya içimde, ne kadar kaldı bilmiyorum bitmesine, ama bu kadar büyük oluşuna şaşıyorum.  Adımı sesleniyorlar arada, uzaktan ve cılız, susuyorum.

Hiç yorum yok: